EOB – Earth

Kara bahtın böylesi görülmedi: Biz yıllardır Radiohead’i kanlı canlı görmek için yanıp tutuşalım, o olmayınca hiç yoktan herhangi bir üyesini burada ağırlama ümidine tutunalım, sonunda içlerinden biri gelmeye karar verdiğinde pandeminin teki çıkagelip konserin gerçekleşme şansını yok seviyesine düşürsün. Sonuç: Ed O’Brien’ı İstanbul’da izleme hayalleri tam kontratlar imzalanmışken, 1 Temmuz’a gün sayılırken mesele tekrar şans işine dönüştü. Resmi bir iptal duyurusu halen gelmese de bahisler pek lehimize görünmüyor doğrusu. Geçtiğimiz günlerde hasta hissettiğini ve muhtemelen Covid-19 pozitif olduğunu açıklayan O’Brien duyduğumuza göre çok şükür şifaya kavuşmuş, ama itinayla hazırladığı turne planları elbette sallantıda.

Olumsuz haberleri önden sunup arkada bıraktığımıza göre önümüze bakalım. Evet, turnenin akıbeti belirsiz, ancak önümüzde hiç de fena olmayan bir ilk albüm var. Earth adlı bu çalışmaya yavaş yavaş ısındırıldık birkaç aydır, hatta albümün yarısını (“Shangri-La”, “Brasil”, “Sail On”, “Olympik”, “Cloak of the Night”) önden dinleyebildik. Etkileyicilik boyutları çeşitlilik gösterse de daima belli bir kalitede seyreden bu şarkıların ardından esasında Earth’ün belkemiğine de kulak vermiş olduk. Bilhassa süreleri 9 dakikaya dayanan, adeta epiklik arayışı içinde yaratılmış “Brasil” ile “Olympik” pek dikkatlerden kaçacak gibi değildi. Bir de Ed’den gelen kelamlar vardı elimizde: Bu şarkıların ruhunda serpildiğini, albümü çıkarmak zorunda hissettiğini, çıkarmaması halinde içinde bir şeylerin öleceğini düşündüğünü belirtiyordu. Earth, yaratıcısının ipucunu verdiği ölçüde içini kemiren şahsi şarkılardan mürekkep. Bunun da ötesinde kendi grubu içinde daima bir nebze geri planda kalmış bir şarkı yazarının öne adım atışına şahitlik ediyoruz. “Long Time Coming”de belirttiği gibi: “Ne zamandır olacaktı bu / Ne zamandır olacaktı”.

‘Dünyaya ve deneyime dair meditasyonlar’ şeklinde tanımlayabileceğimiz Earth “Shangri-La” ile  oldukça tatlı başlıyor. Atari müziğini andıran açılış melodisine çok geçmeden Thom Yorke’tan ilham almış gibi tınlayan tenor Ed vokali, bir diğer bariton Ed vokali, arka vokaller, synth’ler ekleniyor. Sesini ve şarkının modunu virajlara sürükleyerek kendine başarılı biçimde meydan okuyor Ed, belki de birincil korkularını yenip kendini güzelce ışığa atmak için aradığı cesareti buluyor. Her yönüyle eğlenceli ve başarılı bu deneyin ardından halihazırda alışkın olduğumuz bir diğer parça “Brasil” sahneye adım atıyor. İlk yarısı akustik gitarla şekillenen şarkı ikinci yarıda 90’lar rave müziğine -ucundan Ed’in de bir ilham kaynağı olarak belirttiği Primal Scream şaheseri Screamadelica’ya- evriliyor. İnsanı oturduğu yerden kaldırıp ‘an’ın içine sokan bu güzelliği canlı deneyimlesek güzel olurdu doğrusu. “Deep Days” ile akustik performansa geri dönen Ed, “sen nereye, ben oraya” ana fikirli bir aşk yahut dostluk şarkısı kaleme almış. Yavaşça içimizde büyüyor bu şarkı, lakin açılışa kıyasla biraz zayıf kaçıyor.

Kendinden önce gelen kardeşi gibi daha sakin, kendi halinde sürüklenen “Long Time Coming”, enstrümental formatta Radiohead’in erken dönemini hatırlatıyor. Halihazırda durulmuşken “Mass” adlı bir parçadan ikramlar alıyor ve düşüncelerimizin içine gömülmeyi sürdürüyoruz. Albümü bütün olarak bir meditasyon seansı biçiminde tezahür edersek buraya kadar her şey yolunda, heyhat itiraf etmeli ki albümün ortasındaki şarkıları başlı başına ele aldığınızda tümüyle ‘tamamlanmış’ tınlamıyorlar. Bunun ne kadar iyi, ne kadar kötü bir şey olduğuna en iyi kamuoyu karar verir. Ne de olsa müzikler biraz da dinleyicilerin yardımıyla tamamlanır, yolunu bulur. Bir demo dinliyormuş hissine kapılmamız, illa ki kötü bir nitelik olmak zorunda değil.

Öncekilere kıyasla çok daha ‘blues’vari, hatta belalı tınlayan ve küfürler de eden “Bankster”, “Bunca para nereye gitti?” gibi akılda kalıcı bir nakaratla kolaylıkla aklımıza kazındıktan ve ‘albümün güçlüleri’ künyesine eklendikten sonra Kid A döneminden bir Radiohead demosu gibi tınlayan “Sail On” eşliğinde yeniden sakinleşiyoruz. Derken esas bomba başlıyor: “Olympik” uzun süresi boyunca gittiği her yere sizin de sürükleyen zengin, karanlık ve progresif elektronik dokusuyla daha ilk denemede aklımızı başımızdan alıyor. Şarkının üçüncü ve beşinci dakikaları arasında yer alan büyüleyici pasaj, bilhassa kutlanması gereken müzikal bir duygu şöleni adeta. Geri kalan kısımda Screamadelica esinlenmeleri bir daha ayyuka çıkıyor. Bu zirve anının anında gayet başarılı ve hoş bir kapanış olarak “Cloak of the Night”ı dinliyoruz. Ed’e vokallerde kadife sesli şarkıcı Laura Marling eşlik ediyor. Düetin biraz kısa sürdüğünü düşünsek de ortaya çıkan sonuçtan memnunuz.

Earth, iyisiyle kötüsüyle ilginç bir yolculuk. En uzun şarkılarının insanı kolayca içine çekmesi, kısa şarkılarda bir miktar sendelemesi gibi paradoksal durumlar yaşıyor kendi içinde, doğrudur. Her şeyden önce bir solo müzisyen olarak kendini arayışlarını gözlemlediğimiz Ed,  hepsi az çok kendi ayakları üstünde duran şarkılar yaratsa da istediği tınının dozajı konusunda yer yer gel-gitler yaşıyor, bir şaşaalı prodüksiyonlara girişip bir sadeliğe dönüyor. Seçkinin bütünlük duygusuna hafiften zarar veren bu durum, yine de albüm gözler kapalı, anın akışı eşliğinde, eleştirel bir gözlük takılmaksızın dinlendiğinde bir sorun yaratmayacaktır. Birçoğumuzun tam da aradığı türde meditasyon müzikleri burada yer alıyor. Eksikler belki de daha çekici, daha gizemli kılıyor içerideki güzellikleri.