Demons & Wizards Röportajı

Demons & Wizards on beş yıl aradan sonra üçüncü stüdyo albümleri Demons & Wizards III ile arz-ı endam eyledi. Biz de albümün yayınlanmasından bir gün önce grubun solisti Hansi Kürsch ile çok keyifli bir röportaj yaptık. Sadece albümden değil, plaklardan, kitaplardan ve dizilerden de konuştuk.

Merhaba Hansi

Üç ay…

Evet, unutmamışsın.

Evet. Epeydir konuşamamıştık (gülüyor).

Evet, uzun zaman oldu. Bu kadar kısa bir zaman içinde seninle yeniden konuşmak bir zevk.

Benim için de…

Nasılsın?

İyiyim. Eve yeni geldim. Bodrum katındaki ofisimdeyim. Cumartesi günü ailemle Londra’ya gidiyorum. Keyfim yerinde.

Harika! Epey heyecanlı olmalısın çünkü albüm birkaç saat içinde yayınlanacak.

Evet, doğru. Gerçekten heyecanlıyım. Albümün çıktığı ilk gün her zaman özel oluyor. İnsanların tepkisini görüyorsun. Eleştirmenlerle konuşmak farklı. Asıl mesele hayranları ikna etmek. Yarın bunu göreceğiz. Ama albümden çok eminim. O yüzden hiçbir sorun yok.

Albümü dinlemek için altı saatimiz kaldı çünkü Türkiye’de sizden iki saat öndeyiz.

Öyle mi?  

Şu an Türkiye’de saat altı.

Bizim sekiz saatimiz var. İnternette bazı yorumlar gördüm; bazılarının plakları çoktan ellerine ulaşmış. Yani bazı insanlar bu ayrıcalığa çoktan kavuştu.  

Ben albümleri erkenden sipariş etmiştim ama Almanya’dan buraya ulaşmaları için en az iki hafta daha beklemem lazım.

Aaa!

Evet, çok acıklı.

Ne sipariş ettin?

Kırmızı plak – boxset baskısı. Ayrıca siyah plak ve ayrıca yeşil CD baskısını aldım. Tam bir “nerd”üm.

Birçok farklı seçenek var. Birkaç gün önce hepsine dokundum. Gerçekten çok etkileyici olmuş hepsi. Bu konuda çok memnunum.

Tanıtım videonu dün gördüm. Çok mutlu görünüyordun.

Evet, çok mutluydum. Albümler, geçtiğimiz Cuma ya da Pazartesi elime geçti; tam hatırlayamıyorum. Hem plak hem CD versiyonlarını dinledim; ikisinin de ses kalitesi çok iyi.

Güzel haber! Peki albümün yazım aşaması hakkında konuşmak ister misin?

(Gülüyor) Nasıl istersen.

Demons & Wizards albümü yapmakla Blind Guardian albümü yapmak arasında nasıl bir fark var?

Çok farklı sayılmaz. Blind Guardian’da çoğunlukla bana temel müzik aranjmanlarını sağlayan André (Olbrich) iken Demons & Wizards’da bunu Jon (Schaffer) yapıyor. Ama bana sunulan malzemeyle istediğimi yapma konusunda özgürüm. Çoğu zaman sadece melodi oluyor bu. Vokal düzenlemeleri konusunda yapabildiğimi yapıyorum. Bir noktadan sonra bir araya gelip neyin iyi neyin kötü olduğuna ve aranjmanın kendisi üzerinde ya da vokallerde yapılacak değişiklikler olup olmadığına karar veriyoruz. Neyin nakarat, neyin ön nakarat vb olacağını belirliyoruz. Ama genellikle hem Jon hem André’nin, temel aranjmanları yaparken neyin kıta neyin nakarat olacağına dair çok güçlü hisleri ve fikirleri oluyor. O nedenle o halleri bile albümde dinleyeceğiniz şeye çok yakın oluyor. Kısacası benim ilk görevim bu oluyor her iki grup için de. Elinizdeki malzemeyle ne yapacağınız konusunda ikisinin de farklı zorlukları var elbette. Jon’un şarkı yazma tarzı ile André’ninki arasında dağlar kadar fark oluyor bazen. Bunun da artıları ve eksileri var. Bu iki müzik aranjmanı tarzının hakkını vermek için elimden geleni yapmaya çalışıyorum. Ama tabii ki sonuç farklı oluyor. André ile aramdaki müzik kimyası, Jon ile olan iş birliğimden farklı sonuçlar doğuruyor; bu da temelde bana sundukları malzemeden kaynaklanıyor. Çünkü ikisinin arasında çok ciddi fark var ve bu benim yaptıklarımı etkiliyor ve kulağa farklı geliyor. Şanslı olduğum nokta şu ki her iki grupta da karakterim yeteri kadar ön planda oluyor ve bu sayede insanlar vokal düzenlemelerini kimin yaptığını ve şarkıları kimin söylediğini ayırt edebiliyor.    

