Uranium Club: “Napster ve Limewire’ı Özlüyorum!”

Son güncelleme:

Minneapolisli punk ötesi ekip Uranium Club, yeni albümleri Infants Under The Bulb’ı geçtiğimiz aylarda yayınladı. Biz de gruptan Brendan Wells ve Ian Stemper ile tatlı bir sohbete oturduk.

Brendan Wells: Hangi şehirdeydin sen?

İstanbul.

Brendan: Galiba bir seferinde İstanbul’da çalmamız için teklif almıştık. Son Avrupa turnemizi yaptığımız zamanlar olması lazım. Demek ki 2016 civarıymış.

Ian Stemper: Evet. Daha sonrası da olabilir, 2018 falan.

Brendan: Turnemizi ayarlayan kişi gruplara turne organize ederken Facebook’a gönderi çıkar, “Bu gruba konser ayarlıyorum! Kim şehirlerine gelmelerini ister?” diye sorar. Sonra da insanlar ona mail yollayıp iletişime geçerler. Ancak gelen talepler içinde seyahat güzergahımıza çok ters olacak konumlar da vardı. İstanbul vardı, galiba Tel Aviv de. O taraflara hiç geçemedik.

Buralarda daha önce çalmadınız, peki müzik basınıyla bir geçmişiniz var mı? İlk Türkçe röportajınız bu mu?

Brendan: Bu ilk röportajımız. Daha önce Türk yemeği yemiştik ama.

Ian: Kız kardeşim Türkiye’yi ziyaret etmişti. Ülke hakkında pek bilgisi olmadan, tek başına gitmişti. Süper vakit geçirmiş. O harika kanyondaki sıcak hava balonlarına binmiş. Çok güzel fotoğraflar gösterdi bana.

Memleketiniz Minneapolis’ten konuşalım. Oralar nasıl?

Brendan: Minneapolis’te punk ve DIY gruplardan bolca var. Hareketli ve dinamik bir sahne.

Minneapolis’te geçtiğimiz dört gündür 1 Mayıs’ı kutluyoruz. Buralarda İşçi Bayramı çok sağlam kutlanır. Bugün parkta devasa bir kitle toplanacak, geçit töreni düzenlenecek. Bu işçi haklarına odaklanan bir bayram olsa da burada ayrıca…

Ian: …herkesin parkta toplanıp kafalarını güzel yapmalarının bayramı. (gülüyor)

Brendan: Evet. Bir yandan baharın başlangıcı sayılır. Buralarda kış altı ay sürüyor. Anca 1 Mayıs zamanı hava dışarı çıkacak kadar sıcak oluyor.  Bunca şeyin büyük bir kutlaması gibi düşünebilirsin. Dün sekiz farklı punk grubu konser verdi. Bugün on grup daha çalacak, nispeten hardcore ve pop punk tarafta duran gruplar…

Bu insanların birçoğuyla arkadaşız. Uranium Club bazen bu gruplarla aynı sahneyi de paylaşıyor. Ama deneysel ve elektronik projeler üreten birçok arkadaşımız da var. Ian da, ben de bir yandan solo elektronik müzik icra ediyoruz.

Ian: O çevreler de 1 Mayıs’ı kutluyor, bu hafta sonu konser verecekler. Hem arka bahçelerde hem de dış mekanlarda baharın gelişini kutlayacaklar.

Brendan: Minneapolis’te sene boyu en çok eğleneceğin etkinlikler 1 Mayıs konserleridir diyebiliriz.

Minneapolis müzik sahnesi deyince aklınızda şuracıkta gelen ilk yetenekli sanatçı kim?

Ian: Molly Raben. Birden fazla albümümüze de katkıda bulunmuş bir isimdir. Projesinin adı Mary Grace. Solo org müziği icra ediyor. Albümümüzün belli kısımlarında sunduğu katkılara çok benzeyen bir müzik.

Brendan: Albüm için hülyalı ve pastoral org kısımları yazdı ve çaldı. Kendi müziğinde ayrıca şarkı da söylüyor.

Infants Under The Bulb’ın yapımından aklınızda yer etmiş üç eğlenceli anı sayabilir misiniz?

Ian: İkimiz için eğlenceli olup yaşayan kişi için pek de öyle olmayan bir anı var. Bu kişinin eline parçaları kaydetmeye başlamamızın ikinci gününde dizi ve filmleri yasa dışı bir şekilde indirdiği gerekçesiyle tebligat geldi, ki böyle bir şey yapmamıştı. Dizi film izleyen biri bile değildir; ama geçtiğimiz beş senede çok ev arkadaşı değiştirmiş ve o insanlar gelip gittikçe bolca dizi film indirmişler. İnternet de onun adına kayıtlıydı. Bu olayın üstüne şaka yapmak ilk gün oldukça eğlenceliydi aslında, ama ertesi gün işler çok ciddileşti. 50 bin dolarlık bir cezai ücretle karşı karşıyaydı.

