“Henüz hiç sert düşüşler yaşamadığım bir zamana dönebilsem şimdi / Henüz küçük bir kız olduğum, tüm dünyanın benim olduğu zamanlara / Dünyanın bana sarıldığı, güzel olan hiçbir şeyi kaybetmediğim zamanlara”… Bu sözlerle açılıyor Titanic Rising‘in ilk parçası “A Lot’s Gonna Change”, “Hayatın boyunca çok şey değişecek” diye de devam ediyor. Bu olgunluk muhakemesi, başlı başına kariyerde bir olmuşluk noktasını ifade ediyor olsa da Weyes Blood, esasında büyümüş birinin projesi değil. Hala her fırsatta içindeki çocuğa danışan, o ufaklığın hayal gücünü kendine harita edinen özgür bir ruhun işi.
Weyes Blood, esasi olarak Natalie Mering‘in bir mahlası. Mering’in yer yer Ariel Pink ve Lana Del Rey’i, yer yer The Carpenters ve David Bowie‘yi andıran estetik pop besteleri bir süredir aramızdaydı, ancak ilk kez bu defa karşımıza çıkanlar, birlikte bir başyapıtı meydana getiriyor. Nostaljiden, hayallerden ve büyümeme isteğinden filizlenen ruh, sahiden de batmış bir gemiyi bile geri yükseltecek güçte, öyle bir pozitif enerji hasıl oluyor dinleyende. “Everyday” radyolarda kendine yeterince yer bulduğu takdirde yeni bir indie/folk marşı olabilecek güçte, “Movies”‘in synth’li, ezber bozan yapısı kendine tanınan sürede film sanatına güzel bir çiçek demeti armağan ediyor, “Wild Time”‘in dünyanın, hepimizin geleceğine temkinli bir şekilde sesleniyor, “Picture Me Better” basit ve güçlü bir folk bestesi olarak anında hafızalara kazınıyor ve daha neler neler… Titanic Rising, 10 şarkılık seçkisini adeta bir anıt gibi karşımıza dikiyor.
Kompozisyonlarda enteresan zaman ölçüleri kullanarak riskler alan, afallatıcı bir estetik anlayışla büyüleyen bir yapıt Titanic Rising. Akıllara yerin dibindeki Titanik’in enkazlarında yaşayıp şarkı söyleyen bir denizkızı imgesini getiriyor. Hepimizin çocuk hayallerini yeniden canlandırarak olmadık şeylere bir saniyeliğine de olsa inanmamızı bekliyor, ısrar etmesine gerek kalmadan “Tamam” diyoruz.
PUANLAMA: 9/10