Demons & Wizards bana her zaman Blind Guardian’dan daha karanlık gelmiştir.

Katılıyorum. Şarkı sözleri açısından üçüncü albümün en karanlık albüm olduğunu söyleyenler var. Bence de öyle. Müzikal açıdan ilk albüm de en az bunun kadar karanlıktı bence. Haklısın; iki grubu karşılaştırmam gerekirse ben de aynısını söylerim. Blind Guardian’a göre Demons & Wizards kesinlikle hem daha sert hem daha karanlık.  

III konsept albüm değil sanırım.

Hayır, değil. Albümün adı çok uzun zaman önce belirlenmişti. Bunu aramızda konuşmuştuk. İkimiz de klasik rock müzik hayranıyız ve Demons & Wizards Ii yayınlandığımızda her Demons & Wizards albümünü numaralandırmaya karar vermiştik ama Touched by the Crimson King albümünü yaptığımızda bunu ya unuttuk ya da görmezden geldik. Demons & Wizards III ile sahalara dönmüş olduk (gülüyor). Ama konsept albüm değil.

Şarkıların temaları neler? Biraz bahsetmek ister misin?

Tabii. “Diabolic”in konusu epey açık çünkü şarkının videosu var ve “Heaven Denies” şarkısının devamı olduğunu söylemiştik. Lucifer dedikodusunun devamı niteliğinde… Lucifer’ın diğer iki kötü – sözde kötü – büyük melek Beelzebub ve Satan ile güçlerini birleştirip cennete karşı savaş açmasını anlatıyor. Bu savaş “haklı” bir savaş çünkü anlattığımız hikayede cennet, her şeyin biraz altüst olduğu ve zorbalığın hüküm sürdüğü bir yer. Her şey sıkı bir denetim altında ve özgür iradeye yer yok. Lucifer, Beelzebub ve Satan’ın iddiası bu yönde. Onların da kötü tarafları olsa da bu temel meselede haklı tarafta olabilirler. Bunun dışında Philip Pullman’ın His Dark Materials romanına dayanan, birbiriyle bağlantılı üç şarkı var. His Dark Materials temelde çocuk hikayelerinden oluşuyor ve yanılmıyorsam BBC dizi olarak ilk sezonunu yayınladı. Lyra adında bir kızın hikayesini anlatan harika bir fantezi ve çocuk kitabı üçlemesi. Bu üç şarkı bir şekilde bu kitaplarla bağlantılı ve üzerine şarkı yazmama sebep olacak kadar etkilendiğim karakterlerinin bazılarını yansıtıyor. Tabii ki edebiyattan etkilenirken her zaman kişisel boyutlar kazandırıyorum. “Timeless Spirit” adlı bir şarkı var; sözlerini Jon yazdı. Geçmiş ve gelecekteki enkarnasyonlarınızla karşılaşacağınız manevi bir yolculuğu anlatıyor ve bu enkarnasyonlarınızla bir olmanız gerektiğini anlatıyor. “Midas Disease” insanları manipüle eden bir televizyon vaizi hakkında. Bu adam, söyledikleri ne kadar saçma olursa olsun insanları kandırmayı ve her amacına ulaşmayı başarıyor. “Split” çoklu kişiliklerle alakalı ve bu kişiliklerden biri bütün kontrolü ele geçirmek isteyip diğer karakterleri içselleştirmeye çalışırsa ne olur sorusuyla uğraşıyor. Böyle bir durumda diğer karakterler korkuya kapılıyor ve bir çıkış yolu bulmaya çalışmaktan başka seçenekleri kalmıyor. “Children of Cain” adında bir şarkımız var. Cain’in Çocukları adlı bir topluluk hakkında kurgusal bir hikaye; bir nevi distopik bilim kurgu hikayesi… Bu topluluk Cain’in kanunlarına göre yaşıyor ve bu kanunlara göre yetişkin olmak için erkek kardeşinizi öldürmeniz gerekiyor. Bu hikayede elbette bir şeyler ters gitmeye başlıyor ve hikayenin kahramanı tamamen deliriyor. 

