Art Diktator Fotoğrafları: Tolga Koloğlu
Türkiye yeraltı sahnesinin başat emekçilerinden Hakan “Mezarses” Nurcanlı ile Adviye “Ravenna” Nurcanlı’nın meydana getirdiği Art Diktator, kendi kulvarlarında gönüllere dokunmuş, karanlıktan beslenen ve kendine has bir oluşum. Hakan ve Adviye’yle Art Diktator’u konuşmak için oturduğumuzda ise sohbet, çiftin hikâyesi kadar Mezarses’in engin müzikal geçmişini de anlatmaya başladı. İkilinin şimdiye kadarki belki de en samimi söyleşisini okumak isteyenleri aşağıya alalım.
Nasılsınız, keyifler nasıl?
Adviye: Hakan’ın bir lafı vardır. Hep “Bu hayatımdaki en kötü yıl” der durur. Ben de dalga geçerim, “Seni tanıdığımdan beri hep böyle diyorsun, her yıl en kötü yılın.” diye. Bu sefer ben de öyle diyorum, zor bir yıl oldu gerçekten.
Hakan: Başka şeyler bir yana çocuk büyütmek seni sosyalleştiriyor. Sosyalleşmek de benim hiçbir zaman ne hazır olduğum, ne de ilgimi çeken bir şey. Hatta fobim olan bir şey. Bu yüzden korkunç şeyler yaşayıp duruyorum.
Adviye: İstemediğin şekilde sosyalleşme yani. Normalde hiç görüşmeyeceğin kişilerle görüşmek falan, ondan bahsediyor.
Hakan: Hakikaten insanlarla yakın temasa uyabilen bir yaratık değilim. Asosyalim ben. Böyle doğdum, böyle öleceğim. Baba oldum diye de şen şakrak olamıyorum. Ters kalıyorum, ağır kalıyorum. Bu da hep sorun yaratıyor.
Şu anki haletiruhiyenizde Bodrum gibi daha sakin bir yerden İstanbul’un kaosuna dönmenizin bir etkisi var mı?
Adviye: Yok.
Hakan: Bende var, bunu inkâr edemem; ama başka aşamadığım, değiştirmeyeceğim şeylerin beni boğması da var.
Adviye: Başka başka kolumuzdan çekiştiren faktörler var. Onlarla beraber İstanbul zor oluyor.
Bir yandan da elbette müziği seyircilere ulaştırabilme anlamında en fazla imkânın olduğu yer açık ara İstanbul.
Hakan: Orası doğru. Öbür türlü Marmaris’de turistlere zaten içinde büyüdüğüm ve bir şekilde kökenimde olan Avrupa pop müziğini çalarak geçinebilirdim. Avrupa pop müziği çaldığım zaman özenti tutumuna düşmem, çünkü o müzikleri biliyorum. Abba küçük yaşlardan beri benim kulağımı, beynimi doldurmuştur mesela. Ama o yine sınırlı bir mesele, öyle değişik seyircilere çıkmak diye bir şey yok orada. Cover yaparsın anca. Bu projenin içinde de yapıyoruz gerçi, fakat çeşni olarak…
Adviye: Evet, mesela biz 12 sene o taraflarda kaldık. Bir türlü buna motive olamadık.
Hakan: Yine yanlış anlaşılmasın. Bu da bir iş elbette.
Adviye: Evet, ama bizim için ideal ifade şekli değil.
Hakan: Ama 80’li yıllardan daha tipik dinleyicinin bilmediği şarkılar var. Onlardan bayağı cover yaptım. “Self Control”ü de çok iyi uyarladım. Çünkü ben o şarkının orijinalini biliyorum, Laura Branigan’dan önce İtalyan Raff söylemişti.
Adviye: Belki ilerleyen yaşlarımızda olur, 65’ten sonra falan…
Sonuçta İstanbul bizim doğup büyüdüğümüz yer. Ama artık burası başka bir yer. Onu çok hissediyoruz. Çok az alan kalmış yaşayabileceğimiz. Örneğin kızımı bir AVM’ye götürüyorum oyun alanına. Eve beş dakika ve ben o evde doğup büyüdüm, Hakan da bu semtte büyüdü. Geçen oradaki kızlar bize dedi ki siz yurt dışından mı geliyorsunuz, yabancı mısınız? Türkiye’de çok sınırlı bir alanda garipsenmeden yaşayabilecek duruma gelmişiz. O biraz üzüyor tabii. Bizim gençliğimizde böyle değildi.