Brendan: Bütün birikimleri puf olup gidecekti. “Galiba tüm hayallerim burada sona eriyor. Kendi evimi alabileceğimi, kendi stüdyomu kurabileceğimi düşünmüştüm; ama artık bunlar olmayacak.” diyordu.

Ian: Olay ilk gün komikti, sonra hızlıca komik olmayı bıraktı.

Brendan: Meselenin ciddiyeti ortaya çıktı.

Ian: Hepimiz geçmişte ciddi sonuçlara varmayan tebligatlar almıştık.

Mesele çözüldü mü?

Ian: Evet. Çok daha az para ödeyerek paçayı kurtardı, ama verdiği meblağ yine de sıfır değildi. İşi çözmek için birkaç bin dolar ödemesi gerekti.

Brendan: Biz kayıtları bitirmeden önce her şey halloldu. O süre boyunca da arkadaşımız bilgisayarının başında ruh gibi oturuyordu. Onunla konuşup bir şeyler söyledikçe bize bakıp “Pardon, fena s.çtım da!” diyordu.

Ian: Evet, komik geçen o ilk günün sonrasında gözleri hep boşluğa bakıyordu.

Aklınıza başka nasıl anılar geliyor?

Brendan: Evinde kayıt yapıyorduk, ev arkadaşı Nate’in de Macellan adlı bir kedisi vardı. Kedi sürekli odada davulların yanında gezinip üstlerine atlıyordu. İlgi istiyordu. Bir de tüm o yüksek sesleri yakından işitmek…

Bu albümdeki şarkılar demetinden yapması çok kolay ve çok zor olmuş birer şarkı seçebilir misiniz?

Brendan: Hatırlamak için şarkı listesine bakıyorum şu an.

Ian: Benim için uğraştırıcı kısım üflemelilerdi. Doğrudan zor der miyim bilemiyorum, ama nispeten yeni bir şeydi. Daha önce de insanlarla çeşitli enstrümanlar üstünde çalıştık, ama onlarda bitmiş bir versiyona ulaştırmaya çalıştığımız demo parçalarımız yoktu. İnsanlara biraz daha muğlak yönlendirmeler veriyor, gelen şeyleri sonradan müziğe uydurmaya çalışıyorduk. Elimize ihtiyacımız olandan fazla şey geçiyordu, onları da sonradan birlikte kesip biçiyorduk.

Bu defa gerçek bir üflemeli kısmı kaydedip bunu şarkılara uyarlamaya çalıştık. Yepyeni bir öğrenim süreciydi.

Brendan: Hiçbirimiz üflemeli çalamıyoruz.

Ian: Gerçek müzisyenler bile değiliz açıkçası. Müzik çalıyoruz; ama müziği okuyamıyoruz, kağıda nota çıkaramıyoruz. Demo kayıtlarda sadece üflemelilerin sesini b.ktan şekilde taklit eden bir synth üstünde akorlara basmıştım. Akordaki notaları ise not düşmemiştim. Hâliyle gerçek bir üflemeliler aranjmanı yaratmak için ne yaptığımıza şöyle didik bakıp her müzisyenin ne çalması gerektiğini tespit etmemiz gerekti. Önceden bunun pratiğini yapmak yerine kayıt sürecinin ortasında ne yapılacağını çözebildik. Anca bu noktada durup “Bunun önceden netleştirebilir ya da kayıt sürecine verdiğimiz emeği kolaylaştıracak bir şey düşünebilirmişiz,” diyebildik.

Brendan: Sürece başlarken hedefimiz biraz daha deneysel olmaktı. İşe koyulabilir, farklı şeyler deneyip ne işe yarıyor görebiliriz demiştik. Kolay bir süreç olacağını varsaydık. Sonra iki saksafoncu, bir trompetçi çağırıp “Boşlukları dolduruverin işte,” dedik. Bize “Birimizin oturup aranjmanları yazması lazım ki ne yaptığımızı anlayabilelim.” dediler. Böyle olacağını öngörememiştik.

Öte yandan kolay bir deneyime örnek verecek olursam: Hem bu albümde hem öncekilerde bariton saksafon çalan dostumuz Cole Pulice, DIY yaklaşıma çok daha aşina biridir. Ne zaman birlikte çalışsak  “Bu kısımda şöyle (sesi taklit ediyor) bir ses istiyoruz,” deriz. O “Böyle mi? Bir daha deneyebilirim.” der. Biz de “Yok, oldu.” deriz. (gülüyor) O kısımlar umduğumuz gibi gitti anlayacağın.