En sevdiğin şarkı hangisi?

Kesinlikle “Children of Cain” – hiç tartışmasız. Müzikal bir serüven. Hız trenine binmek gibi bir şey. Çok kompakt ve tasarlanış şekliyle her dinlediğimde beni şaşırtıyor çünkü çok farklı katmanlara sahip. Bu şarkının üzerinde çalışırken müzikal anlamda ne yapabileceğimize dair – belki biraz abartı olacak ama – milyonlarca fikrim vardı.

Yakınlarda kısa bir videonu gördüm. Muhabirlerin hep aynı soruları sorduğunu ve bu durumdan biraz yorulduğunu söylüyordun. O yüzden ben biraz farklı sorular sormaya çalışacağım. Jon ile senin aranda ve Blind Guardian ile Iced Earth arasında çok yakın bir dostluk var. Müzik dünyasında böyle yakın ilişkiler bulmak biraz zor sanırım. Bunca yıl bu arkadaşlığı nasıl sürdürebildiniz?

Bu arkadaşlık iki grup ilk kez 1991’de birlikte çaldığında tesadüfen oluştu. Hiçbir beklentim yoktu. Iced Earth’ün yaptığı müziği seviyordum. O sıralar ilk albümlerini yayınlamışlardı. Jon’la bir rock klübünde tanışmıştık. Biraz sohbet ettik; birbirimizle iyi anlaşacağımız belliydi ama bunun ötesine geçmedi. Sonrasında o ilk turne deneyimimizde herkesin arasında çok yakın bir kimya olduğu ortaya çıktı. Aynı mizah anlayışı, aynı hırslara sahiptik ve bir açıdan aynı tarz müzikler yapıyorduk. Tabii ki Iced Earth ve Blind Guardian arasında evrenler var ama temelde aynı ruha sahiptik.  İki grup da çok tutkulu ve yaratıcıydı ve yaratıcılık açısından birbirimize hayran kalmıştık. Ama bunun dışında çok normal ve sıradan oluşumuz konusunda da birbirimizden etkilenmiştik. Ve dediğim gibi mizah anlayışımız bile benzerdi ve böylece ortaya bir dostluk çıktı. Ve bu yıllar boyunca değişmedi. Her ne kadar Jon, Iced Earth’ün belirgin lideri olsa da ve grup üyeleri değişse de her gelen üye aşağı yukarı aynı kulvardaydı. Bu şekilde çok yakın bir ilişkimiz oldu ve birkaç turneye birlikte çıktık ve birbirimizin yaptığı işleri hep sevdik. Ama bunun dışında temelde olan şey birlikte yolda olmanın yarattığı deneyimdi. Hep çok eğlendik. Ve tüm bunlar, Jon’un “kardeşlik” dediği şeyi yarattı.

Demons & Wizards aynı zamanda uluslararası bir grup. Sen Almanyalısın, Jon Amerikalı. Her ne kadar İngilizce’yi çok iyi konuşuyor olsan da anadilin değil. Aranızda hiç iletişim eksikliği oluyor mu?

Hayır. Anlaşamamadan kaynaklı bir iletişim eksikliği olduğunu söyleyemem. Ya çok nadirdir ya da hiç. Ama tabii ki tartışma sırasında benim kendimi yeteri kadar hızlı ifade etmem daha zor çünkü süregiden bir şeyin içinde hızlı hareket etmen gerekiyor. Bazen bir cümle kurmak için durup düşünmek zorunda kaldığım oluyor. Bazen bu zaman alıyor ve elbette tartışmayı yavaşlatıyor (gülüyor). Ama diğer taraftan bu durum tamamen kontrolden çıkmayı engelleyen bir şey. Temelde her şeyi konuşabiliyoruz. İş konuşmalarını İngilizce yapmak benim için epey zor ama bu sadece Jon’la olan bir durum değil; genel bir mesele. Bu konuşmalar için iyice düşünmem ve bazen hazırlık yapmam gerekiyor. Ama müzik hakkında konuşmak apayrı bir şey; tamamen manevi bir deneyim. Çok kişisel bir şey ve bu konuda Jon’la hep aynı noktada oluyoruz. Hiç sorun yaşamıyoruz.