Aslında bu eski İstanbul, yeni İstanbul konusu üstünde durulmaya çok müsait. O yüzden şöyle bir şey sorayım: 90’ların alternatif müzik sahnesinden aklınıza hemen şuracıkta nasıl anılar geliyor?
Adviye: Çok var. Ama ilk aklıma geleni söyleyeyim. Beyoğlu Eski Gitanes’da 1994 yılı olması lazım, Zen grubunun bir konserine gitmiştim. Doğaçlama yapıyorlardı. Tüylerim diken diken olmuştu. Çok iyi bir performanstı ve ben 16 yaşındaydım. Büyülenmiştim.
Zen’in dışında 1998’de Taksim’de The Doors diye bir mekanda Neoplast sahneye çıkmıştı. Grubun ilk zamanlarıydı. Büyük bir organizasyondu. Taksim, Kadıköy, Bakırköy; herkes oradaydı. Sahneye çıktılar… Böyle bir şok yok gerçekten. “Bunlar ne yapıyor ya?” diye uzun süre baktım. Müzik, kostümler, şov. Hakan vokalde, 6 kişilerdi o zaman. Çok acayip bir ortamdı. İnsanları şok etmek için özellikle çalışılmış gibi bir projeydi ve deneysel tarafı her açıdan yoğun bir gruptu. Gerçekten ağzın açık bakıyordun nedir bu diye. Şimdi kelimelerle anlatabileceğim birşey değil.
Böyle bir şeyi şu an bile İstanbul’da zor görürsün aslında.
Adviye: Göremezsin. Şu an bile göremezsin.
Hakan: Fazla satanistmişiz abi. (gülüşmeler)
Adviye: Ben şimdi anlatamıyorum, ifade edemiyorum. Böyle kalıyorsun. Ve Hakan o manyaklığı çok sakince yapıyordu. Artık o delilik yok.
Hakan: Ben şimdi anılarımdan hangi birini nasıl anlatayım bilmiyorum.
Adviye: Ben bütün 90’lar anılarımda seyirciydim. Senin belki sahnedeki bir anın olabilir.
Hakan: Aklıma bizim Bora’nın kolunu kırışı geldi.
Adviye: (gülüyor) Evet ya, ben de vardım orada. Bizim Dede dediğimiz bir arkadaş vardı, bisiklet sporuyla uğraşıyor. O zaman da hep rollerblade’lerle gelirdi Bakırköy meydana. Levent’te Concert Hall denen yerde 1995’te büyük bir death metal festivali düzenlendi. Hem İstanbul’dan, hem başka şehirlerden 15 grup falan vardı. Çok yüksek balkonları vardı mekânın. O da sporcu, hareketli biri olduğundan hızını alamayıp balkondan atlayıp kolunu kırmıştı.
Hakan: Kemiği çıkmıştı.
Adviye: Çok ağır yaralanmıştı. Coşkuya bak.
Hakan: Bizim konserlerde bildiğin kemik sesleri duyardın, çatır çutur. Bu arada hayatımda o günkü konserde yuhalandığım kadar yuhalandığımı hatırlamıyorum. (gülüyor)
Adviye: Bir ara projen vardı o zamanlar değil mi? Stage Terror. Deathroom’un hemen sonrası, Neoplast’ın öncesi. Deathroom’un fanatik hayranları bayağı yuhalamıştı. Ben çok beğenmiştim mesela o projeyi. Endüstriyeldi bayağı…
Hakan: Techno hislerle yapılmış sert bir müzikti. Grindcore sound’u da var, ama disco ruhuyla yapılmış. İnsanlar bunu hoş karşılamadı tabii.
Deathroom, Neoplast gibi projeler o zaman için yapılmamış şeylerdi cidden. Seni de Türkiye’de underground müziğin öncüsü olarak görüyorum Hakan. Ama mesela şimdiye baktığında darkwave’i herkes dinliyor. Çok acayip bir değişim değil mi? Adviye, sen yanımızda gelmeden önce Hakan’la günümüz insanlığının içimizdeki karanlığı daha iyi görme ihtimalini konuşmuştuk…
Hakan: Adviye’nin dediği gibi: Kendi cenazemizde dans ediyoruz aslında.
