Yine sıra geldi bir sene sonu listesine. Bu aynı zamanda demek oluyor ki sevdiğimiz birçok grup ve sanatçı, listeyi ucundan kıyısından ıskalayacak. Oysa rahmetli Levent Kırca’nın da dediği gibi: “Niyetimiz kimseyi kırmak değildir.” 2018’ten 18 albüm seçip diğerlerini ayırmak, elbette işin şakası. Dinleyip sevdiğimiz daha nice albüm var. Onların da yeri ayrı. Bu liste öncelikli olarak gözden kaçması kolay albümlere odaklandı, ama bu kuralın da bir iki istisnası var. Lafı çok uzatmadan, işte alfabetik sırayla alternatif bir 2018 listesi…
All Traps on Earth – A Drop of Light:
İsveç’in karanlık ormanlarına dikildiyse de kökleri bir şekilde bildiğimiz evrenin dört bir yayına yayılan senfonik prog şaheseri. John Brand’in orkestra şefliğinde, kızı Miranda Brand’in büyüleyici vokallerinde ve John’un da içinde bulunduğu kült grup
Änglagård emektarlarının enstrüman işçiliğinde harika bir uyum, ustalık ve gizem yatıyor. Herkesin içine düşmesi gereken bir kuyu bu!
Gotik geçmişini şimdilik biraz sineye çekip renk olarak griden kırmızıya, rock’n roll’dan yer yer dream pop’a geçiş yapan Calvi, hem ton hem tavır olarak progresif ve modern bir iş ortaya koymuş. Glam rock’çıların elinden aldığı bayrağı biraz kendi perspektifine, biraz da 21. yüzyıla bulamış. Hunter, kimi dinleyişlerde baştan sona kusursuzca akmasa da fırsat buldukça parıldayan bir elmas.
Arthur H – Amour Chien Fou:
Arthur H’in müziğini özel yapan birden fazla faktör var: Gitarist, piyanist ve şair kimliklerini sırtında dengeli biçimde taşıması, Tom Waits ile Benjamin Clementine’ı aynı anda akıllara getiren vokali, iki disklik son albümü Amour Chien Fou‘da halen şaheserler üretebilmesi… Serseri ozanlar içinde kendine has bir duruşu olan şapkalı Fransız, bu son eserinde yine duygulu, yine acılı, yine umarsız.
Daha önce BKO adlı albümleri için Mali’yi ziyaret ederek oranın yerlisi müzisyenlerle çalışan, gücünü adeta toz toprak içinde dünyayı gezip çevresindeki seslere kulak vermekten alan Dirtmusic‘in bu defaki durağı Anadolu. Vizyon geniş, müzikteki işçilik ince, sound ise en akla gelen tabirle sinematik ve cayır cayır yanıyor. 7 sahnesi boyunca sürprizlere açık, yenilikçi ve oldukça politik bir film bu.
GoGo Penguin – A Humdrum Star:
Minimalist kabuklu, lakin inanılmaz boyutlarda hareket eden gizemli bir şeyler mevcut 50 dakika boyunca. Kimi yerlerde bu müzikler, bir bilimkurgu filmine koysanız sırıtmazmış izlenimi veriyor; öte yandan bu filmin distopya türünde olması biraz zor. Bu gizemin içindeki şey, karamsar bir hüzün değil ne de olsa; meraklı bir hüzün. Manchester’dan uzaya gönderilmiş maceraperest bir sinyal.
Klavyesiyle, synth’i, gitarı ve 9 dakikayı bulan şarkılarıyla her dakikası sürükleyici, her sözü yoruma açık Karar‘ın. Grubun önünde fethedilmeyi bekleyen koca bir rüya alemi var. Veya 45 dakikanın bize hissettirdiği şekilde, zaten onların olan bir rüya alemini tanıtıyor bize Gözyaşı Çetesi. Dinlediğimiz kendi yaşamımız sanki, ama buğulu ve büyülü bir bakış açısından tanık oluyoruz.
Bundan neredeyse 10 yıl önce Tolga Böyük önderliğinde kurulan Islandman için zafer vakti geldi: İlk stüdyo albümleri Rest In Space, taşıdığı ninni atmosferiyle çok boyutlu, zamansız bir huzur matemi adeta. Makam etkilerinin bize göz kırptığı, gelecekten geçmişe doğru ruhani bir yolculuktayız. Zamansızlık böyle bir hissiyat zaten. Arkamıza yaslanıp sezgilerimize kulak vermekte fayda var.
Judas Priest – Firepower:
Bir heavy metal efsanesi düşünün, müzikte neredeyse yarım asrı geride bırakmış olsunlar ve 18. albümleri bütün kariyerlerinin en sağlam işlerinden biri olsun. Bu nasıl mümkün olur, 70’lik Rob Halford nasıl hala 20’lerindeymiş gibi bir tizleşip bir gürleyebilir, bunları anlamak bizi aşar. Sonuç adı gibi ortalığı yakıp geçen Firepower olunca, dinlediğimize kafa sallayıp mutluluğumuzla yetinmeyi biliriz.
