Deniz Tekin uzun zamandır beklenen yeni albümü Yüzyıllardır Aynı Dert’i sonunda bugün yayımladı. Tekin’in önceki işlerine kıyasla çok daha alternatif/hard rock odaklı bir yerden beslenen albümün hikâyesini sahibinden dinlemeyi istiyordum, o da beni kırmadı: Buluşup önce birlikte albümü dinledik, ardından derhal sohbete daldık. Çok geçmeden diyalog albümün ötesine kaydı ve Deniz Tekin’in müzik geçmişinden bugününe uzanan bir yolculuğa dönüştü. Aşağıda okuyabilirsiniz.
Deniz Tekin: Bu albümü herkes beğenmeyecek, bunun farkındayım. İlk çıkış yaptığımda bu başıma çok beklenmedik bir şekilde gelmişti. Şu anki gibi kaygılarım yoktu, sadece kendi derdimi anlatmak için yapmıştım. İnsanlara ulaşmam endişelerle değil, bu gayeyle yaşandı. Bir şeyi insanları mutlu etmek için yaparsan o kaygı işine de yansıyor. Bir ilişkin olur; sevgilinin bir şeyleri seni mutlu etmek için yaptığını fark edip birden soğursun, bir şeylerin tam olarak karşılanmadığını fark edersin. Onun gibi.
İlk kez bağımsız biçimde albüm çıkarıyorum. Bu eylemin bana dönüşleri oldu, bankalarda kredi borcum var. Ama sonuç buna değdi.
Albüm yayımladığı gün sosyal medyadan yorumları gözlemleyecek misin?
Bir süre hiç bakmayacağım sanırım. (gülüşmeler)
Bu röportaja resmi olarak başlamadan hemen önce çevremizdeki dünyanın yoğun bir biçimde hareket ettiğine, bütün bunların ortasında bir birey olarak var olmaya çalıştığına dair bir şeyler söylemiştin. Albümü dinlerken bunu çokça hissettim. Modern insani durumlara dair de çok şey söyleyen bir his bence. Bunu belirtip albümün adını konuşarak başlamak istiyorum, Yüzyıllar Aynı Dert başlığı bu hislerle ne biçimde örtüşüyor?
Kendi dertlerimin içindeki döngüselliği görüyorum. Her depresyona girdiğimde beklemediğim yerlerde beni çok mutlu eden şeyler beliriyor. Yeniden hayata inanıyorum, sonra yeniden inancım kırılıyor. İnişler ve çıkışlar var hep. Bizi mutsuz eden şeyi nasıl tanımlarsak tanımlayalım aslında hepimizin derdi huzurlu olmak, yakın çevremiz tarafından sevilip onaylanmak. İncelikle alakalı bir durum da değil bahsettiğim. Seni gerçekten doyuran bir sosyal bağın olduğu zaman mutlu oluyorsun. Medeniyet diyoruz, modern zaman diyoruz, insan çok değişti diyoruz; ama o medeniyet insanın varlık süresinin çok kısa bir fraksiyonunda var. Yarattığımız şeyin hızında evrilemiyoruz. Medeniyet / doğa, akıl / duygu çelişmeleri mevcut, doğru. Ama ikilikler üstünden düşünüyoruz tamamen, oysa bütünlüklü bir yerden baktığımızda dertlerin ortak olduğunu düşünüyorum.
“Kaçmak” kelimesini albümde defalarca duyuyoruz. Bu eylemin albümde nereye oturduğunu soyut bir yerden az çok tahmin ediyorum, ama senden duymak istiyorum.
İlk şarkıda “Kaç, kaç, kaç” diye sayıklamam bir şeyden kaçmamdan çok dinleyiciye uyarı gibi işliyor aslında. “Kaç buradan, rahatlatıcı bir şeyle karşılaşmayacaksın. Duydukların seni mutlu etmeyebilir.” Korku filmi gibi, arkadan sana yaklaşan bir ses var. Az önce anlattığım şeylerden kaçtığımı fark ettim, sonra bununla ilgili bir şarkı yaptım. Şu anda da bir şeyden kaçıyorumdur büyük ihtimalle. Kaldırabileceğimiz kadar şeyi fark ediyoruz her zaman. Kaldıramayacağımız şeyler olduğunda beynimiz yanıyor. Bir kablodan çok fazla elektrik geçirmek gibi… Sırasıyla ve bir süreç içinde yaşamamız gerekiyor hayatı.