Az önce “Gerçek müzisyenler değiliz.” demenize atıfta bulunacak olursam: Geçenlerde Steve Albini ile söyleşme şansım oldu. Bana en ilginç müzikleri üretenlerin daima profesyonel müzisyen olmayan insanlar olduğunu söylemişti. (Editörün notu: Bu röportajı yaptığımızda Steve Albini hâlâ hayattaydı.)

Brendan: Evet. Onun olayı öyle. İnsanlar “Belli bir durum için en iyi ses nedir?” diye soruyor, o da “İyi tınlayan ses.” diyor. Sanırım bizim yaklaşımımız da kısmen böyle. Sorun şu; iyi ses elde etmek zorlaştığı an iyi tınlamasını sağlayacak o iletişimi nasıl kuracaksın? “Olması gereken şey olması şart değil. İyi tınlasa yeter.” Çok muğlak talimatlar bunlar. Birileriyle bir sese ulaşmak için iletişim kurman gerekiyorsa bu tasvir çok havada kalıyor. Elbette Ian ve Harry’nin gitar çalarken ortaya çıkardığı şeyde etkileyici bir müzisyenlik de var. “Ne çalıyorsun? Re notası mı o?” “D7’deyim.” falan diyorlar.

Ian: O daha çok Harry’nin diyeceği bir şey sanki. (gülüyor) Sanırım en azından D3 ve D5’in güzel tınlayacağına hakimim. Bilgim de bu kadar. Brendan bana söylemese o an onlara bastığımı bilmem. Belki sadece “Buna mı basıyorum?” diye tahmin yürütürüm.

Brendan: Çocukken viyola dersleri almıştım. Oradan bir şeyler kaptım.

Ian: Başka da bir bilgimiz yok.

Brendan: Pek iyi değildim, hakkında pek bilgim de yoktu; ama bu sayede bası elime almam fikri daha az korkutucu geldi.

Pandemi sürecini atlatmak, uzun bir sürenin ardından ilk kez stüdyoya girdiğinizde grup içi dinamiğinizi ve iletişiminizi etkiledi mi?

Brendan: Grup pandeminin en ciddi geçen ilk evresini karantinada atlattı. O süreçte hiç müzik yapmadık. Ian da ben de Minneapolis’teydik; Harry ise kardeşiyle birlikte olmak için memleketi Arizona’ya dönmeye karar verdi. Bu yüzden uzun süre sonra ilk kez grupça prova yapmak için buluştuğumuzda kendimi birazcık yabancılaşmış hissettim. Bu beni şaşırttı. Yıllardır müzik yapıyorum. Öylece tekrar içine atlayabileceğimi varsaydım. Ama baktığında uzun süre izole olduktan sonraki ilk partine gitmeye çok benzeyen bir deneyim. Tuhaf hissettim. O andan itibaren bir sene boyunca beraber çaldık, burada ve başka şehirlerde konser verip yeni şarkılar üstünde çalıştık. Eski noktaya döndüğümüzü hissetmemiz yaklaşık bir senemizi aldı diyebilirim.

Ian: Evet. Albüm yapımına değinecek olursam bana öncekilerden pek farklı bir his vermedi; ama o noktada son bir arada bulunuşumuzun üstünden yıllar geçmişti. Bir araya güzelce gelebilmemiz için çaba sarf etmemiz, o doğal hissi tekrar yakalayıp şarkıları hazır etmemiz içinse bir dizi konser vermemiz gerekti.

Şarkıların bir kısmını pandemiden önce şarkıdan şarkıya değişen ölçülerde hazır etmiştik. Kalan kısımlarını yazma işini aceleye getirmedik.  Albümü önceki bütün albümlerimizi kaydettiğimiz yerde, yani arkadaşımızın evinde kaydetmemiz de büyük şanstı.

Brendan: Grant Richardson.

Ian: Grant Richardson. ‘O’ arkadaş. (gülüyor) Diğer adıyla Korintli Garp. Yani o sanat üretim süreci bana çok tanıdık geldi. Onun çalışma biçimimize zaten fazlasıyla aşinaydık. Bu bize bir rahatlık hissi verdi, her ne kadar böyle uzun bir ara vermiş olsak da.

Müzik ve müzik sektörü arasındaki ayrım müzik tarih boyunca çok zorlayıcı bir mesele oldu. Bir açıdan birbirine muhtaçlar, ama bu hiç de sağlıklı bir ilişki gibi hissettirmiyor.

