William Basinski: “Tüm Paradigmayı Sıfırlayalım!”

Fotoğraflar: Irene Favata

Ambient üstadı William Basinski 16 Nisan’da Berlin Silent Green’de “On Time Out of Time (The Lovers)” parçasının performansını içeren bir konser verdi. Konserin çıkışında yaşayan efsaneyle konuşmak için kulise girdik, ortaya aşağıda okuyacağınız kaotik ve bir o kadar da hayat dolu sohbet çıktı.

Bıyığın süpermiş.

William Basinski: Ben de seninkini beğendim. İki bıyıklı bir araya gelmişiz! (yanımdan ayrılıp beş dakika sonra geri dönüyor) Ee, röportaj nasıl gidiyor bakalım? (gülüyor)

Gayet iyi gidiyor. Zaten baktığında her şey bir röportaj aslında. Düşününce hayatta yaptığımız her sohbet bir röportaj sayılmaz mı?

Aynen öyle. Peki bugün ne hakkında konuşmak istersin?

Öncelikle seninle tanıştığıma çok memnun olduğumu söylemek isterim.

Ben de öyle. Geldiğin için teşekkür ederim!

Turne nasıl gidiyor, bu yoğun tempoyla nasıl başa çıkıyorsun?

Zor tabii. Baktığında artık otuzumda değilim, eskisi kadar sağlıklı da değilim. Eskiden atletik şeyler yapardım, yüzerdim, dalardım, her şeyi yapardım; hatta COVID’e kadar bu böyleydi. 2019 kasımında Avrupa turnesindeyken, daha kimse COVID’in ne olduğunu bile bilmiyorken kapıverdim şifayı. Turneden eve hasta biçimde döndüm. Babamın Kuzey Kaliforniya’daki 90. yaş günü partisine gidecektim ama iptal etmek zorunda kaldım; kimseyi hasta etmek istemedim. Grip olduğumu sandım, ama şöyle diyeyim, hayatımda geçirdiğim en pis hastalıktı. Normalde yılda bir grip ya da nezle olurum, o kadar. Bu defaki bambaşkaydı. Neyse, iyileştim ama sonra 2020 başında Paris Moda Haftası’na gitmem gerekti. Hâlâ COVID’in adı yoktu ortada, bense gidip tekrar hasta oldum! Yeni bir varyantı almışız başımıza… Oysa büyük bir turne planlamıştık. Sanırım 20 Mart’tı, tüm dünya karantina dönemine girdi ve hayat bir süreliğine bitti. Uzun süre ortada aşı da yoktu. Maske sipariş ediyor, market alışverişini bile yıkayıp öyle eve alıyorduk.

Sonra 2021’de her şey tekrar başladı. Amerika turnesini yaptık, ardından Avrupa’ya geçtik. Tak, başka bir varyant. İngiltere’den alacağım var, öyle diyeyim. Ta bu seneye kadar uçakta, havaalanında, her yerde maske takıyordum. Ne var ki konserlerde takamıyorsun, bazen maskesiz şekilde insanlarla da buluşuyorsun. Sonuç? Bir daha hasta oldum. Turnenin son konseri Berlin’deydi, 10 gün kalıp oradaki canım arkadaşlarımı görecektim. Karsten’in o harika dairesinde kalacaktım; hâlâ arkadaşlarına, sanatçılara açık tuttuğu harika bir dairesi var. Uçakta hafif bir burun akıntısı başladı, test yaptım, pozitif çıktı. Mekâna söyledim. Onlar da “Tamam, sakın sahne alma!” dediler. “Peki, bir video programım var, onu gösterebilirsiniz, ben gelmem.” dedim. “Sonra konuşuruz.” dediler sadece. Öyle de şutlandım dışarı yani. (gülüşmeler) Neyse ki Karsten vardı, onun evinde takıldım, tavuk çorbası yaptım. Almanya’daki eczaneler mükemmel, gidiyorsun ve harika ilaçlar veriyorlar. Ben de gerekeni yaptım, dinlendim, iyileşip eve dönebildim.