Albümde baştan sona bir karanlık var ama tonu sonlara doğru daha kendine gülen bir yere evriliyor. Bu da çok katartik geldi bana doğrusu.
(gülüyor) Tonu şarkı sözleriyle bağdaştırıyorsan sözlerim konusunda geliştiğimi düşünüyorum, ama sesim hâlâ biraz pes. Sigarayı bırakmaya çalışıyorum.
Uzun süredir müzik endüstrisindesin, hayli genç yaşta bu sulara atıldın. Bir süredir de teklilerle, EP’lerle ilerliyordun. Hangi noktada bu albümün yolculuğu başladı?
İlk albümümü yaptıktan sonra bir şey fark ettim: Evimde, kendi kendime kaydettiğim şeyler kapsamında bir estetik algım varmış, duymayı sevdiğim şeyler bütünlüklüymüş. Hepsi amatörce kayıtlar, ama endüstride “Doğrusu budur, yanlışı budur” gibi öğütleri takip ettiğinde yine aynı şeyi yapmış oluyorsun. O yüzden Kozakuluçka’yı ayrık bir albüm gibi değerlendirmiyorum. Çok pop-rock bence, düzenlemeler de fazla uslu. Kolay bir albüm, şarkıların akor değişimleri de fazlasıyla sadeleştirilmiş.
Risksiz mi geliyor Kozakuluçka şu an dönüp baktığında?
Evet, fazlasıyla. “Bunu böyle istiyorum.” deyip kendi tercihlerimi savunacak kadar olgun değildim. Etrafımda çok iyi müzisyenler ve yapımcılar vardı; bir şeyleri tecrübeli insanların eline bıraktım. Yüzyıllardır Aynı Dert’te ise gelen öğütlerden bağımsız olarak kendi istediğim şeyi yaptım. Prodüksiyon konusunda da çok daha fazla şey biliyorum artık zaten. Bu açıdan bakınca bence 6-7 senedir yaptığım EP’ler, collab’ler kendimi engellememeyi öğrenmemi sağladı. Müzikte beni tam olarak neyin beslediğini buldum. Albümde caz progresyonu etiketine uygun yazılmış şarkılar alternatif rock sound’uyla icra ediliyor. Türlerin ortaya karışımı söz konusu aslında. Bir yandan hâlâ singer-songwriter albümü, baladlar var. Her şeyin izi var. Başımı içine soktuğum her şeyin bir damıtması gibi oldu. O zaman kendimi albüme hazır hissettim. “Tamam, öncekinden daha farklı bir yerde müzik yapıyorum.” Mana EP’den sonra geldi albüm yapma isteği.
Süre zarfı olarak ne kadarlık bir yolculuk söz konusu bu albümün ortaya çıkışında?
Şarkıların çoğunu geçtiğimiz bir buçuk – iki sene zarfında yazdım. Bir de anın dürtüselliğiyle üretip Soundcloud’a attığım şarkılar vardı; kimisi çok dinlendi, kimisi bir yerlerde kaldı. Onları da bir yere toplayıp arkamda bırakmak istedim. Yeni bir şeyler yazmak istiyordum, oysa daha vedalaşamadığım bir sürü şey vardı. “Abla bunları Spotify’a at.” gibi istekler de çok geliyordu. Bu yeni düzenlemeleri eski versiyon kadar beğenmeyenler, “Ben Youtube’dan açıp dinlemeye devam.” diyenler de olacaktır büyük ihtimalle. Henüz yüklemediğim şarkılar için de demoları yükleme, biraz değiştirip Spotify’a koyma gibi planlar var. Neticede son altı senedir olan biten her şeyi bir yere toplayıp yapacağım yeni şeylere odaklanmak istiyorum. Maksat mental alan açılsın.
