“Kendimizi evrenin tek varisi olarak hissettiğimizde, ‘deniz damarlarımızda aktığında… ve yıldızlar mücevherlerimiz olduğunda’, bütün şeyleri sonsuz ve kutsal olarak algıladığımızda, tamahkarlık veya kendini üstün görmek için, güç peşinde koşmak için veya çeşitli eğlence biçimleri için içimizde nasıl bir güdü olabilir ki?”
Yüz elli sayfayı sığdırabileceğim cümle olarak, bu tırnak içindeki çok şeyi sorgulatan cümleyi seçtim. Sorgulatıyor çünkü, sorulan sorunun yanıtını verirken bile daha çok soruya cevap verme ihtiyacı yaratıyor. Daha onlarcası aklımda fakat kelimelere bakınca kitabın anlatmak istediklerini okumamış olsanız bile az biraz anlatıyor gibi.
Cesur Yeni Dünyasıyla tanıdık Aldous Huxley’i. Ben biraz daha öncelerinden de bahsetmek istiyorum. Dünyalarımızı yargılatan düşüncelerinin ortaya çıkışı Huxley’in geçmişinde gizli. 1984 İngiltere’sinde dünyaya geldi. Daha on altısında bir yıl körlük yaşamasına sebep olan bir rahatsızlık geçirdi. Körlüğün çok yönlü bir görüş yaratmasının en somut örneği olarak görüyorum kendisini. Yirmilerine geldiğinde şiir ve öyküler yazmaya başladı ve edebiyata ilk atılışı sayılan “Crome Yellow” (Krom Sarısı-1921) adlı romanını yazdı. Arkasından gelen “Antic Hay”(1923) ile Londra’daki hedonist elitler yerdi, “Those Barren Leaves”(1925) ile okunası bir hiciv eseri yarattı, “Point Counter Point”(Ses Sese Karşı-1925)de ise kendisi ve çevresiyle özdeşleştirdiği karakterlerden oluşan, monologlarını sorguladığımız yedi yüz sayfa sundu bize. 1908-1914 yıllarına denk gelen, hayatını, eserlerini, “algısını” etkileyecek talihsiz olaylar yaşadı; annesinin ölümü, kardeşinin intiharı ve öğrenciyken görme yetisini kaybetme noktasına getiren rahatsızlığı. Aramızdan ayrılana kadar baş etmek zorunda kaldığı bu rahatsızlığı, Huxley’i okudukça, ufak bir minnet duygusu yaratıyor bende. Ününün sebebi “Brave New World”(1932)ü yazdığında tüm düzenleri tersine çeviren bir karşıt kültür yaratmıştı. İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı travmatik ruh halini de işin içine katınca elimize eşsiz bir distopya düşüyor. Tek eşliliğin olmadığı ve sınıflamanın belli bir kalıp içerisine sokulması, gelebileceğimiz yozlaşma seviyesine ta 1932’den kırmızı ışık yakıyor gibi. Dahası, çoğumuzun şimdiden sorgulamaya başladığı “mutluluk” kavramına arka tarafından bakıyor. Kitapta fazlaca iş gören “soma” adlı maddeyle Algı Kapıları arasında istemsizce alaka kurdum ve önümde duran boş bardağa bile aslında orada öylece durmasından çok daha fazla anlamlar yüklememe sebep olan The Doors of Perception’a geçmek istiyorum.
Huxley’in Kaliforniya’ya yerleştikten sonra yazdığı ve anca 1954’te yayımlandığı, sadece beat kuşağının değil üçüncü gözünü uyandırmak isteyen herkesin başucuna koyması gereken kitaptır bu. Okumaya başladıkça deneyimleme ihtimalinin bile heyecanlandırdığı, ortalarına gelindiğinde yaşanan bu deneyimin sadece kelimelerle bu denli yaşatılabilmesine duyulan hayranlıkla devam ederek, sonlarına doğru maneviyatımızı nirvanaya ulaştıran parmaklarınıza yapışıp kalan kitaptır. Jim Morrison’un The Doors’unu bu kitabın adından, Huxley de “Kapıları”nı da William Blake’in o meşhur dizelerinden alıyor; “Algının kapıları arındırılsaydı her şey insanoğluna olduğu gibi görünürdü, sonsuz.”