Laurie Anderson & Kronos Quartet – Landfall:
Lou Reed’in uzun süreli ilham perisi Laurie Anderson’ın Kronos Quartet ile büyüttüğü çocuğu Landfall, bir felaket albümü. 2012’de New York çevresini tarumar eden Sandy Kasırgası’nda kendine ait birçok şeyi kaybeden Anderson, kendi deneyimlerini efektlerle, ses kayıtlarına yedirilmiş bestelerle anlatmaya çalışmış. 30 parçalık epik bir albüm çıkmış ortaya.
Manic Street Preachers – Resistance is Futile:
Bazı gruplar vardır ki hayranları için bir spor kulübünden pek farkları yoktur. Yükselişlerinde de, düşüşlerinde de kendilerini takım tutarcasına takip eden bir kitleleri vardır. Resistance Is Futile, aradan geçen 30 yıla inatla yeşeren bir bahçeden yediğimiz en güzel meyve değil belki, ama tanıyıp sevdiğimiz topraklardan çıkmış olmanın tatlı huzurunu da bağışlıyor insana.
Marianne Faithfull – Negative Capability:
Mazide yaşayan bir albüm değil, daha ziyade tam da bugün yazılmış bir otobiyografi. Bir yaşam öyküsü, mübalağasız, olduğu gibi. Zatı muhteremin kendisi de demiş zaten, “Şimdiye kadarki en dürüst albümüm” diye. Faithfull yaşamdaki her adımını biraz daha güçlenmek için atan bir abide adeta. Biz de bu yükselişe birinci gözden tanık olduğumuz için kendimizi şanslı saymalıyız.
Phideaux Xavier’ın Kıyamet Üçlemesi‘nin son bölümü. Haliyle baskın bir teatral yanı var. Xavier’in kendi deyimiyle şifreli, melodik, gizemli ve korkutucu bir çalışma. Korkutucu kısmına katılıyor muyuz emin değiliz, lakin elbette bu güzellik kimilerine korkutucu gelecektir. Aynı zamanda progresif rock sahnesinde adetten olduğu üzere döngüsel, bir köşesinden kırılamayacak bir çalışma; bir nevi radyo operası.
Son üç albümdür Suede taze bir başarı hikayesine imza atıyor. Belki maddi başarı anlamında eski yıllarından uzaktalar, lakin yeni işlerine bir kulak verip de pişman olana rastlayamadık henüz. Maddiyat kısmı da 2010’ları yaşayan bir Britpop grubu için baştan verilmiş bir taviz sayılır zaten. 90’lar geride kaldı, vaktievvelin altın çocukları yaşlandı. Suede’in yaşlanışı ise daha ziyade bir ‘yıllanma’.
Böylesine iyi vakit geçirmeyi özlemiştik. 2018’de karşımıza sayısız kaliteli müzik örneği çıktıysa da insana baştan sona mutluluk, enerji ve rock’n roll aşılayan çiğ, saf, doğrudan bir albüme ihtiyacımız vardı. Daha ilk şarkı “Vainglorious”’tan anlıyoruz ki Open Sesame öyle bir albüm, bu dopdolu sene için bir ‘son dakika golü’. Yarım saatlik müziğin boşa giden,harcanmış bir saniyesini bulmak zor iş.
Riverside – Wasteland:
Melankolik Polonyalılar, son albümleri ile bir başka prog rock şaheserine daha imza attı. Bu defaki efkarın kaynağı, her zamankinden daha derin ve anlamlı: Henüz 2 sene önce ölen gitaristleri Piotr Grudzinski’nin acısı hala taze, Wasteland ise şahsına yakılmış bir ağıt. Daha yüzeysel bakacaksak da kıyamet sonrası geride kalmış yıkık ve gri yeryüzüne dair bir konsept albüm. Hava sisli değilse akşam dinlenmeli.
Taner Öngür & 43,75 – Sayko Ana:
Üstadın kendi sözleri yeterince açıklayıcı: “Bu albümün amacı, hem biraz hoşça vakit geçirmek, hem de halk musikimizin, henüz pek bilinmeyen örneklerini tanıyıp onları ‘saykodelize’ etmek. (…) Bu albümde yer alan eski türküler, progresif bir tencerede uzun süre kaynatıldıktan sonra, saykodelik baharatlarla iyice karıştırılıp, buharı imbiklerden geçirilerek süzülmüş ve ev ortamında kaydedilmiştir.”
2 saate yakın bir süreye sahip bu soundtrack’te esas ilginç olan durum, Yorke gibi melankolik çalışmalarıyla tanınan bir müzisyenin belki de en mutlu tınlayan eserine bir korku filmi vasıtasıyla tanık olmamız. Bu gerçek, işin yüzeyinden anlaşılmıyor elbette. Albümün enstrümental çoğunluğu, korkutucu synthesizer’lar, tüyleri diken diken eden efektler, lanetlenmiş koro performansları ve tekinsiz loop’larla dolu.
Toby Driver – They Are The Shield:
Driver’ın üçüncü solo albümü yine kendi atmosferini soluyor. Kapağın kendisi gibi kırmızı, sisli bir arkaplana sahip ve doğrudan. Madonnawhore gibi rüyalardan çıkma, ama gittiği yer kabuslara daha yakın duruyor. Lakin sıradaki albüme dair bir gösterge değil bu “araftalık hissi”, en azından bizim bilimsel metotlarımız bunu saptayamaz. Yolculuk boyutunun ötesinde ise sonsuz bir zarafet var.