Kozakuluçka daha singer-songwriter bir projeydi. Yüzyıllardır Aynı Dert ise daha hard rock, daha grup odaklı. Çok kişinin emeği geçtiği de malum. Bu vesileyle mutfaktaki kişileri analım yeri gelmişken.
Elektrik gitarda benimle beraber Efe Demiral, basta Kunter Kınacı, davulda Berkan Tilavel var. Hepsi çokça sahiplendi tüm süreci. Müziğin grup işi olarak duyulmasının yanı sıra düzenlemeleri de dördümüz beraber yaptık. “Bunu şöyle yapalım.” diye bir öneri getirmedim, kendi partisyonlarını kendileri yazdılar. Miksi Emre Malikler, masterı Nekropsi’den Cem Ömeroğlu yaptı.
“Uyumsuz”u Hayyam Stüdyoları’nda, albümün kalanındaki 12 şarkıyı ise İTÜ Miam’da kaydettik. Doktora öğrencisi Oğuz Öz kayıtlarda kayıt operatörümüz oldu. Albüm kapağını Ahmet Emre Saka ve Kaan Walsh çekti. Teklilerin fotoğraflarını Begüm Koçum çekmişti, ama finansal sebeplerden dolayı albümde onunla çalışamadık. Albüm tasarımı daha kapsamlı bir şey çünkü; arka kapaktır, albümün iç tasarımıdır derken…
Bu rock sound’u nasıl ortaya çıktı peki? Kafanda olan şeyleri gruba mı tasvir ediyorsun, yoksa birlikte mi geliştiriyorsunuz?
Baktığında biz yıllardır sahnede buna benzer bir yerden çalıyoruz. Grubumla bir süredir beraberim, onlar yokken de Kozakuluçka sahnede hiç albümdeki gibi çalınmadı. Hep iki gitar, bir bas, bir davul olacak şekilde band formatında çalıyorduk. Bu albümdeki sound uzun süredir sahnede icra ediliyor. Onu yansıtmak istedim albümde de. İlk kayıtlarımı dinleyenlerin kafasında minnoş, uslu bir imaj oluşturuyorum sanırım. Sahnede işler hiç de böyle değil. Haliyle yeni yazdığım şeyler de bu tavra paraleldi. Çoğuna ayrıntılı demo yapmadım, gitar ve vokal kaydedip bizimkilere attım. “Böyle bir şey var, ne yapabiliriz?” dedim. Demo davulu yoktu mesela, Berkan dinleyince ilk aklında canlanan şeyi yarattı.
Albümün başlarında “Bu kan, bu ölüm toprağı gitsin üstümüzden” gibi daha kolektif kimlikli protest cümleler kuruyorken dediklerinin şarkıdan şarkıya kişiselleştiğini gözlemledim. Dertlerin evrensel olabileceği ihtimalini konuştuk, ama sözlerinde en azından yüzeysel seviyede git gide daha bireysel cümleler kuruyorsun gibi.
Kişisel olan politiktir de bir yerde zaten. Mesela “Yarın Değilse Bile Bir Gün”ü yazdığımda 2016’ydı, onun sözleri de benzer bir çizgide duruyor. Şu anda da benzer hissediyorum. Bir yerde savaş da olsa, yavaş yavaş gelişen gergin bir siyasi iklim de olsa bütün bunların içinde inandığın şeyler, sevdiklerin, olduğuna ya da olmadığına şükrettiğin şeyler var. Birilerinin başına bomba yağıyor, sevdiğinin ölüm haberini alıyor. Belki bizim sokakta anbean yaşadığımız şey bu değil, ama son on senedir sürekli diken üstündeyiz. Eylemlerde polis şiddeti, devlet tarafında suçlar had safhada son on yıldır. Bu kaygılar sistem tarafından çok bireyselmiş gibi ya da kafamızda kuruyormuşuz gibi aktarılıyor, oysa bir gün öldürebileceğinden korkmak hiç de gerçek dışı ya da geçersiz bir kaygı değil. Ben de ayan beyan siyasi bir dil kullanmaktansa kendi hissettiklerime odaklandım, çünkü olan bitenlerin duygusal yönünü oradan yaşıyoruz. “Ölüm toprağı gitsin üstümüzden, bir ferahlayalım artık,” diyorsun. Hayatı son bulan onca insana bakıyorsun, güvenlik kavramının ne kadar büyük bir illüzyon olduğunu anlıyorsun. Kendi canının güvenliğini düşünüyorsun. Depremde ailesini kaybeden iki müzisyen arkadaşım var. Bir şekilde hayatlarını devam ettirmeye çalışıyorlar. O yüzden evet, bence kişisel olanla siyasi olan hiç de kopuk değil.
