Düşündüğünüz Gibi Değil – Chris Cornell Hakkında

Yazar: Rich Larson Çeviren: Gökay Sarı

Chris Cornell, geçtiğimiz Perşembe sabahı hayatını kaybetti. Efsanevi grubu Soundgarden, Çarşamba gecesi Detroit’te, Fox Theater’da sahne almıştı. Konser iki saat sürmüş, Cornell gitmişti.

İki gündür, Cornell’i anabileceğim ve ona saygımı sunabileceğim bir yazı üzerinde çalışıyor ama bir türlü beceremiyordum. Bir türlü “yazamamak” durumu, genellikle bu tarz bir konu söz konusu olduğunda ekranımdaki boş metin belgesine bakarak “ne söyleyeceğimi bilemediğim” için başıma gelir, ancak bu sefer problemim bu değil. Bu sefer yazamayışımın sebebi, söyleyecek çok fazla şeyimin olması.

Karşınıza geçip de büyük bir Soundgarden hayranı olduğumu iddia etmeyeceğim. Onları beğenmiyor değilim, grubun şarkılarını minik dozlarda aldım sadece. Ben, direkt olarak Cornell’in hayranıyım aslında. Özellikle, bir Cameron Crowe filmi olan Singles’ın soundtrack parçalarından, Cornell’in solo olarak kaydettiği “Seasons”ı çok seviyorum. Soyutlanmak ve zamanın anlamsızca geçiyor oluşuna dair sakin, akustik bir şarkı. Şarkının sözlerinde, aklınıza gelebilecek en nihilistik cümlelerden oluşan lirik bir anlatım bulunuyor, zira duyulmaya başladığı dönem de, büyük ihtimalle rock müziğin en nihilistik döneminin zirvesiydi.

Seksenlerin sonu ve doksanların başında Seattle’da toplanmış olan tüm o harika müzisyenler gibi, Cornell’in müzikal kimliğinin yanı sıra, birey olarak da hayranıydım; Mudhoney’nin Mark Arm’ından Mother Love Bone’un Jeff Ament’ine, Pearl Jam’den acıların dahisine, işkence görmüş dehanın ta kendisi Kurt Cobain’e… Yine de Cornell, kanaatimce, diğerlerinin arasında biraz daha yükseğe çıkmış gibi geliyordu. O, Seattle’in gayri resmi arabulucusu, sözcüsü idi. Pacific Northwest’in Sinatra’sı gibiydi. Karizmatik ve sakin bir imajı vardı. Düşünceli, hatta çekiciydi, röportajlarında; şöhret ve aldıkları övgüleri küçümseyen (ya da öyleymiş gibi davranan) meslektaşlarının aksine, Cornell tüm bunları bir varoluş krizine dönüştürmeden, bulunduğu konum ve getirileri ile baş edebilen adamdı.

Şimdi öldü ve ortaya çıktı ki, hayatı boyunca bir varoluş kriziyle mücadele ediyormuş aslında. Ben bir hayranıydım, ona tonlarca saygı duyuyordum, ancak yine de ölümünün sırf bu sebep yüzünden, hayranlığımdan dolayı mı yoksa başka nedenlerden ötürü mü beni böylesine derinden etkilemiş olup olmadığını anlamam biraz zaman aldı.

En başta, derin hüznümün sebebini kendi kuşağımın, gençliğimin müziğine çoğu zaman “seyirci” kalmış oluşumdan kaynaklandığını düşündüm. Tam da Nirvana ve Pearl Jam, 1992 yılında devasa yükselişlerini yakalamış, tüm dünyada yankı uyandıran bir çıkış yakalamışken, nişanlımın hamile olduğu ortaya çıktı. Yani, 7. Cadde Girişi’inde adım atılmadık yer bırakmamak ya da Soundgarden ve Pearl Jam’in kasıp kavurduğu Lollapalooza (O dönemlerde gezgin bir festivaldi bu)  sahnelerinin tozunu yutmak yerine, tüm zamanımız ve gücümüzle bir düğün ayarlamak, ardından da bebek bezi değiştirmek zorunda kalmıştım. Eşim ve ben bu tarz şeylere erken yaşta bulaşmak zorunda kaldık. Ancak her zaman kendimize, çocuklu genç bir aile olarak kaybettiğimiz zamanı, kırklarımıza ve ellili yaşlarımıza geldiğimizde telafi edebileceğimizi söyleyip durduk.

İşte şimdi o yaşlara geldik, ancak, Cornell’in ölümü veya benzeri olaylar, sanki biraz geç gelmişiz gibi hissettiriyor. Bu durum bireysel olarak önemli bir alanı işgal etse de, Cornell’in ölümüne çok ama çok üzülmemin yegane sebebi bu da değildi.