Adviye: Geçen birden öyle dedim. Aslında çok karanlık bir hayatımız var. Bu aralar zaten çok depresifiz. Müziğimiz de bunun etkisinde tabi. Yıllar içinde belli performans formülleri tutturduk. Mesela uzun zamandır konserler kesintisiz gidiyor. Seyirciyle pek konuşulmuyor. Oysa çok güçlü bir personası var Hakan’ın. Çok zengin. Biz onu şu an bastırıyoruz, bunu bilerek yapıyoruz. Niye biliyor musun? Çünkü onu yapmazsak müziğimiz dinlenmez. Hakan konuşulur. İnanılmaz bir insan. Onun yaptıkları, söyledikleri konuşulur. Bana müsaade, birazdan döneceğim.
Hakan: Müziğimizin dinlenmesini istiyoruz.
Persona dediğiniz şey, bir yerde dikkatleri üstünüze de çekemez mi?
Hakan: Ben sana 80’lerden, post-punk döneminden bir örnek vereyim. O dönem grupların bazıları bunu öyle abartmıştı ki onlar için kendini öne çıkarmak günah gibi bir şeydi. Suçtu. Ambiyans önemliydi ve bir bireyin o ambiyansı delmesi yasaktı. İşte şu an bence biz de o kafadayız. Yaptığımız müzik ve o ruh hâli çok değerlendi. İçinde olduğumuz dönem bunu istiyor. Kaşımı, gözümü değil. Ağzımda kaç dişim var bilmiyorum, ama insanlar bunu duymak istiyorsa efendice çekileceğim güne kadar bunu yapacağım.
Yayınlanmamış birçok işimiz var bizim. Hepsinde de o isyan, o enerji, o rock’n roll, o elektro, o synth bir arada duyuluyor ve duyulacak. Bizde bir punk çiğliğiyle synth, techno hep iç içe. Ben Terminator‘ün çıktığı seneyi hatırlıyorum. Bir kulübe giriyor Arnold Schwarzenegger’in karakteri, adı Technoir. Bu dönemde punk, synth ayrımı yok. Her şey iç içe: Asilik, fütürizm, umutsuzluk, baştan çıkma… Bunun benzinini de yola ilk Mad Max dökmüştür.
Evet, mükemmel bir seri.
Hakan: Bizim dönem bu. Her grup bundan kesinlikle bilerek ya da bilmeyerek etkilenmiştir. Bazısı bunu kabul edemez, ama kendilerine baksınlar. Ben bunu bırak kabul etmemeyi, bağırırım. Deathroom’da bile bunu anlatıyordum: Mad Max, Terminator, eski zombi filmleri; biz buyuz diyordum. Başka bir şey olamayız, olmak gibi bir arzumuz da yok. Şimdi yine zombi furyası var, insanlar buna döndü. Garip değil hiç aslında, normal.
Gruplar kendilerince farklılaşabilir, ama özünde herkesin sahip olduğu şey rock and roll bence. 1920’lerde, 1930’larda Amerika’nın gençleri eski Ford’ları alıp, modifiye edip yarışıyorlardı; o da o dönemin punk’ı. Herkes bunu kendince yapıyor. Bağcılar’daki genç de, hip-hopçu da bilmeden yapıyor. Bilerek yapan hip-hopçular da var. Mesela bizim arkadaşımız Dr. Zehir var, eskilerdendir. Onu dinlersen punk ve hip-hop’ın çok iç içe olduğunu görürsün.
Death Grips dinliyor musun merak ettim.
Hakan: Kim?
Death Grips. Sevebilirsin. Punk, hip hop, techno karışımı, nispeten yeni bir ekip.
Hakan: Olabilir. Kaçırmayacağım, bakacağım ona.
En sevdiğin korku filmlerini merak ediyorum. Bu soruma da “Fulci Lives!” ilham vermiş olabilir.
Hakan: Versin tabii. Fulci bir başka. Tabii o dönemin imkânları ve kadrolarının verdiği ruh da var, Frizzi’nin o müzikleri de eşsiz. “Paura” adlı parçasını bugün girişte çalıyoruz. Zombi 2’nin müziğini de… O zaten bambaşka bir olay, su altında zombiyle köpekbalığı kavga ediyor. Nasıl filmler, nasıl bir kafa? Eskiden komedi yönetmeni olan bir adam bu branşa geçiyor.
Adviye: (odaya dönüyor) Ne anlatıyorsun?
En sevdiği korku filmlerini sordum. Seninkiler ne?