Brendan Wells

Müziğiniz Spotify’da yok. O müzik platformuna ve aranızdaki mesafeye dair ne söyleyebilirsiniz?

Ian: Şahsen oradan uzak durmak bana hiç zor gelmiyor, zira kullanmayı ömrümde hiç denememiştim; haliyle asla bel bağladığım bir şey olmadı kendisi. Elbette niye kötü bir uygulama olduğuna dair bin farklı sebep sayabilirsin. Şirket sahiplerinin şarkılardan elde edilen kârları nasıl dağıttığı, sanatçılara ne kadar az para gittiği gibi… Geçenlerde yapılan bir politika değişikliği sonrası anladığım kadarıyla doğru düzgün dinlenmeyen sanatçıların dinlenme payı, para olarak doğrudan büyük sanatçılara aktarılıyor. Herhangi bir para alabilmen için minimum bir dinlenme payı şart. Öbür türlü alacağın telif ücreti popüler sanatçılara gidiyor. Bu da hayli akıl almaz ve rezalet bir durum.

Hiçbir zaman geçim kaynağını müzik yapmamış biri olarak müziğimden para kazanmak pek de üstüne düşündüğüm bir konu değil. Düşünen başkaları var, bense onlarla aynı konumda değilim. Müziğini insanlarla paylaşmak ve yeni şarkılar keşfetmek konusunda faydalı olduğunu anlıyorum, ama bence bunu yapmanın farklı yöntemleri daima vardı ve hâlâ da var. Bu yüzden bunları yapabileceğin böyle bir platformu çok da elzem görmüyorum. Kısacası şahsen Spotify’dan kaçınmam kolay oldu.

Açıkçası benim yaptığım şeylerin de müzisyenlere katkısı dokunmuyor. Sürekli online müzik hırsızlığı yapıyorum. Plak alıyorum ama! (gülüyor) İkinci el metal plakları…

Brendan: Bence her nesilde insanlar doğru olan yöntemin bu işe ilk giriştikleri zaman kullandıkları yöntem olduğuna inanmaya meyilli. Böyle düşündüğümüzde insanların müzikleri Spotify’dan keşfetmesine karşı değilim. Kimilerinin şikayetlerinin olduğunun farkındayım. “Artık her şey herkesin parmağının ucunda, bir şeyleri kendin arayıp bulduğun zamanki gibi özel değil artık bu işler!” diye düşünenler var. Buna katılmıyorum, eskiden olanın daha iyi olduğunu düşünmüyorum. Farklıydı, hepsi bu.

Sanırım Spotify’da müziğini yayınlaman için bile para ödemen lazım. Öte yandan cidden her şeye erişebiliyorsun; Bob Dylan’ın bütün kataloğundan tut da ilk şarkısını yeni kaydedip yayınlamış bir ergene kadar herkese ve her şeye… Müziğe erişimin daha geniş oluyor, bu da işin olumlu tarafı. Kaldı ki müzik ve müzik sektörü arasındaki ayrım müzik tarih boyunca çok zorlayıcı bir mesele oldu. Bir açıdan birbirine muhtaçlar, ama bu hiç de sağlıklı bir ilişki gibi hissettirmiyor.

Ian: Tarih hep bu şekilde ilerledi, bugün de o tarihin devamına tanıklık ediyoruz. Bir de teknolojinin devamına…

Brendan: Bunu kabullendiğimi ya da sorunumun olmadığını söyleyemem, ama beklediğimi söyleyebilirim.

Ian: Napster ve Limewire günlerini özlüyorum. (gülüşmeler)

Müzik dinleme platformunuzda çaldığınız son üç şeyi sıralayabilir misiniz?

Brendan: The Zeros, 1970’lerden Los Angeleslı bir grup. The Mummies, San Franciscolu bir garaj rock grubu. Bir de Chambers Brothers, 1960’lardan bir soul grubu.

Ian: Müzik dinleme platformum yok. İndirdiğim son üç sanatçıyı söyleyeyim. Disastrous Murmur, Los Hermanos (tekno bir oluşum), Moodymann.

Diyelim ki bundan 100 yıl sonra, müzisyenlerin anısını onurlandıran bir tema parkındayız. Her sanatçı ve müzisyen kendi anıt taşına kavuşmuş, üstünde de bir şarkı sözü yazıyor. Sizinkinde hangi şarkı sözü yazardı?

Brendan: “I sh.t the whole room.” (Tüm odaya s.çtım.)

Ian: Aynı şeyi diyecektim. (gülüyor)

Uranium Club’ın Bandcamp profiline şuradan göz atabilirsiniz.