Ardından, belki de kuşaksal, bir jenerasyon sorunundan kaynaklandığını düşünmeye başladım. Grunge, benim neslimin, yani X Jenerasyonu’nun müzik dünyasına hediyesiydi. Gevşek bir kindarlığı alıp, ağabeylerimiz ve ablalarımıza ait olan sersemletici Punk tutumuyla birleştirmiş, biraz da Zeppelin’in alçakgönüllülüğünü eklemiş, son olarak da, dürüst olmak gerekirse; bir tutam da eroin ile karıştırmıştık. Sonuç olarak ortaya, Beckett’ın “Godot’yu Beklerken”inin müzikal bir versiyonu çıktı, Grunge; hiçbir şeyin o kadar da önemli olmadığından emin olan, insana kendini anında özel hissettiren müthiş bir sanattı. Başta kendisi dahil olmak üzere, herkese “siktirip gitmesini” söyleyen bir jenerasyonun sesiydi.

Haliyle, neslimizin görkemli “yabancılaşma” sürecinde, sözcülerimiz, tahmin edildiği gibi ölmeye başladılar. Aramızdan ilk ayrılan, Mother Love Bone’dan Andrew Wood oldu. Pek çoğumuz onun hakkında fazla bir şey bilmiyorduk, ta ki Cornell ve Wood’un eski grup arkadaşları (daha sonra Pearl Jam’i kuracak olanlar) onun anısına Temple of the Dog isimli grubu kurana kadar. Nasıl olduysa, Wood’un öyküsü ve trajik ölümü, müziğimizin romantik bir temel taşı halini aldı.

Birkaç sene sonra, Cobain bir pompalı tüfek ile kendini öldürdü, yirmi yedi yaşındaydı. Bizlerin Bob Dylan’ı, neslimizin sesi, bir klişeye dönüşmekten korktuğu için beynini dağıtmıştı. Ya da, en azından bizim o zamanlar kendimize söylediğimiz şey buydu.

Kısa bir süre sonra, Hole’dan Kristen Pfaff, bir küvette yüksek dozdan öldü. Ardından, Blind Melon’dan Shannon Hoon yine yüksek dozdan bir tur otobüsünde hayatını kaybetti. Tüm bunlar yaşanırken, Smashing Pumpkins ile tanıdığımız D’arcy Wretzky, Stone Temple Pilots’dan Scott Weiland, ve, belki de özellikle Courtney Love (Pfaff’ın grup arkadaşı ve Cobain’in eşi,) hepsi aynı sonun yolcusuymuş gibi gözüküyordu.

Alice in Chains’den Layne Staley korkunç bir yüksek dozdan hayatını kaybetti. Cesedi bir haftadan daha uzun bir süre boyunca bulunamamıştı. Bu durum bir şekilde yaşamıyla örtüşüyordu aslında. O, neslimizin “sadece yalnız kalmak” isteyen bir sembolüydü sonuçta.

Ve tam da müziğimiz, belki de tüm jenerasyonumuz asla otuzlu yaşlarını göremeyecek derken, işler tersine dönüverdi. Love ve Weiland, (en azından bir süreliğine), uyuşturucudan arındılar. Pearl Jam gibi gruplar, Grunge’ı hedef alan “Heroin Chic” gibi yaftalamaların ötesinde var olmaya devam ettiler. Biliyorduk ki, yeni bir yüzyıla on yıldan daha az bir süre kalmıştı ve Grunge’ın pek çok şairi hala hayattaydı. Hatta bazıları isimlerini Rock and Roll Hall of Fame’e bile yazdırmışlardı. Sanki kahramanlarımız, gizlendikleri ormandan çıkmış gibilerdi.

Maalesef Weiland, alkol, MDA ve yüksek doz kokainden 2015 yılında öldüğünde, sanki bir eko gibi hissettirdi, geçmişimizin yankısı kulaklarımızda çınladı. Dönemin en fazla adı çıkmış “bağımlısı” olarak, yıllar boyunca ve tekrar tekrar aldığı rehabilitasyona rağmen, hiçbirimizin onun adına bir umudu kalmamıştı. Onun ölümü, çok uzun zaman önceden öngörülen bir şeydi, 1997 senesinde de gerçekleşebilirdi, aradan geçen yıllarda da, bunu her zaman biliyorduk

Fakat, Chris Cornell, elli iki yaşında, 17 Mayıs 2017’de, intihar etti. O bir babaydı, bir hayırseverdi. Rock müziğinin deneyimli bir adamıydı. Bir yetişkindi. Cornell sakince, incelikle yaşlanmıştı, Soundgarden’ı yeniden toplamış ve harika bir yeni albüme imza atmıştı birkaç sene önce. Sesi, gençliğinde sahip olduğu tüm güç ve kuvveti hâlâ barındırıyordu. Geriye kalan pek çoğumuz gibi, dünya onun da kıçına birkaç tekme atmış, ama o hayatta kalmayı başarmıştı.

Ama şimdi ölüp gitti, ve kahretsin, onun ölümü beni her şeyden daha çok rahatsız ediyor. Tüm bunları düşünürken fark ettim ki, böylesine çok sarsılmamın sebebi hem kişisel hem de kuşaksal bir şeydi. Cornell yaşamı boyunca depresyon ile mücadele etti, tıpkı benim gibi, tıpkı sizlerin pek çoğu gibi.