Geçen sene yolda başka bir varyant daha kaptık. Uzun vadeli COVID belirtilerim oluyor arada, bağışıklık sistemi sorunları gibi… Vücuduna giriyor; sinirlere, kana, beyne kadar ulaşıyor. Gerçekten berbat bir durum. Hayat işte, artık şikâyet etmeyeceğim. Bu yaşımda, bu sağlıkla turneye çıkmak kolay değil, ama idare ediyorum.

Nasıl başardım bilmiyorum ama hiç COVID’e yakalanmadım.

Harikaymış, hâline şükret! Bağışıklık sistemin taş gibi demek ki. Genlerin iyi olsa gerek bebeğim. Belki de o bıyığın virüsün vücuduna geçişini engellemiştir! (gülüyor)

Aynen. Benim muskam da bıyığımmış işte.

Kesinlikle! Aman güzel, uzak dursun.

Son albümün September 23rd’ü çok seviyorum

Ben de! Aslında bu gece onu sahnelemeyi düşünüyordum. Yanımda teyp döngülerimi bile getirmiştim. Ne var ki bir ön grup varsa, sahnedeki ekipmanlar iki konser arası değişecekse ortaya koyması çok zor bir performans oluyor. Altı farklı kırk yıllık teyp döngüsü içeren bir boom stand ile sahneliyorum. Ana setim laptopta, Ableton’da açık oluyor; mikser falan da yanında tabii. Bu gece izlediğin performansım tam bant genişliğiyle sahnelendi. Çok yüksek frekanslar içeriyordu. Bu mekandaki gibi güçlü ses sistemlerine sahip ses mühendisleri bayılıyor böyle şeylere.

Öte yandan September 23rd ve aynı dönemden başka eski arşiv kayıtlarımda her şey orta frekansta seyrediyor. Zira çok kötü kalitede, eski kasetlerle kaydedilmişlerdi. Bu kayıtları Sub hoparlörlere verirsen ortaya yavaş, bozuk, wow and flutter içeren, daha önce eserini duymadığım garip garip şeyler çıkacaktır. (gülüyor) Sub’ları kesip ses mühendisiyle birlikte müziği ayarlaman gerekiyor, bu da bayağı vakit alıyor. Sağ kolum, ana ses mühendisim Gary bu noktada çok kritik bir kimliğe kavuşuyor. Her turnede benimle. Mekandaki görevlilerle el ele verip her şeyi ayarlamama yardım ediyor. Tüm konserleri arşivliyor, turne menajerliğimi yapıyor, elinden her iş geliyor. Adam tam bir dâhi. Elli yıldır da en yakın arkadaşım. Tüm frekansları ezbere biliyor. O bir saatlik ses kontrolü sırasında mekandaki elemanlarla sesleri ayarlamamıza yardım ediyor. Ne de olsa her mekanın ses sistemi farklı, her binanın rezonans frekansı bambaşka. Kiliselerde bu ayarı tutturmak çok kolay, devasa kristaller gibiler adeta. Hiçbir şey zangırdamıyor.

Kusursuz bir akustik ortam diyebiliriz.

Benim yaptığım şey için evet, kesinlikle. Öte yandan kulüp gibi ortamlar daha sıkıntılı olabiliyor. Elbette beraber çalıştığımız teknik ekipler daima profesyonel, mekânlarını iyi tanıyorlar. Biz de çömez değiliz tabii, o bir saatte hep birlikte harika bir ses ortaya koyabiliyoruz. İşin zor kısmı şu boom stand’i hareket ettirmek. Çünkü döngülere tek tek bakmam, hangisini önce kullanacağım, sonra hangisi gelecek ona karar vermem gerekiyor. Sonra doğru sırayla standa asıyorum. Hepsi orada öylece duruyor. Şayet o standı hareket ettirmek gerekirse başımıza çeşit çeşit iş açılabiliyor. (kıkırdıyor) Geçen sene bir konserde Gary standı sahneden alacakken bir baktı, üstünde sadece iki loop var. Altı tane olması gerektiğini biliyordu. Etrafına bakındı, bir baktı fanlar bu döngüleri uçurmuş, hepsi yere düşmüş. Portland’da bir kilisedeydik sanırım. Neyse ki üstlerine basılmamış, bozulmamışlar, ama doğru sırayla da kalmamışlar tabii. Özetle ne olacak hiçbir zaman tam olarak kestiremiyorsun. Bu bazen güzel bir durum olabilir tabii, ama her zaman değil. İşte bu yüzden bu gece o performansı yapmadık. Onun yerine “On Time Out of Time (The Lovers)”ı sahneledik.

