Bir yıl daha Filmekimi’ni arkamızda bıraktık. Bir hafta boyunca her boş anımızda bilet yakalayabildiğimiz filmlere gidip, film öncesi tüm reklamları ezberledik. Çok merak edilen filmlerin çoğunun bileti hızlıca tükenmişti ama yine de listemdeki filmlerden çoğuna gidebildiğim için şanslı bir azınlık içindeyim. İzlediklerim arasında favorim olarak sayabileceğim, izlememin üstüne geçen bir haftada dönüp dönüp haklarında düşündüğüm iki filmden bahsetmek istiyorum: Yakın ve Kestik!
Yakın, Lucas Dhont’un Girl’den sonraki ikinci filmi. Film temel olarak çocukluğunu geride bırakıp ergenliğe yol alan iki gencin hikayesi. Bu hikayede belki de çoğumuzun deneyimlediği akran zorbalığı işleniyor ve çok derin ve kişisel yerlerden filmle bağ kurabiliyoruz. Benim gittiğim seansta koskoca Atlas sineması tam kapasite doluydu ve bir noktada hepimiz aynı anda nefes alır, aynı anda nefessiz kalıp sessizliğe gömülür olduk. Evet, sinema izlemek zaten sessiz gerçekleşen bir eylem ama bu sessizlik başka bir sessizlikti ve sanırım bunu ortak deneyim yaşadığımız herkes hissetti. Ortak olarak film bittiğinde koltuklarımıza çakılıp kolumuzu bile kaldırasımız gelmedi ve adeta vurulduk. Birisi karşımıza geçip böyle bir hikayeyi film yapma hayali olduğunu anlatsa “biraz klişe mi acaba” diye sorgulayabileceğimiz bir senaryoyu bu denli doğru noktalarda vurgular kullanarak anlatması çoğu hikaye anlatıcısı için aydınlatıcı olabilir diye düşünüyorum. Vaktinde katıldığım bir yazarlık eğitiminde klişelerin korkulmaması gereken şeyler olduğu söylendiğinde bunu içimden reddedip, iyi bir hikayenin ancak kural yıkıcı ve yenilikçi olursa iyi olabileceğini düşünmüştüm. Ama Yakın gibi kurgular o gün anlamadığım ve reddettiğim şeyin ne olduğunu bugün anlamama yardımcı oluyor.
Kestik! Cannes’da açılış filmiymiş ve şansa benim kendi festival sürecimin de açılış filmi oldu. Bir yanımın film ile kurduğu bağ sebebiyle bir festivalin neden böyle bir açılış filmine ihtiyacı olabileceğini çok iyi anladım. Film Michel Hazanavicius’un sinema sanatına saygı duruşunda dururken seyircisini bir an bile rahat bırakmayan bir komedi döngüsüne sahip. Bugün pandemiyi geride bırakmışken ve o izolasyon günlerinde evde izlediğim filmlerde “film salonlarını özleyen kaç kişiyiz acaba” diye düşündüğümü ve bu düşüncelerin “acaba salonlar boş kalıp kapanacaklar mı” diye korkulara dönüştüğünü hatırlıyorum. Korka korka normale döndüğümüz bu festivallerde bir salon dolusu insanın aynı anda nefessiz kalacak kadar çok gülmesinin tatmini benim için çok büyük. İnsan bir yandan kendini kaybederek gülerken bir yandan da “iyi ki beraberiz” diye içinden geçiriyor. Bu kendime dair olan parça film boyunca art arda dizilen görsel imgelerin hikaye ile uyumu ve bizi ayık tutan komedinin hikaye ile harmonisi ile birleşince benim şahsi tarihim için unutulmaz bir sinema deneyimine dönüştü.
Bir yandan birlikte film izlemenin zevkini yaşadığım, bir yandan görsel zenginliklere ve hikaye kurgularına kapıldığım ve Michel Hazanavicius’un The Artist filminde de benzer şekilde “iyi ki sinema var” hislerini yaşadığım bir festival oldu Filmekimi. Festival ruhunu bilet kovalamaktan, bulduğumuz biletlere şükrederek salonlara koşturmaya yaşadığımız bu seneki Filmekimi’ni geride bırakırken izleyemediklerime sinirlenip, o filmlerin hepsinin vizyona girişini heyecanla bekliyorum.