İlhami Algör – Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku

Öncelikle niçin bu kitabı seçtiğimizi birazcık anlatalım. Popüler kültürün gazabından sakınmaya çalıştığımız post-post-modern dünya halinde kitapların sinemaya uyarlanmasıyla, yazılan eserin atmosferinin dışına çıkılması işten bile değil. Bilahare diğer taraftan, kitaplardan uzaklaşmış nesle belki de bu eylemi sevdirmesi de olası. Bu kitabı seçmemizin ilk sebebi budur: filmden ziyade kitabın aslında nasıl bir atmosferde geçtiğine dair müzikleri aracı tutmak. İkinci bir sebebi ise, diğer kitaplardan biraz farklı olarak, müziklerin, şarkıların kitabın içinde yedirilmiş olması. Yani, bir olay karşısında arka planda çalan bir şarkının tarifi veya direkt ismi değil de, teşbih yoluyla şarkıların dile getirilmesi.

Bu sebepten şarkı isimlerini bu yazıda direkt olarak yazmadık. Onun yerine kitaptan alıntılar yaparak, o şarkıları okumanızı sağladık.

Feyza Nur Arguç

Arabeskin ortasına, Tophane’yi mesken tutup usulca süzülüyoruz. Oradan biraz Türk Sanat Müziğinin etrafında dolanıp, mahalle jargonuyla söylenmiş şarkılara adım atıyoruz.

Bitirim, alaycı, arabesk istidatlı, ismi bilinmeyen, birinci sınıf bir kahraman olamayacak, hani belki ikinci veya üçüncü şahsı karşılayan bir tipleme ile çıkıyoruz yolculuğa. Yabancı bir şehirde yolunu kaybetmiş yabancı numarasına yatan, esnafa yol sorup, muhabbet eden, bir sohbetten kalkıp, sonraki sohbete kadar, içeriden sessizce o şarkıyı, Avaramu’yu, mırıldanan yırtık bir delikanlıyla…

“Duş aldım, tıraş oldum. Bir kahve yaptım kendime. Sigaramı sardım. Bir tek, şarkım türküm eksikti. O kadar kusur kadı kızında da olurdu. Zaten bu hayatta, her zaman bir şeyler eksikti. Ya da bana öyle gelirdi.”

Bu sözler, Turgut Uyar’ın Kaçak Yaşama Yergisi şiirini hatırlatıyor;

“Hiç umurumda değil yoksa yalnızlıklar, bozuk paralar, uzun boylu ay ışıkları,
Gelip giden sarhoşluklar, sabahleyin yalnız
Yatakta az üşümek, hani insanın kendi kendini bulamadığı,
Hatırlayamadığı saatler olur ya, işte onlar.
Bir keresinde  böyle saatlerin birinde bir şarkı duymuştum da işimi gücümü
koyup sokak sokak bir kadın aramaya çıkmıştım.

Halbuki biliyorum biliyorum ama ne ben yokum ne onlar eksik…”

Hikaye içindeki hikayeye göre adam, kadını çok seviyor, sevdikçe ruhu büyüyor. Ruh eve sığmıyor. Sabahları kadından önce kalkıyor, şehrin uzak yerlerinden hikayeler topluyor ve sonra tekrar gece yarısı kadına geri dönüyor. Sonrasında ise hikayedeki kişilerin ilişkisi bir “çıt” sesi ile bitiveriyor. Hikayenin bizim hikayemizden ithal olup olmadığını okudukça kavrıyoruz. Ki Müzeyyen de bu durumu kendini anlatma aracı olarak görerek kahramanımızın aklını bulandırıyor.

Kitabın girişine yakın bir yerlerden, Orhan Gencebay’ın sesi, muazzam bir eleştiri birlikteliği ile duyuluyor:

Hükümet kerhane önünden geçiyor, devlet erketeye yatıyor, vatandaşa da dut yemek düşüyordu.

Şarkıları, acil çıkış kapıları bulamayanların ve aramaktan vazgeçmiş olanların, koşulları yırtamadığı için kendini yırtmışların ruhlarında yer altı nehirleri gibi akan Samsunlu Orhan abim işi biliyordu: “Kula kulluk edene, yazıklar olsun.” Neticede Orhan abimin cümlesinde de bir “kul” mevzuu vardı ve bu laf ortada olduğu müddetçe, tilkilerim bana rahat vermezdi.”

Tophane’nin yaman bitirimlerinin arasına dalan kahramanımız Esnaflar Kıraathanesi’ne konuşlanıp etrafı kesmeye başlıyor. Bir yandan çalan “Satmışım anasını ben bu dünyanın” şarkısı ile meşgul olurken, diğer yandan tütününü sarıyor.

O anda etrafta olup biten tüm seslere odaklanıp, şarkıları ayrı ayrı yazmaktansa, yazarın yaptığı gibi paragraf içerisinde eritip aşağıya alıntılıyoruz;

“Semt, altıkol iskambil oynar gibi sinyaller, işmarlar, manyeller ile sessiz sedasız inliyordu ki, tüp gaz dağıtımı yapan bir kamyonet, hoparlöründen yayılan sinir bozucu bir melodi ile geçti. Hemen ardından rakip firmanın kamyoneti, kendi melodisi ile geçti. Semtin veletler korosu, “Oooo, ayıpsın ayıp!” nakaratı ile geçti. Nakarat, on metre yürüdü, “Ablanı alacağım, enişten olacağım, sana koca bulacağım” faslına geçti. Bastonlu dedeler, “Bu son fasıldır ey ömrüm, nasıl geçersen geç” ile geçti. Vakit geçti. Esnaflar Kıraathanesi’nin televizyonunda, Tütüncü Roza göğüsleri ile bir kadın şarkıcı ağır sahra topları gibi geçti. Geyik bakışlı iki turist ve boya sarışını bir fıstık geçti. Delikanlılar top üstünde kıza dönüp, su altı senkronize yüzücü vaziyeti alıp şarkıya geçtiler: “Kız hepsi senin mi?”. Boya sarışını fıstık, “Misafir ol gel bana, börekler açayım sana” edasıyla, hafif şıkıdım geçti. Görmüş geçirmiş, hayatın sırrına ermiş kadın sesli bir kız çocuğu, bakışı çakal bir taksicinin kaset çalarında gerçi: “Bana her şey seni hatırlatıyor.””