Kültürel farklılıklar sorun olmuyor yani?

Hayır, hiç sorun olmuyor.

Anlıyorum. Vokal tarzın hakkında sormak istediğim sorular var. Blind Guardian albümlerine kıyasla Demons & Wizards albümlerinde sesin daha farklı geliyor benim kulağıma. 

Bence de öyle. Bazıları iki grupta da aynı ses karakterini duyduğunu söylüyorlar. Buna da çok itiraz etmem. Ama tabii ki hem aranjmanlara olan hem de şarkıları icra etme konusundaki yaklaşımım farklı. Blind Guardian’da çok kusursuz olmam gerekiyor; bu durum yıllar geçtikçe daha da önemli bir hale geldi. Jon bir şarkıda tek bir evren tanımlıyor ve bu evrenle kolayca bağ kurabiliyorum. André ise tek bir şarkıda evrenler tanımlıyor. Tek bir kısımda o kadar çok bilgi oluyor ki bazen o tek parçanın üstesinden gelmem çok yoğun bir konsantrasyon gerektiriyor. Bu nedenle genel yaklaşımım her zaman biraz farklı oluyor. Bunun müzikle alakalı olduğunu düşünüyorum. Demons & Wizards’da, vokallerle kapatmaya çalıştığım bir alan oluyor. Blind Guardian’da ise vokallerimi çok katı bir aranjmana göre düzenlemem gerekiyor. Bu da farklı sonuçlar doğuruyor.

Eskiye nazaran son yıllarda sesini daha artistik bir tarzda kullandığını düşünüyorum. Ne dersin?   

Evet, olabilir.  Ama bu durum, özellikle son iki albüm (Demons & Wizards III ve Beyond the Red Mirror) için konuşursak, orkestra kayıtlarından kaynaklandı. O kayıtlar sırasında çok şey öğrendim. Organik müzik enstrümanlarına uyum sağlamayı öğrendim. Bu enstrümanların dinamikleriyle bağ kurma şeklim farklı oldu ve bunun epey faydasını gördüm. Metal gruplarına dönüp sıradan bir albüm üzerinde çalışmak çok daha kolay geliyor artık. Geçmişle kıyaslarsam, bu sürece ayak uydurmam çok daha kolaylaştı. Ayrıca Demons & Wizards III, Beyond the Red Mirrora göre daha az yoğun bir albüm. Elimde farklı fırsatlar var ve kendimi eklemleme şeklim de buna göre değişiyor. Örneğin geri dönüp Beyond the Red Mirror’daki lead vokalleri dinlerseniz üçüncü Demons & Wizards albümüyle arasında çok büyük farklar olmadığını görebilirsiniz çünkü orada da benzer teatral yaklaşımlar kullandım. Ama albümün her yerinde çok fazla orkestraysan ve dramatik öge olduğu için vokallerdeki teatral yaklaşım Demons & Wizards III ve orkestra albümündeki kadar belirgin değil. Ama aslında bu, Nightfall in Middle-Earth zamanından beri üzerinde çalıştığım bir şey. Evet, vokallerim A Night at the Opera ve A Twist in the Myth albümlerini yaparken daha operatik bir hale gelmişti ve o noktadan sonra kendimi bu konuda serbest bıraktım. At the Edge of Time albümünde mükemmel dengeyi yakalamıştım. Ve Beyond the Red Mirror albümü sırasında artık çoktan orkestra albümüne yönelmiştim. Şimdi de orada öğrendiğim şeylerden faydalanıyorum.

İki grupta da “iyi” ve “kötü” kavramlarıyla epey uğraşıyorsun. Örneğin “Fiddler on the Green,” “Heaven Denies” ve “Diabolic” ya da “Mordred’s Song”… Ve bunu yaparken dinleyiciye neyin iyi neyin kötü olduğunu sorgulatıyorsun çünkü kötü karakterlerin aslında çok da kötü değil ya da en azından özlerinde kötü değiller. Bu konuda ne düşünüyorsun?