Bizi mutsuz eden şeyi nasıl tanımlarsak tanımlayalım aslında hepimizin derdi huzurlu olmak, yakın çevremiz tarafından sevilip onaylanmak. İncelikle alakalı bir durum da değil bahsettiğim. Seni gerçekten doyuran bir sosyal bağın olduğu zaman mutlu oluyorsun.
Deniz Tekin
Ortaya çıkarması en kolay ve en zor iki şarkı ne oldu bu seçkiden?
“Susarak”ın bu halini olmasa da ilk gitar artı vokalli iskeletini bir arkadaşımın evinde, tek seferde yazmıştım. O versiyonu çok daha mırıldanma gibiydi. Çok karmaşıklaştırmadan basit akorlarda gezinmiştim. Sonra şarkı giderek kendi içinde evrilip komplike bir yere gitti, ama içinden çıkması zor olmadı.
Zor şarkı olarak da “Gelir Miyim”in şu anki halini söyleyebilirim, çünkü önceki versiyonu çok fazla dinlendi ve sevildi. Düzenlemesi çok değişti, zaten üstünden altı sene geçmiş, bambaşka bir tavırda söylüyorum falan…
Onun dışında albümün iskeletini kaydederken “Kaktüs”teki vokaller hücum kayıttı, “Uyumsuz”un vokallerini ise dub’lamıştık. Vokaller sık sık zorlayıcıydı diyebilirim. Aynı anda gitarı düzgün çalmaya ve vokalin duygusunu yaşamaya çalışmak zor olabiliyor. Farklı elementleri toplarken bazı şeyleri dub’ladık bu yüzden. Albüm yayımlandığında da belirteceğim bunu: “Davul, gitar, bas hücum; vokal ve geri vokaller sonradan kaydedildi, haberiniz olsun.” Çünkü kayıt işlerinde canlı performans olarak tanımlanan birçok şey aslında sonradan düzenleniyor ve aksi gibi lanse edilmesinden çok rahatsızım. Düzenlemek zorundayız da, vokalin duygusu kayıtlara tekte geçse bile biri gelip “Sesin kısıktı,” diyebiliyor çünkü. Benim sesimi kaydettiğim mikrofonların tiz presence’ı çok düşük. Aslında bu benim için iyi bir şey, çünkü kafa sesimi kullanırken hep arkadan bir nefes sesi geliyor. Bu bende çocukken de vardı, düzgün mikrofonlandığı sürece güzel de duyulan bir şey. Çözünürlüğü çok daha yüksek bir mikrofonla kaydettiğimde daha net duyuluyor. Evde kendi bildiğim gibi EQ’layıp efektlersem daha “iyi tınlayan” bir vokal çıkarabiliyorum. O yüzden acaba vokalleri evde mi kaydetsem diye düşünüyorum. Dışarıdan gelen müdahale her zaman senin için en uygun şey olmayabiliyor. Bir fotoğrafın kendi içinde kırmızısı zaten çok yoğundur, satürasyonu iyidir. Kırmızılığını arttırsan bu defa oversaturated bir şey elde edersin. Bir de mavi olan bir şeye kırmızı eklediğini düşün, daha iyi bir sonuç getirebilir. Getirmeyebilir de, mavi kalması daha iyi olabilir. Her vakaya uygulanacak en doğru müdahale farklı. Bu prodüksiyonda ve mikste de geçerli.