Adviye: Ben korku filmi pek sevmiyorum. Ama Fulci’yi çok severek izledim. Bir de diğer yönetmen, adı neydi?
Hakan: Dario Argento.
Adviye: Onu pek sevemedim mesela, ama Fulci’yi sevdim.
Hakan: Adviye de Fulci’nin düşüncesini aynen paylaşıyor. Fazla teatral ve artistik buluyor Argento’yu. Mesela kadın intihar ediyor Fulci’nin filminde, intiharının safhalarını Fulci ayrıntılı çekiyor. Çünkü niye? Bu böyledir diyor. Düştü gitti yok, bir de düşerkenki ayrıntılar var. İşte bu Fulci’dir. Buna ek olarak bir de bir fenomen ve ambiyans var ortada.
Adviye: Fulci’nin en sevdiğim filmini ta fi tarihinde Facebook’ta kapak fotoğrafım yapmıştım… Neydi o Hakan?
Hakan: The Beyond.
Adviye: Evet. The Beyond. Korku dışında Aki Kaurismaki sanırım yaşayan en sevdiğim yönetmen.
Hakan: Benim de. İnsancıkları bu kadar güzel anlatmak, hayatı bu kadar güzel aktarmak bence çok değerli. Tamam korku, dehşet güzel ama maskelerimizin ardındaki insancıkları da es geçmemek lazım.
Adviye: Çok iyi filmler, çok iyi yönetmenler izledim. İstanbul’dan uzaktaki 12 yıl bize iyi şekillerde de dokundu.
Hakan: Hayatımızın zor anları oldu. Sevdiğimiz filmler bizi kurtardı.
Adviye: Dünyanın kalabalığında bazen çok izole hissedebiliyorsun, albümümüzün adı da Isola zaten. Mesela şu an bile geçerli bu. Bu gece diyelim ki iyi bir konser verdik. Etkilenecek insanlar, evet ama birkaç gün içerisinde unutacaklar.
Hakan: O ruhsal bağlantıyı koruyamayacağım.
Adviye: Bizi unutmayabilirler elbette, ama bu şehrin kalabalığı ve dinamiğinden dolayı daha az kalacağız akıllarda.
Ama belki de o kalabalıktaki herkes öyle sık sık konsere gitmiyordur. Bir arkadaşım sizi Şahika’daki konserinizde ilk kez dinledi, üstünde kalıcı bir etki bıraktığınızı da düşünüyorum.
Hakan: İyi bir noktaya değindin. Müziğimizin ipe sapa gelmezliği, saçma sapanlığı yalnızlık sosuyla da birleşince o yalnızlığın verdiği kuvvet yaptığımız şeyi çekici kılıyor diye düşünüyorum.
Adviye: Artık biraz yaşımız da var. Kendimizi çok göstermektense müziğimizi dinletmek istiyoruz.
Hakan: O maskeler de bunu anlatıyor zaten.
Adviye: Ama şöyle de bir dezavantajımız var: Hakan’ın yaptığı söz müzik külliyatı aşırı geniş, 1989’dan bugüne düşün nasıl bir arşiv var, ama insanlar sadece Art Diktator’ü biliyorlar; o da YouTube’da, Spotify’da gördükleri bir iki şarkı ve video sayesinde. Oysa arada yayımlanmamış ya da kaybolmuş korkunç iyi başka dönemler var.
Türkiye müzik tarihinde arşivcilik hak getire, evet.
Adviye: Bende bile doğru dürüst Neoplast CD’si yok. Arada insanlar gönderiyor, onlar da bozulmuş. Spotify’a koymak istiyorum, ama yok işte ortada bir şey. Bir tek grubun ismini taşıyan albümleri var, o da en kötü kayıtları. Onu da Zihni Müzik satıyordu. Onun dışında biz kendimiz bulamıyoruz ki paylaşalım.
Hakan: Bir yerden çıkar. Zamanında ben çok dağıtırdım. İlla birilerinin bir kenarda, bir köşede bir şeyleri kalmıştır. Hep söylüyorum, “Hissiz”in orijinal versiyonu kayıp. Orada bir bölüm var, kendim dinleyemiyorum, korkuyorum, o derece.
Adviye: İnternetteki orijinali değil. Orijinalini arıyoruz, bulamıyoruz. Ki o da Art Diktator’ün ilk solo çalışması aslında. Grup elemanları gidiyor, o işi tamamen Hakan çıkarıyor. O yüzden de adına hem Neoplast hem Art Diktator yazıyor.