Evrensel olgulara ve hatta günümüzün meselelerine de bu şekilde bakıyorum. Çünkü bazı karakterler ya da topluluklar hakkında belirli bir anlayışa sahip olacak şekilde eğitiliyoruz. Bu konuda aklıma gelen en basit açıklama şu: “Kim teröristtir, kim isyancı ya da özgürlük savaşçısıdır?” Çoğu durumda bu cevap nereden baktığınıza göre değişir. Ve elbette bu mesele bir şekilde bütün hikayelerde görülebiliyor. İnsanlara anlatmanın daha kolay olduğu hikayeler bunlar. Konu ne olursa olsun güncel konuları kullanırsam risk almış olurum; güncel konular şarkıyı yaratan kişiyi bile yanlış yönlendirebilir. Ama dini ya da mitolojik ögelerden bahsederken derdini anlatmak çok daha kolay çünkü o zaman ne demek istediğin herkes tarafından açıkça anlaşılabiliyor. Mordred bunun için mükemmel bir örnek: Mordred asıl kötü olarak görülemez çünkü kaderin elinde bir oyuncak. Oyunun bir parçası; başka bir şey değil. “Diabolic”ten bahsedersek aynı şey Lucifer için de söylenebilir. Bir melek olarak en üst mertebedeyken nasıl oldu da neredeyse bir hiçe dönüştü? Bu her şeyde gözlemlediğim bir mesele ve bir yandan kafamı karıştıran bir mesele. Bu yüzden kimin iyi kimin kötü olduğuna dair kesin yargılar yapmadan – zaten bunu yapamam – soruyu doğrudan dinleyiciye yönlendiriyorum ve onları düşünmeye sevk ediyorum. Bu aynı zamanda (gülüyor) gündelik hayatımızda da geçerli bir durum.  Güvenecek bir şey bulmak çok zor.

Katılıyorum. Grubun isminin epey ilginç bir öyküsü var ama Uriah Heep’in Demons and Wizards albümüyle de bir ilgisi olup olmadığını hep merak etmişimdir.

Hayır. Bunun farkındaydık ama… İsimden bahsediyorsun, değil mi?

Evet.

İsmin nasıl bulunduğundan… İsmi Jon ve eşi buldu. O zamanlar gruba güzel bir isim bulmaya çalışıyorduk.  Jon ve (eski) eşi iki grubun karakterleri üzerine düşünüyordu. Blind Guardian daha çok fantezi tarafındayken Iced Earth daha çok korku elementleri barındırıyordu. Jon’un eşi “Demons and Angels” (İblisler ve Melekler) ismini ortaya atmış. Jon, “Evet, ben korkunç Iced Earth’deki adam olarak bu gruptaki ‘İblis’ olabilirim ama Hansi kesinlikle bir melek değil,” deyince “Wizard” (Büyücü) ismi ortaya çıkmış ve ikisi de bu ismi beğenmiş. Jon beni aradı. “Evet beğendim ama biliyorsunuz, Uriah Heep’in Demons and Wizards adında bir albümü var,” dedim. Ama ikimiz de sorun olmayacağını düşündük. Yani albümden haberimiz olmasına ve albümü sevmeme rağmen grubun isminin bulunmasıyla bir alakası yok.

Evinde jukebox olduğunu duydum.

(Gülüyor) Evet!

45’lik topluyormuşsun. Ayrıca Soungarden plaklarını da topluyormuşsun.

Bulabildiğim her plağı topluyorum ama 90lı yılların 45’liklerini bulmak zor. Evet, “Black Hole Sun” var. Onun dışında Blind Melon ve onlara benzer şeyler… Çok pahalılar. Bunu söylemiştim. Ama dinlediğim şeyler arasında hala müziğin en zevkli örnekleri olduğunu düşündüğüm her şeyi toplamaya çalışıyorum. Her şey olabilir: rockabilly’den punk’a, heavy metal’den hard rock’a, pop müziğin iyi örneklerinden caza, fark etmez… Jukebox’a uyan her şey…

Diğer Seattle gruplarını da seviyor musun, merak ediyorum. Mesela Pearl Jam?

Hiçbir zaman büyük bir Pearl Jam hayranı olmadım. Bence çok iyiler ama Seattle grupları söz konusuysa Metal Church ve Queensrÿche’ı tercih ederim ve tabii ki Sanctuary’i.

Kitapları çok seviyorsun. Son zamanlarda neler okuyorsun?