Bağımsız albüm yayımlamak özgürleştirici oldu mu senin için?
Evet, kesinlikle. Ne kadar zorlansam da, ne kadar borçlansam etsem de ortaya çıkan şey çok daha içime siniyor; çok daha müdahale edilmemiş hissettiriyor. Plak şirketiyle çalışıp finansal endişeler olmadan hareket edebilirim, ama onların istediği şekilde hareket etmiş olurum. Kozakuluçka’nın üstünde ismim yazıyor, ama kendi albümüm gibi hissetmiyorum onu. Çok daha mutluyum şu an kesinlikle.
Kozakuluçka’yı seviyorum, ama şimdi dinlerken o zamanki naifliğini ve dolayısıyla dış müdahaleye daha açık olacağını da net biçimde duyuyorum.
Evet, fazla uslu. Olması da gerekiyordu tabii bir yerde. Döngüsel bir yanı da var bu işlerin. İlk aşkta sevdiğin kişiyi kusursuz görmek, sonra gözlerin açıldığında o halini garipsemek; ya da biriyle beraber zaman geçirdikçe durumun normalleşip o insana olan hayranlığının rahatsızlığa dönüşmesini görmek gibi. Müzikte de işler farklı değil; o an bağlı olduğun çalışmaya dünyada başka hiçbir şey önemli değilmiş gibi tutulabiliyorsun. Ama neyse ki benim için öyle olmayan şeyler de var. Mana EP’den asla sıkılmayacağım bence, Aybars Gülümser’in varlığına rağmen. Orada Aybars dışında on kişinin daha emeği var; o müzikten yılmayacağım. Kozakuluçka’dan sıkılmak ise gerekli bir şey. Bir şey yapıyorsun, ona alışıp farklı bir şey yapmak istiyorsun, o isteği yaratan şey de bir dönem kötü bir şey yapmış olmak oluyor. Geçmişimizi de hatırlarken sürekli yeniden yazıyoruz, hepsi bir aşama. Hata yapmadan öğrenemezsin.
(Geçtiğimiz günlerde sosyal medyada ifşası çıkan) eski Geeva Flava üyesi Aybars Gülümser’in adı geçmişken güvenli alanlar üstüne bir soru sorayım. Ortada halihazırda fazlasıyla yalnız bir müzik sahnesi var. Bu yalnızlığın içinde güvenli bir ortam sağlamak sence nasıl mümkün olabilir?
Sıkıntı bunun tek bir formülasyonunun olmamasında sanırım. Kendini güvende bulduğun alan ile tercih ettiğin şey farklı olabilir. Bazı şeyler ise tartışmaya kapalı biçimde zararlı, bir sınır ve hak ihlali. Birinin mahrem videosunu onun rızası olmadan başkasına atamazsın. Duygusal manipülasyon içeren ilişkilerde bulundum, mesele sadece beklentilerin farklı olması ya da bundan kaynaklı hayal kırıklığı değil. Bazen biriyle yüzleşemiyorsun bile. “Senin dediğin şey bana böyle hissettirdi,” diyorsun; “Ben öyle bir şey demedim,” diyor. Sonra onun üstüne başka bir şey söylüyor; bu defa “Ben yanlış anladım herhalde, bu insanın kötü niyeti yoktu,” diye düşünüyor ama bundan rahatsız olmaktan da kendini geri tutamıyorsun. Kendine yükleniyorsun. Eski erkek arkadaşımda tam olarak bu yüzden kafayı yemiştim. O belki ifşa gerektiren bir şey olmayabilir; ama bütün bunlar toplumsal ve cinsiyet bazlı davranış kodlarımızla o kadar iç içe ki. Farklı bir alternatif oluşturmak bazen öncekinin tam tersi bir yere gidiyor ve o da tam olarak çalışmıyor. Onun ortasını aramaya başlıyorsun.