Bu turnede başka konserlerde de çalıyorsun bu parçayı, değil mi?

Evet. Konser esnasında da dediğim gibi, hiçbirimiz şu an yaşadığımız zaman dilimine gönüllü olarak doğmadık. Şöyle biraz geriye gidelim, ne bileyim, 3 milyar ışık yılı kadar geriye gidip sil baştan başlayalım.

Yeniden başlatalım her şeyi.

Aynen, tüm paradigmayı sıfırlayalım artık lütfen!

Dünyaya reset atalım. (gülüşmeler)

Elimizden geleni yapıyoruz. Dinleyicilerim konser sırasında o kadar sessizler ki. O kadar tatlılar, o kadar güzeller ki… Bu her yerde böyle. Çok şanslıyım. Nereye gidersem gideyim performansıma yaptığım şeyi takdir eden çocuklar geliyor, hepsi dünya tatlısı. Turist falan değiller. “Birileri burayı önerdi, hadi gidip bir bakalım, sohbet edip eğlenelim!” diyen tipler hiç değiller. Hayır, geliyorlar, oturuyorlar, sessizce müziğin içine dalıyorlar. Onları o kadar çok seviyorum ki.

Bu akşamki konserde ben de tam olarak bunu hissettim. Bir de seni dinleyen bazı insanları şahsen tanıyorum, hepsi gerçekten çok tatlı insanlar.

Hepsi çok havalı. Ve çok da hassaslar. Yaptığım müzik iyileştirici. İnsanlar bunu bana bizzat söylüyorlar ve bu konuda çok müteşekkirim, çok duyguluyum. Baktığında bir hizmet sunuyorum. Bir rahip gibiyim, ayinlerimi gerçekleştirmem şart!

David Bowie ruhunda bir ambient rahibisin.

(gülerek) Rahibe Bowie! Bilmiyorum hiç gördün mü, ama 1960’lardan kalma harika bir kartpostal var. Belki yıllar önce Instagram’a koymuşumdur. Bir bankta oturan bir kadın var. Önünde büyük bir masa, elinde kristal küre gibi bir şey var, her yer de parıldırıyor. Mistik bir Rahibe havası var. Her neyse, ben de ortamın frekanslarını dinliyorum ve herkese en saf formda sevgi gönderiyorum.

Onlar da o sevgiyi alıyorlar.

Evet. Ve aynen geri gönderiyorlar. Ben de hissediyorum. Buna ihtiyacım da var.

Hepimizin karşılıklı sevgiye ihtiyacı var elbette. Başka bir konuya değinmek istiyorum: September 23rd, 1970’lerde kaydettiğin bir parça. Apayrı bir dönemin ürünü yani. O zamanlar sen daha meşhur bir sanatçı olmamıştın, bambaşka biriydin. Şahsen senden genç bir yaşta olmama rağmen bazen spesifik bir anıma dair gerçekten yaşandı mı, yoksa rüya mıydı emin olamadığım oluyor. Sen de o döneme dönüp baktığında benzer hisler yaşıyor musun hiç?

(yavaşça) Tam olarak ne demek istediğini anlamadım. Çok şanslı hissettiğimi söyleyebilirim ama. İstersen direkt o zamana dönük genel bir cevap vereyim.

Tamam.

Evet, muhtemelen o zamanlar sefil ve mutsuzdum. Yıllarca kimse yaptığım işin kıymetini anlamadı. Bir plak şirketiyle anlaşma imzalamak istiyordum. İşlerim yayınlansın istiyordum ama kimse ilgilenmiyordu. Sanırım o dönemde plak şirketlerine gönderdiğim parçalardan bir tanesinin bandı eksikti; yani parça bitmemiş hâldeydi. Gittim, bodrumda çamaşır makinesinin yanındaki karton kutuda onu aradım falan… Aman, her neyse! O zamanlar 20, 21, belki 22 yaşındaydım. Arkadaşlarım benden biraz daha yaşlılardı. Ressamdılar, aşırı yetenekli sanatçılardı. (Partnerim) James Elaine, Roger Justice… Büyük bir daireyi paylaşırdık. Yaratıcı insanlardık ve o zamanlar hayat çok daha özgürdü.