Hakan: Bu şekilde lanse ediyordum. Klavyeci Astro Spektra hoşlanmıyordu bu durumdan. Ben de diyordum ki “Siz istikrar göstermiyorsunuz, ne yapayım?”
Adviye: Deathroom kendi döneminde kaldı, bizimle alakası yok grup olarak. Davulcusuyla komşu olmamız dışında… (gülüşmeler) Ama Art Diktator, Neoplast’tan ayrı bir proje değil, devamı gibi aslında. Neoplast’ı daha geçenlerde dinledim, harika bir gotik rock var orada. Ve onu insanlar bilmiyor. YouTube’da, orada burada tek tük videolar var sadece. İşte onları koymam lazım ki bu ülkede o zamanlar böyle şeylerin yapıldığı görülsün, duyulsun.
Hakan: Bir keresinde beni “Ne ayaksın?” diye karakola götürmüşlerdi. O yıllarda çok sık göz altına alınıyordum tipim nedeniyle, sokağa çıkmam yetiyordu. Ben de müzik yapıyorum, CD’lerimi hep yanımda taşırdım demo dağıtayım diye. Bir kadın polis dinledi ve dedi ki: “Sen nasıl intihar etmiyorsun abi?”
Adviye: O ara dönemin ünlü bir prodüktörüne lanse etmek istemişler Neoplast’ı. Tanışılmış adam dinlemiş, fakat “Ben bu işin promosyonunu pazarlamasını yapamam, çok karanlık.” demiş.
Hakan: Evet, “Toplum buna hazır değil!” demişti. Sene 2005 falan sanırım.
Adviye: Mesela yine Neoplast’a bir albüm yapılmaya karar veriliyor. Los Angeles’tan geliyorlar.
Hakan: 2007’de.
Adviye: Fakat albüm hayat bulamıyor, değil mi?
Hakan: Yarısında iptal ettik projeyi.
Adviye: Hakan’da stüdyoya girme fobisi var; kontrolü ses olsun, yapımcı olsun, menajer olsun, birilerine verme konusunda sıkıntısı olan bir insan. O yüzden o albüm de çıkmıyor. Belki çıksa bugün hikâye bambaşka bir yerde olacak. O dönem genel olarak karanlık müziklerin başını Hakan çekiyor. Herkes 90’larda yeni hareketlere öncü oluyor. Çoğu patladı, bugün herkesin bildiği isimler oldu Türkiye’de. Hakan’ın da o dönem patlaması lazımdı aslında. Fakat belki de o prodüktörün dediği gibi Türkiye buna hazır değildi.
Hakan: İnsanlar ürküyordu benden ama bir yandan. Neoplast’ın eski dönemleri gerçekten ekstrem karanlıktı, onu söyleyeyim. Karanlığın en, en, en dibiydi.
Adviye: Yer bulamıyor ve karanlığa geri düşüyor… Neoplast’ın o zamanki konserlerine de bir şekilde Avrupa görmüş, darkwave’e biraz aşina olan üç beş kişi geliyor zaten sadece. Kimin lafıydı ya, “Bizde seyirci yok, şahit var.” diyen sen miydin Hakan?
Hakan: O benim lafım değil ya. Ama çok sevdiğim bir laftır.
Biz aslında geçmişten bahsetmeyi çok sevmeyiz. Bugün böyle oldu. Bugünkü müzik ayrı bir mesele. Zamanın dışında bir müzik. Zaten zamanın dışında kalması onu geçerli kılıyor. Bu da bir paradoks, ama öyle. Trendlerle ilgisi yok yani. Ama maalesef evet, geçmişten üstümüzde büyük bir yük var. Bunu unutamıyoruz.
Adviye: Ben Hakan’la beraber çalışmaya ilk başladığımda herhangi bir enstrüman çalmıyorum. İyi bir müzik dinleyicisiyim, ama müzik üretmekle alakası olmayan bir beyaz yakalıyım. Bana dedi ki “Sen bu işi yapacaksın.” Ben de dedim ki “Yapmayacağım, çünkü benim zaten bir işim var. Sizin gecelik aldığınız para benim o gün orada içtiğim içki parası, ben bu işi yapmayacağım. Sen yap, ben sana alet falan alayım.” (gülüşmeler) Öyle kandırmaya çalıştım. Öte yandan Hakan yetenek avcısı gibi bir şeydir. Sonradan tanınmış müzisyenlerin projelerine girdiği olsa da, eski gruplarının ana kadrolarını hep mahalleden, konu komşusundan toplamıştır Hakan.