Güvenli bir alanın inşası bence iletişime açık olmakla başlıyor. Hepimiz iyi olmasını istediğimiz bir şeyler yapıyoruz, ama o dönem o insan için doğru şey yaptığımız şey olmayabiliyor. Ailelerimizin de “Bunu yapma dedim çünkü senin iyiliğini istedim.” demesi baskıcı bir şey gibi hissettiriyor bazen, çünkü tam olarak onu yapmak istiyorsun. Annem bana inanılmaz zorbalık yapmıştı ben lisede bir şeyler kaydediyorken, okul okumam gerekiyor diye. Ama şu an hayatımı bununla kazanıyorum. Sadece edebiyat okumuş olsam gündelik düzeyde çok daha zorlanacaktım, içimdeki şeyi bastırsam bu müzik ortaya çıkmayacaktı. Mesleğim olmayacaktı. On sekiz yaşımdan itibaren git gide -ailemden hâlâ tam olarak bağımsız olmasam da- daha bağımsız düşünebiliyorum. “Herkes için şu yapılırsa çalışır,” diyemiyorum; ama insanların mutlu ya da mutsuz olduğu şeyleri birbirine rahatça iletebilmesi gerekiyor bence.
Daha tatlı bir konuya geçelim. Sana geçmişten bir performans videosu göstereceğim. İzleyelim:
(izliyor) Ne diyorsun…
Kıyı Müzik’in 9 Ağustos 2017’de Burgazada Cennet Bahçesi’nde gerçekleştirdiği Radiohead Cover Günü’nden bir performansın. Hatırladın değil mi?
Evet. Vapurla gidişimizi hatırlıyorum. Stresliydik ama yeri gelince birbirimizin sahnesine de atlamıştık. Güzel gündü. Kendimi de daha az eleştirdiğim zamanlardı. Ben sanırım hiçbir şarkıyı yorumlarken ana partisyonunu açıp çalışmıyorum. Aklımda yer edinen şekliyle, kendi yorumumu getirme niyetiyle çalıyorum. Bir şekilde şarkı üstüne farklı akor progresyonları yazıyorum. “Jigsaw Falling Into Place”i de bu şekilde yorumlamıştım. Kendimi o anlamda çok daha özgür bıraktığım zamanlardan bir video açtın.
Güzel konser anıları deyince aklına başka neler geliyor?
2017 Zeytinli Rock Festivali’nde Alternatif Sahne’nin headliner’ıydık. Gece vakti Hayko Cepkin ile Şebnem Ferah arasında çalacaktık. Çapraz sahne düzeni vardı, bir sahnede performans bittiği an diğer sahnedeki kişi başlıyordu. Bizim sahnenin ortasında Edremit Belediye Başkanı çıkıp konuşma yapmak istemişti. İlk şarkıyı çaldık, ikinci şarkının ortasında bana arkadan haber geldi. İnmemizi istediler sahneden. Olur dedim. Adam çıktı, iki saat boş boş konuştu. “Mustafa Kemal’in askerleriyiz,” diye sloganlar attırmaya çalışıyor kalabalığa, yanlış olan bu da değil, o an insanlar sadece müzik dinlemek istiyorlar. Muhafazakar, CHP’li, kim olduğu önemsiz; orada konser deneyimini bölmüş oldu sadece. 45 dakikalık setin 15 dakikasını o yiyince bize seti kısaltın, yarım saat çalın dediler. Yok, dedim, bütün seti çalacağız. Öyle olunca Şebnem Ferah’ın sahnesi gecikmiş oldu. Önceden ışıkçıyla konuşup anlaşmıştım, sahne ışıklarını müziğin akışına göre ayarlasın diye. O da ayarladı, öyle performans verdik. Konseri son bir buçuk dakikasını uzun ve bağlı vokallerin olduğu bir finalle noktaladım. Benim için çok güzel bir konser anıydı. Tepkimin Şebnem Ferah ile alakası yok; ama bazen ortada menajerlerin çatışması oluyor, bazen denklemdeki daha küçük sanatçı oluyorsun. Orada kısıtlanan süremize rağmen “Hayır, biz çalacağız.” demek çok güçlü hissettirmişti.