Algının Kapıları sonsuzluğun üzerine bir kere daha kafa yormamıza neden oluyor. Sadece 60lar değil önceki yılların da getirdiği bir entelektüel birikimle yaratılmış bu kapılar. O dönem hala coşkusunu kaybetmeyen American Dream idealine duyulan güvensizlik dile getiriliyor. Bu güvensizlik sonucu Huxley sayesinde yaratılan bu parlak gelecek satır satır bize algı yolundan anlatılıyor. İlk altmış sayfa Anhalonium Lewinii isimli bir kaktüs türünden elde edilen peyote’nin etkin maddesi olan meskalin ile yaşanılan deneyime tanık oluyoruz(okumak değil, o sağlam tasvirlerden dolayı baya tanık olmak diyorum ben buna). Tam kendinizi meskalin temelli okumaya alıştırıyorken, bir psikiyatrın bulduğu meskalin ve adrenalin bileşimlerinin benzerliğiyle daha da heyecanlandırıyor sizi. Tüm bu kitabı yazmasını sağlayan deneyim, kullanılan maddeden kaynaklı olsa da aslında her birimizin bu algıları doğuştan açabilecek köklü değişiklikleri bedenimizde üretme yetkisine sahip olduğumuzu söylüyor. Olay kaktüste değil, aynada gördüğümüzde. Sayfaları sindirdikçe daha iyi anlıyorsunuz ki maddelerin bu görüleri ürettiren şeylerden çok, onları üretmemizin önüne geçen engelleri kaldıran şeyler oldukları üzerine. O görüler zaten oradadırlar. Ve bu salt var oluşa duyulan hayret hali, bu oluş mucizesi tam da Huxley’in deneyiminin kilit noktasını oluşturuyor.
Zaman ve uzay. Daimi bir yok oluş, aynı zamanda saf var oluş paradoksu varken bize ikisinin de hiçbir önemi kalmadığını gösteriyor. Önemi olan asıl şey ise; varlık ve anlamla ilgili olanlar. Yeterince var gibi görünenler. Derinliği olmayan bir hasır iskemle, o iskemlenin oluşturduğu Benlik Olmayan’ın içindeki kendi Benlik Olmayan’ı. Her obje kendi varlığıyla, her insan kendi varoluşuyla zaten büyülü ya da kutsaldır. Huxley’in yapmaya çalıştığı şey bize bu var oluşa duyulan hayret halini hatırlatmak. Bu iş hem estetik he etiktir. Çünkü insan renklerin, şekillerin, biçimlerin yeni algılanış biçimiyle, o andan itibaren yarattığı dünyada kendi varlığının farkına varır.
22 Kasım 1963’te aramızdan ayrılan Huxley son olarak 1962’de” Island”(Ada) adlı son romanını yayımladı. Algının Kapıları’nda da yer yer geçen Doğu mistisizmine olan ilgisi, Ada ile Zen Budizm temelli bir ütopya olarak karşımıza çıkıyor. Her bir kitabında gerçeğin ne olduğunu defalarca düşünmeme neden olan tek yazar. Eksikliklerden bir dünya yaratıp bu dünyayı içinde olmadığı dünyaya yaşatabilen, aşinalığın acısını gösteren, görmenin açık gözlerle değil iç dünyayla yapılabileceğini benimseten..
Son olarak Oliver Stone’un The Doors’unu ve Donald Cammell’in Performance’ını bu yazıdan sonra sakin sakin bir izlemenizi öneririm. Yukarıdaki resme gelecek olursak; Douanier Rousseau’nun bu eseri için diyor ki Huxley, “Mesafe bakışa büyü verir.. bilinçli veya bilinçsiz, öteki dünyanın temel uzaklığını ve açıklanamazlığını anımsatır.” Görselliğin tadını çıkarmak adına.