Asgari ücretli işler yapıyorduk, haftanın her günü çalışıp kazandığımız parayı birleştiriyor; kirayı öyle ödüyorduk. Dışarı pek çıkmıyorduk. Studio 54’e falan da gitmiyorduk henüz. O defter bizim için biraz daha sonra başladı. Kırk yılın başı kulüplere gidiyorduk, eğer paramız yetiyorsa tabii… O zamanlar ne kadar havalı ve tatlı olduğumuzu bilmiyorduk, yeterince tatlı davranırsak bedavaya girebileceğimizi de… Kimse bize bunu söylememişti! (gülüyor) Dönüp bakınca belki de en hayırlısı olmuş; çünkü geceleri çalışıyorduk. Ben Watermusic ve The River gibi parçaları yaratıyordum. Bunlar gerçek zamanlı alınmış canlı kayıtlardı; mikrofonlar ve teyp döngüleriyle kaydedilmiş işlerdi. 92982 albümünde fonda havai fişeklerin sesi falan duyuluyor mesela. Anlayacağın o dönem benim gibi genç, deli fişek, dünyadan bihaber ama bir şeyler başarmak isteyen bir New Yorklu için epey verimliydi.

Biraz eğitimim vardı. Klasik müzik eğitimi almıştım. Üniversitede John Cage, Pauline Oliveros ve deep listening gibi konularda harika derslerim olmuştu. Ayrıca müziğin illa notaya dökülüp çalınması gerekmediğini de öğrendim. Sonra harika plak koleksiyoncularıyla tanıştım. Jamie’yi tanıdığımda plakçılarda çalışıyordu, elinde olmayan plak yoktu. Hâlâ da o konuda inanılmaz biridir. Devasa bir arşivi var. En iyi çalma listelerini o yapar. Eline bir plak ver yeter, hemen “Hmm, klasik country demek… Tamam, birazdan sana döneceğim!” der ve işe koyulur. Tonlarca, tonlarca şey var elinde. 1970’lerde Almanya’dan çıkan sanatçılar mesela… Tangerine Dream, Conny Plank… Bunları dinledikçe ufkum açılıyordu resmen: “Vay, drone da bir müzik türü müymüş? Böyle sesler de yapılabiliyor muymuş?” Fripp ve Eno’nun albümünün arka kapağında Frippertronics sistemini, yani iki teyp makinesiyle yapılan o tape delay mekanizmasını gördüğümde-

“Bunu ben de yapabilirim!” dedin.

“Bunu ben de yapabilirim!” dedim. Sokağın köşesinde bir ikinci el dükkanı vardı, 5-10 dolara bir sürü kullanılmış kaset aldık, bütçem ne kadarına yetiyorsa artık… Mellotron’a param yetmiyordu ama bunlara yetiyordu. Kendi sistemimi inşa etmeye çalıştım. Bir işim vardı, piyano kiraladık. Bu New York’a taşınmadan önce, 1978’de, San Francisco’da oldu. Piyano üstünde çalışmaya, farklı şeyler denemeye biraz hâkimdim. Mesela pedala basılı tutup istediğin notaya dokunup sonra hemen kayda girince attack değil, yaylılara benzeyen bir ses alırsın. Bu damarda bir sürü deneysel üslupla çalışıyordum.

Muzak o zamanlar New York’taki en güçlü radyo istasyonuydu. Empire State Binası’nın tepesinden yayın yapıyordu. Büyük bir dairemiz vardı, dairenin her yerinde de hoparlör kabloları… Aradığımız yaylı sesleri havadan radyo sinyalleriyle geliyordu adeta. Kafamı çalıştırdım, “Ben de Mellotron istiyorum. Beleşe yaratabiliyorum işte, ne güzel!” diye düşündüm. (gülüyor) Kendi Mellotron’umu ortaya çıkarmaya çalıştım. Yaptığım tüm işlerin arkasında işte böyle bir hikâye var.

Hazır konu ekipmandan açılmışken: Müziğinde henüz kullanmadığın ama ileride mutlaka denemek istediğin bir setup ya da yaklaşım var mı?