Geçen ay, 19 Ekim akşamı 6:45 KK’da çaldık. Milli yasın ilan edildiği gündü. O gün mekân doluydu, arkadaşlarıyla gelip eğlenen insanlar gördüm. Kötü şeyler hep oluyor, bu zamanki istisnai olsa da, bir iki saatliğine olan bitenden sıyrılıp müziğine sığınabilmemizi büyük ve ortak bir değer olarak görüyorum. Orada müziğin kendisi ortaya çıkıyor, ben de kalan herkesle birlikte o anın içinde oluyorum. Böyle bir alan da kalmadığında gördüğümüz tek şey büyük bir adaletsizlik ve karanlık. Yaşananları görmezden gelmek değil bu, bize enerji sunacak bir güç bulamazsak bu sefer dünyadaki kötülüğü dengeleyebilecek hiçbir karşıt güç kalmıyor.
Güzellik de kalmıyor ortada insan vazgeçtiğinde. Boğaziçi Üniversitesi’nde dersteyken hocam açıktan açığa kayyum hakkında fikir belirtmiyor; ama laf arasında öyle sembolizasyonlar yapıyor, öyle bir yerde göz kırpıyor ki ben gerçekte neden bahsettiğini anlıyorum. Orada ders vermeye devam edebilmek için bazen dolaylı konuşması gerekiyor. Direnişteki hocalarımızı bu konuda eleştiriyoruz çokça. Bu eleştirilerin bir kısmına katılıyorum, ama bir yandan o kadar fazla hocam atıldı ki okuldan… Hem de doğrudan radikal olmamalarına rağmen. O insanların orada bulundukları şekilde, oldukları kişi olarak kendilerini aktarabilmeleri; çıkıp böyle bir şey yapmalarından daha önemli benim için. Okulda bulunamıyoruz artık. Bir sürü arkadaşımın mezun kartı iptal oldu, dayak yediler. Hep beraber yedik. Değersizleştirmiyorum bunu, ama nihayetinde ne işe yaradığı konusunda umutsuzum. Bir arkadaşım menisküs bağları zedelendiği için artık yokuş çıkmakta zorlanıyor. Tabii ki bir şeyleri değiştiriyor, orada dayanışma içinde birleşiyoruz; ama hayatta kalmaya da devam edebilmemiz lazım ki güzellikten konuşabilelim, iyiliği aktarabilelim. Yoksa yok ediliyorsun, çok efektif biçimde yok ediyorlar.
Şimdi sıra bir oyunda; sana iki şarkı dinleteceğim, sen de tanımaya çalışacaksın.
(The Smile’dan “Bending Hectic”i dinliyoruz.)
Güzelmiş, ama tanımadım.
Thom Yorke ve Jonny Greenwood’un Radiohead inaktiften kurduğu proje, bu da bu sene çıkan bir parçaları.
Evet, biliyorum The Smile’ı, ama bu şarkıları kaçmış benden.
Az önce Radiohead Cover Günü’nü konuşunca bunu açmak istedim. Sıradaki şarkı:
(Sprain’den “Man Proposes, God Disposes”ı dinliyoruz.)
Güzel başladı. Bunu da bilmiyorum. Bayağı sevdim.
Bu sene çıkan harika bir albümün açılış parçası. Sprain ise albümü yayımladıktan kısa bir süre sonra dağıldığını açıkladı. Sorum şu, senin dağıldığına üzüldüğün bir grup var mı?
Geeva Flava. (gülüşmeler)
Kullandığın müzik dinleme platformunun arama geçmişinde gözüken son üç şey nedir?
Sokratis Malamas var, tez hocam önermişti bana. Sonra kendi şarkılarım, sonra da Bee Gees’den “Stayin’ Alive” var. Kendi şarkılarımı dinlemem megaloman duruyor biraz. (gülüyor)
Yok, anlaşılır bir durum bence. Albüm kafanda taze, artı tekrar tekrar dinleyince şarkılarıma dair hislerim değişecek mi diye merak edebilir insan.
Sanırım. Şimdi merakla gelecek tepkileri bekliyorum. Bakalım.