Geçen sefer konuşmuş muyduk bilmiyorum. Brandon Sanderson’ın The Stormlight Archive’ını okuyorum. Son Demons & Wizards albümü için de ilham oldu. “Final Warning” bu seriden esinlenerek yazıldı. Aslında hala bu seriyi okuyorum. Ayn Rand’i severim; Margaret Atwood’u çok severim. Onun kitaplarına epey baktım. Daha önce söylediğim gibi Philip Pullman okuyorum. Bakalım bundan sonra ne gelecek. Belki Joe Abercrombie olabilir; birçok insanın önerdiği bir isim. Hala okumak istediğim kitapları var. Ondan pek bir şey okumadım; ya da belki de hiç okumadım. Onu bile hatırlayamıyorum şu an. Genel olarak bunlar.

Yüzüklerin Efendisi’in dizisi yapılıyor. Ne düşünüyorsun? İzleyecek misin?

(Gülüyor) Bir bakarım herhalde. Pek yüksek beklentilerim yok. Eminim tonla para harcamışlardır ama bazen bu şirketler en iyi dizileri öyle hızlı bitiriyorlar ki çok rahatsız oluyorum ve bu yüzden yeni bir diziye başlamaktan da korkuyorum. Bir diziye başlamak için her zaman en azından ikinci sezonu çıkana kadar bekliyorum. Çoğunlukla diyeyim. Bazen merakıma yenilip tek sezonu olan dizileri izlediğim oluyor. Bu konuda en kötüsü kesinlikle Netflix. Ne yaptıklarını hiç anlamıyorum. Mesela Penny Dreadful’u üçüncü sezondan sonra bitirdiler. İlk iki sezonunu çok sevmiştim. En azından bir sona bağladılar ama üçüncü sezonda çok şey eksik kalmıştı. Bu hep böyle oluyor. Ya da mesela Kimmy Schmidt. Dizinin tam adını bilmiyorum ama “Kimmy Schmidt” gibi bir şeydi (Unbreakable Kimmy Schmidt). Onu da bitirdiler. O kadar komikti ki… Bir diziyi neye göre devam ettirip neye göre bitireceklerini nasıl ölçüyorlar hiç bilmiyorum. Sanırım Amazon yapımı ama Yüzüklerin Efendisi de ilk ya da ikinci sezondan sonra tarih olabilir diye endişeliyim.

Demons & Wizards yakın bir zamanda turneye çıkmayacak sanırım.

Evet, doğru. Bunun için fırsatımız yok. 2019’da elimizden geldiği kadar konser verdik. Şimdi asıl gruplarımıza dönme zamanı. Blind Guardian ön prodüksüyona çoktan başladı. Ben de yakın bir zamanda albümün prodüksüyonu için stüdyoya gireceğim. Jon da benzer bir durumda. Bu yüzden 2020’de konser yok. 2021’de birkaç festivale çıkma şansımız olabilir ama ondan bile şüpheliyim.

Anladım. Bitirmeden önce bir şeyden bahsetmek istiyorum. Geçen sefer söylemeyi unutmuştum. Spotify’a göre İstanbul dünyadaki bütün şehirler arasında Demons & Wizards’ın en çok dinlendiği üçüncü şehir. Blind Guardian dinleyicileri arasında da ikinci sırada. Yani iki grup için bakarsak en büyük ikinci ve üçüncü şehiriz.

(Gülüyor) Şaşırmadım açıkçası. Türkiye’de çok güçlü bir takipçi kitlesine sahip olduğumuza inanıyorum. O yüzden çok şaşırmadım.

Belki bir dahaki sefere Demons & Wizards’la İstanbul’a da gelirsiniz.

Elimizden geleni yapacağız. Kasten yaptığımız bir şey değildi. Bize sunulan tekliflerden programımıza hangileri uygunsa onları kabul ettik. Ama Türkiye’de konser vermek her zaman büyük bir zevk.

Bunu duyduğuma sevindim. Seni daha fazla tutmak istemiyorum. Ailenle iyi tatiller dilerim.

Çok teşekkürler. Sana da iyi hafta sonları. Umarım Demon & Wizards albümleri en kısa zamanda eline ulaşır.

Bu gece için saatleri sayıyorum. Sonrası için de haftaları sayacağım.

(Gülüyor) Güzel yöntem. Beş buçuk saat kalmış.

Evet, gittikçe azalıyor. Tekrar vakit ayırdığın için teşekkürler.

Ben de röportaj için teşekkür ederim. Biliyorsun, yakında yine konuşacağız.

Umarım.

Kendine iyi bak.