“Bir zamanlar sivil siyasi çalışan ağabeylerimin kullandığı, simsiyah, yılan gibi bir elli altı ile Samsunlu Orhan abim, ağır çekim, kayarak, süzülerek geçti: “Dünya bir dert hanesiyse, ben çilemi doldurmuşum, bir mektepse eğer hayat, ıstırapla okumuşum.

“Tevellütü müsait olmayanlar dışında herkes, esas duruşa geçti. Şarkı, hepimizin halini hatırını sorup, veletlerden makas alıp, selam edip geçti. Ellerimizi kalplerimiz üstüne koyup, boyun kırıp, “Eyvallah abi,” dedik külliyen, “hürmetler abim benim.” Herkes adına acı çekmekle dönüşerek, artık abide halini almış Samsunlu Orhan abimden sonra, her şey eski haline geçti.

“Film bitmiş de, herkes salondan çıkarken, aklı son sahneye takılı kalmış, koltuğuna çakılı adam ruhuyla baktım. “Ulan,” dedim, “bu milletin tarih kitabına ihtiyacı yok. Şarkıları peş peşe diz, koy kasete, ver radyodan…Kışlanın önünde redif sesi ile başla, Çanakkale içinde vurul, az zamanda, çok işler başar, açık alınla on yılda çık, araya bir fokstrot, bir yurttan sesler korosu koy, Şişli’de bir apartmana takıl, yârin İstanbul’u mesken tutsun, görsün güzelleri seni unutsun, gurbet elde bir hal gelsin başına, “Yaşa! Var ol!” muhabbetiyle Harbiye önlerinden geç, deniz ve mehtap sorsunlar seni, mani olsun halini takrire hicabın, Kalamış’ta huzur ara, havanı al, ak güvercinler uçur, Gemerek’ten dön gel, sararsın rengi ruhsarın, kolbaşının kıratını şahlandır, geç arı, kovan, petek muhabbetine, sarı çiğdeme sor, bir de Nataşa patlat… Meraklısı varsa, aralara Elvis, Bitıls atsın, mevzuyu renklendirsin isterse.” (Meraklısıyız diye aralara serpiştirdik biz de)

“Hayatımız müzikaldi ya da bana öyle geliyordu. Müzik satsak köşe olurduk. Bıraksalar, “Saraçhanebaşı buz tuttu, Arap Kamil, Naciye’yi dost tuttu” ile, o olmadı mı, “Unkapanı’nda Hacıbaba’da oynacılar var, koymacılar var” ile dünya listelerine girerdik. Bırakmadılar. Soktular sınıflara, “Daha dün annemizin, çiçekli bahçemizin…””

Film montajcısı olup sonradan bu işi bırakıp yazmak isteyen bir adamın hikayesiydi bu, ancak yeni başlıyordu. Müzeyyen’e yazdığı hikayeleri anlatırken, Müzeyyen her bir hikayeye bilmem ne kitabında geçiyor buna benzer bir hikaye diyip kahramanımızın halet-i ruhiyesini yüksek dozajlı bir yok olma çemberi altına alıyordu. “Bir yerlerde, sesi mor hareli Müslüm abim söylüyor ya da bana öyle geliyordu: “Bu dünyada yerim, yokmuş yokmuş. Keşke bir yalan olsaydım, olsaydım.””

Müzeyyen değişik bir kadındı. Bu sebepten mi gitmişti?

“Aynadaki kadın benim zıttım,” demişti, “ben ne kadar ev haliysem o, o kadar sokak. Ben sokulgan isem, o başını alıp giden. Ben gündüzüm, o gece… Çapkın, güçlü, özgür.”

“Müzeyyen” dedim, “sende hicran yarasından derin yara var mı?” Verdiği cevabı alıp, suda eritip, yemeklerden sonra bir kaşık: “Ben böyleyim.””

Son olarak, akışın içerisinde bir şekilde yolları ayrılan Müzeyyen ile kahramanımıza Galata’nın diplerinden uzaktan uzağa bakarak şahitlik yapıyoruz;

“Müzeyyen,” dedim, kendi kendime, elimde Kürt börekleri ile dikildiğim kenardan, “çok güzelsin, çok.”

Allah ruh güzelliği versin” dedi bir tarafım. “Gözler ruhun aynasıdır” dedi bir şarkı.

Müzeyyen’in, ilk zamanlarımızdaki bakışları ile çevresine gülümsediğini gördüm. “Bugün yine gönlümün bahçesinde gezindim” bakışlarını, “Sensiz sazın zevki mi var?” bakışlarını ve bitpazarı hamalının taşıdığı aynalı konsol önümden geçerken, kendi bakışlarımı: “Öyle bir derde giriftarım ki…

Kilidin dile yuvasına otururken, tarifi imkansız bir ses çıkardı.

-bitse ne olur,

bitmese ne?-