Hayır. (kahkahalar) Yapacağımı yaptım. Patch’lerimi yarattım, hâlâ elimde tonla patch var. Bir de şahsıma özel bir synthesizer’ım var, kimsede bir benzerinden yok. Yapay zeka da kopyalayamıyor.

İyi bari.

Umarım asla da kopyalayamaz. Deniyorlar, ama henüz başaramadılar.

Nasıl yani, kim ne şekilde deniyor?

Nasıl olacak, her şeyi kopyalamaya çalışıyorlar! Her şeyi kaydediyor, her şeyi kopyalıyorlar. Bir avuç nerd hepimizden intikam almaya çalışıyor. Ana avrat giriyorlar. (gülüyor) Neyse, o konuya hiç girmeyelim şimdi.

Bunu bir övgü olarak söylüyorum: Bana göre sen gerçek bir divasın. Peki sence bugün müzik dünyasında aktif olan en büyük diva kim?

(utanarak) Amanın, bilemiyorum.

Senden sonra tabii.

(gülüyor) Aman aman! Ben hiç öyle bir şey düşünmüyorum ama sana şunu söyleyeyim: Anohni tam bir tanrıça. Kızım da sayılır. Bana “anne” der. Onu ilk kez Pyramid Club’da, Blacklips Performance Cult projesini sahnelerken izlemiştim. O zamanlar genç grupların prodüksiyonunu yapıyordum, bir yandan da Arcadia performanslarını ve başka işlerimi yürütüyordum. Bir kartvizitim vardı, her zaman şık ve sert görünürdüm falan, öyle düşün. Performanstan sonra kulise indim ve onunla konuştum: “Hayatım, o nasıl bir müzik öyle! Seni tanımak istiyorum. Williamsburg’da bir stüdyom var. Metroyla birkaç durak ötende. Al, işte numaram. Ziyaretime gel. Seninle müziğin hakkında konuşmak istiyorum, daha fazlasını duymak istiyorum.” O da geldi. O zamanlar benim insanlara plak anlaşması ayarladığımı biliyordu. İlk demo kasetimizi yaptık. Kendi dört kanallı kayıt cihazını getirdi, sonuç inanılmazdı. “Tamam, bunu en iyi şekilde duyulacak hale getirelim,” kafasıyla hareket ettik. Neticede bir demo hazırladık, o da mekanlarda giderek daha sık sahne almaya başladı.

Arcadia performanslarını yaptığımız dönemde adeta bir şirket gibi hareket ediyorduk. Sevdiğim insanları seçiyordum. Aynı yolun yolcusu olarak farklı etkinlik serileri yapıyorduk. Birlikte çalışıyorduk, anlatabiliyor muyum? Öyle tek seferlik bir olay değildi asla. Gerçek bir komünite gibiydik. Ekipten biri bir gece sahne alıyorsa diğerleri de kapıda ya da barda çalışıyordu. Evet doğru, ekipteki herkes benden bir şeyler yürüttü ama elden ne gelir? Hepsi beş parasızdı. Ben de hiçbir zaman tek kuruş kazanamadım, ama yaptığımız şey artık efsane oldu. (gülüyor)

Anohni’yi yeni turnesinde izledin mi?

Hayır.

Yeni albümünü dinledin mi?

Henüz dinlemedim.

(şaşkın bir suratla bana bakıyor)

Biliyorum insanlar bayılıyor, ama henüz dinleme fırsatım olmadı. Bu aralar o kadar fazla güzel müzik çıktı ki!

Eh, hâlâ turnede zaten. İzleme şansın olursa sakın kaçırma, çünkü o grubun dünyada eşi benzeri yok. O nüanslar, düzenlemeler… Ve Anohni’nin kendisi! Şu an öyle güzel, öyle kıymetli ki. Onunla gurur duyuyorum, artık sahalara döndü. Yıpranmıştı. Bazen bir olay patladığında insanı yerle bir edebilir. Ama o dişini sıkıp her şeye göğüs gerdi. Gerekli bir ara verdi. Çok zeki biri ve artık mental olarak çok daha iyi bir yerde. Bak bakalım sana yakın bir yere konsere geliyor mu. Geliyorsa mutlaka gitmelisin.

William Basinski’nin Bandcamp profiline şuradan göz atabilirsiniz.