Gönül rahatlığıyla söylenebilir ki, X Kuşağı’nın topluma Grunge’dan başka bir hediyesi de depresyon oldu. Yani, elbette ki depresyon uzun süredir vardı, Baby Boomers’ın yeniden üretime geçtikleri zamandan beri toplumdaki yerini koruyordu. Fakat biz onun hakkında, onların, hatta herkesin bahsettiğinden daha fazla bahsettik. Depresyondan bir iblis veya bir canavarmış gibi bahsettik. O zamansız bir şekilde, hiçbir uyarı yapmadan beliriveren karanlık bir gölgeydi. Bizi çevreliyor, yabancılaştırıyor ve sessizleştiriyordu. Depresyon, olayları suçlamayı sever. Yaşamımızda yapmış olduğumuz hatalar veya dünyamızın o anki durumu aklımıza geldikçe kendimizi çok kötü hissederiz. Ya da “mükemmel” olamadığımız için berbat hissederiz. Hep bir şeyler yüzünden kontrolü kaybederiz, depresyon o “şey”leri sever. Fazlasıyla yardım görmeden ve uğraşmadan, bu durumu “beynimizdeki kimyasal bir dengesizlik” olarak kabul edebilmemiz mümkün değildir. Yirmi yılı ama beş, ama on beş sene aşmış olan ömürlerimizde, bazılarımız hala depresyondan kurtulamamış, zor zamanlar geçirmekteler. Depresyondan kurtulmuş olan kimseler bile, nasıl bir şey olduğunu hatırladıklarında dahi kontrolü kaybedebiliyorlar.

Grunge’ın öfke hakkında olduğunu düşünebilirsiniz, ancak bu tamamen doğru değil. Evet, sesi öfkeymiş gibi, fakat aslında depresyon ve kindarlık hakkında demek daha doğru olacaktır. Bu ikisi, biliyorsunuz ki şımarık küçük kız kardeşlerinin elini de asla bırakmazlar; anksiyete: kaygı bozukluğu. Bu üçü bir araya geldiğinde, sahip olduğunuz bütün umutları yeşermeden, tohumları ile birlikte yer yutar ve yok ederler. Ardında çaresizlik bırakırlar ve çaresizlik fazlasıyla yorucu bir şeydir. Sadece bu üçünü tecrübe edenler için değil, onların çevresindeki insanlar için de fazlasıyla yorucudur. Depresyon ve akrabalarından muzdarip olan insanlar da, çevrelerine daha fazla yük olmamak için iyice içlerine dönerek olumsuz süreci hızlandırırlar. Bir süre sonra, her şey çok fazla gelmeye başlar. Bir öğrenci olmanız, bir anne, bir muhasebeci ya da bir rock yıldızı olmanız hiç fark etmez. Hayatınız boyunca onun hakkında araştırmış, deneyimlemiş veya yazmış olmanız kendinizi ondan korumanıza yetmez. Yaptığınız müziğin size şöhret, saygı ve milyonlarca dolar kazandırmış olması da sizi depresyondan kurtarmaz. Dahil olduğunuz tüm jenerasyon depresyondan muzdarip olmuş veya olmamış hiç ama hiç fark etmez. Depresyon tamamen yalnız hissetmenize sebep olur. Kırılma noktasına ulaşırsınız, ardından, tıpkı Chris Cornell gibi, tek başınıza bir banyoda ölürsünüz.

Bu olay, çevresinde fazlasıyla bilinen ve saygı gören birinin başına geldi; tüm bu olumsuzlukları tecrübe etmiş olan müzikal bir kahraman. Herhangi birimizin de başına gelebilirdi, ve kardeşlerim, eğer bu herhangi biri sizseniz, ortalığı ve kendinizi daha fazla karıştırmadan lütfen yardım alın.

Cornell, bizimle son bir defa daha konuştu. Depresyonun ve kaygı bozukluğunun geçmişte, yirmili yaşlarımızda kalan bir şey olmadığını hatırlattı. Bunun olgunlaşarak ya da kendimizi finansal güvenceye alarak kurtulabileceğimiz bir şey olmadığından bahsetti. Zamanla aşılabilecek bir şey olmadığını, depresyonun bilgelik ve mantıktan daha güçlü olduğunu gösterdi. Depresyonun sinsi ve inatçı olduğunu anlattı. Bu olumsuzluklar herkesi, her zaman yakalayabilir; yirmi yedi yaşındayken sizin yaşlı bir adam gibi hissetmenize, ya da elli iki yaşındayken bir çocuk gibi kaybolmuş hissetmenize neden olabilir.

Buna anlamsız bir trajedi deyin. Buna ikinci dereceden uyarıcı bir masal deyin, ne derseniz deyin, ancak absürt olduğunu düşünmeyin.

Huzur içinde yat, Chris.

Larson, Rich, “It’s not what you think”, The First Then Words (Erişim tarihi: 23.05.2017)

https://thefirsttenwords.wordpress.com/2017/05/20/its-not-what-you-think/