Hakan: Birlikte çalıştığım insanlara baktığımda; istikrarları, yaklaşımlarındaki dürüstlük, koşullar, enstrüman yeteneği hep farklı seviyelerde seyrediyordu. Ama hepsinde ortak bir şey vardı; o da o ruh. Zorla yapmadılar bu işi. Kimisi bunu taşıyamadı hayatında. Kimisi başka şeylere öncelik verdi. Oluyor öyle. İsmi lazım değil, bir tanesinin öyle besteleri var ki. Daha Türkiye’de darkwave’in böylesi yapılmadı. Ama adam kayıp, her anlamda…
Yaptığımız müzik ve o ruh hâli çok değerlendi. İçinde olduğumuz dönem bunu istiyor. Kaşımı, gözümü değil. Ağzımda kaç dişim var bilmiyorum, ama insanlar bunu duymak istiyorsa efendice çekileceğim güne kadar bunu yapacağım.
Hakan “Mezarses” Nurcanlı
“Fulci Lives!”e dönelim. Bir arkadaşım şarkının isminin Bauhaus şarkısı “Bela Lugosi’s Dead”e olan benzerliğine dikkatimi çekti ve bir korku sineması ikonunun ‘ölümünü’ duyuran bir şarkıya bir başka ikonun ‘yaşıyor’ oluşuyla cevap vermiş olmanız, bu vesileyle bir nevi iki saygı duruşunda birden bulunmuş olmanız mümkün müdür diye sormamı istedi.
Hakan: Yok, öyle olmadı. Ama ‘’Fulci Lives’’ bizim için çok önemli, bunu ne kadar vurgulasam azdır.
Adviye: Hakan normalde saçma sapan şeyler dinler. Sinir bozucu, ucuz şeyler… Onu güldürecek şeyleri sever. Kendi içinde çok karanlık ya, o yüzden herhalde. Ben öyle değilimdir mesela. Hatta ağır filmler izlemeyi falan çok severim. Hakan sevmez. Çoğu zaman ben de onun izlediği saçmalıkları izlemem. (gülüşmeler) Tabi bazen aynı şeyleri sevdiğimiz de olur. “Fulci Lives!”i bana dinlettiğinde o kadar aynı ruh halindeydik ve o kadar dibe vurmuştuk ki. Sanki biz de birer zombi gibiydik. Dedim hemen yapıyoruz bunu. O da, ama iki şarkı var, dedi. O zaman dedim tamam, ikisini de yapıyoruz. İkisini birleştirip tek şarkı haline getirdik. O iki şarkı olmasaydı, “Fulci Lives!” olmasaydı Isola albümü de olmazdı.
Hakan: O şarkıda bizim ülkemizde ülke insanına yapılan şeylerin altındaki o iğrenç günaha duyulan şiddetli isyan var. City of the Living Dead filminde bir rahip intihar ederek ölüler dünyasının kapısını açıyor. Onun gibi biz de orada ölelim dedik. Bu hayatsa, güç buysa bu güce lanet olsun dedik.
Peki Isola‘nın üretim sürecine baktığınızda en kolay ve en zor ortaya çıkmış iki şarkı nelerdi?
Adviye: Güzel bir soru. En kolayı “Beton Mezar”dı. Ben prodüksiyon anlamında konuşabilirim gerçi. ‘’Beton Mezar’’ Hakan’ın 2009’da İstanbul’u terk etmeden önce yaptığı son şarkı. Ekümenopolis belgeseli için sipariş üzerine yapıldı. Üçüncü köprü henüz inşa edilmemişken bilim insanlarının, mimarların neden asla yapılmaması gerektiğiyle ilgili konuştukları bir belgeseldi o.
En zoru da “Moscow” tabii ki. (iç çekiyor) Onu yapana kadar dört şarkı daha yapardım. (gülüşmeler) Çünkü biz gerçek anlamda müzik eğitimi almış insanlar değiliz. Ve o Almanca… Almanca bilmiyoruz arkadaş biz. Üstelik pop bir şarkı. “Sen ve Ben” de zordu benim için. O da aslında 2001 tarihli bir Neoplast şarkısı. Orijinali de çok güzel gitarlar vs, çok hoş. Şimdi şöyle bir zor durum var; Hakan’a kayda gel dediğimde sıkıntı oluyor ikimiz için de. Zor kayıt alıyoruz. Kendi kaydettiği vokallerde daha iyi söylüyor, ama onlar da çok kötü kaydedilmiş oluyor. “Sen ve Ben”deyse vokalleri o kadar beğenmiştim ki tek tek üstünde çok uğraşmak zorunda kalmıştım.
Benim için tüm mesele prodüksiyon yani. Sosyalleşmeyi, içmeyi, takılmayı falan seven biriyim; ama mesela sahne kısmındansa bilgisayarda prodüksiyon yapmayı daha çok seviyorum.
O zaman ufukta yeni şarkılar var mı diye sormasam olmaz…
Hakan: Var. Aslında yeniden ziyade bilinmeyen çok şarkı var. Ya da az bilinen, karanlıkta kalmış, bilinmesi gereken şarkılar… Bunları illa bir albüm çıkarsa oraya koyacağız. Dinleyenler bazıları için bunları biliyorduk diyecekler, bazılarını da kesinlikle bilmelerine imkân yok. Bu ara daha çok Adviye’nin zaman bulabilse, çalışabilse kotaracağı işler beni daha çok heyecanlandırıyor. Ben yapmışım yapacağımı aslında…
Adviye: Mesela ben de üretebilirdim, ama o kadar çok üretilmiş şey vardı ki ben Hakan’ın eksiğini tamamlamaya çalıştım. Söz yazabilirdim, müzik yapabilirdim. Fakat zaten çok materyal vardı ve buna gerek yoktu. Şu an da yeni bir şey üretmesek bile zaten bir sürü eski iş var. Onları daha kalıcı bir şekilde toparlamak, insanların duymasını ve kaybolmamasını sağlamak istiyorum.
Örneğin MySpace döneminde Hakan her ay yeni şarkı koyardı. MySpace çok güzeldi ya, keşke hiç kapanmasaydı.
Aynı şey değil, ama SoundCloud var şu aralar.
Adviye: SoundCloud’u ben bırakalı çok oldu. Ne bileyim, aynı tadı vermiyor. Şöyle düşün, MySpace zamanı Facebook, Instagram yoktu. Herkes MySpace ile sosyalleşiyordu. Hem de bizim gibi insanlar, yani müzik seven insanlar.
Müzik alanında hep kendimizin istemediği birtakım kesintiler yaşıyoruz. Üretim süreci kesiliyor. Sahneye çıkma kesiliyor. Mesela bugün çıkacağımız Karga’da en 2018’de çalmışız. Onun üzerinden bile 6 yıl geçmiş. İnsan neye isteyip ulaşamıyor ve zorlanıyorsa hayat amacı oymuş aslında. Bunu bir yerde okumuştum. Ve gerçekten biz de müziğe devam etmek konusunda çok zorlanıyoruz. Aslen bunun için bir araya gelmiştik ama hayat hep engeller çıkarıyor. Hep çok zorlandık, halen zorlanıyoruz.
Bugün geldiğimiz noktada neyi hedefliyoruz dersen: Ticari başarı peşinde değiliz. Ama olur da biri bizi alır; bir filme, diziye koyarsa hayır demeyiz. İnsanlar kendileri keşfederse ne mutlu. O toprağı derin kazıp da bulan biri olursa hayır demeyeceğiz. Bugün yirmi yaşındaki insanları önümüzde gördüğümüzde çok mutlu oluyoruz. Başardık. Bizim için başarı bu.
Diyelim ki bundan 100 yıl sonra müzisyenlerin anısını onore eden bir parktayız. Parktaki her ismin kendine ait bir anıt taşı var, üstünde de bir şarkı sözleri yazıyor. Art Diktator’ün anıtında ne yazardı?
Hakan: “Senin Namazın Faydasız.”
Harika cevap, teşekkür ederim. Benim sorularım bitti, sizin ekleyeceğiniz bir şey varsa buyurun.
Hakan: Var. Olur da başarıyla bir albüm daha yaparsak adının şahsen Geberin olmasını istiyorum. Ama bu benim düşüncem tabii.
Adviye: Hayır ya… (Gülüşmeler)
Art Diktator’un Bandcamp profiline şuradan göz atabilirsiniz.