Danimarkalı elektronik müzik prodüktörü ve enstrüman erbabı Anders Trentemøller, yeni albümü Dreamweaver’ı bugün platformlara servis etti. Biz de kendisiyle konuşup hem olan bitenin hikâyesini öğrendik, hem de samimi bir sohbete giriştik.
Bu ikinci röportajımız. İlk kez İstanbul’daki son konserinde tanışmıştık. O zamanlardan neler hatırlıyorsun?
Orada olmanın çok güzel olduğunu hatırlıyorum. Sanırım on yıldır İstanbul’da çalmamıştık. Hatırladığım kadarıyla oldukça coşkulu bir kalabalık vardı, harika zaman geçirdik, müthiş de bir yemek yedik. Sanırım o kısım konserden önceydi. Genel olarak çok güzel anılar biriktirdim. İstanbul’u zaten çok seviyorum, dört defa orada bulundum.
Şu an Danimarka’da mısın?
Evet, Kopenhag’daki stüdyomdayım.
Sonbahar geldi sayılır, şu an biz konuşurken İstanbul’da sağanak yağış var. Orada da durum aynı mı?
Pek sayılmaz, bugün burası oldukça sıcak. Hava 28 derece civarında, bayağı nemli; ama sanırım günün ilerleyen saatlerinde gök gürültüsü olacak ve gök yavaştan kararmaya başladı. Yine de ışık ve atmosfer biraz biraz değişiyor gibi. Hava kesinlikle başka bir moda geçiyor. Sonbaharı çok seviyorum, en sevdiğim mevsim hatta. Atmosferi, renkleri seviyorum. Stüdyomda oturup çalışırken kötü hissetmiyorum, güneşin altında olmalıyım demiyorum. Herhalde bu yaz İstanbul da aşırı sıcaktır, her yer sıcaktı sonuçta.
Sıcaktı, evet. Sonbaharın en sevdiğin mevsim olduğunu söylemen ilginç oldu, sıradaki sorum tam da bu olacaktı.
Evet, belki müziğimde o hissi duyabiliyorsundur. Sonbaharın böyle hüzünlü bir havası var. Doğum günüm de ekimin ortasında, belki de bu yüzden hep sonbahar insanı oldum.
Ben de ekimde doğdum, seni gayet iyi anlıyorum. Elbette burada olmamızın asıl bahanesi bugün yayınlanan albümün Dreamweaver. Dinledim ve her zamanki gibi bayıldım. O konuya geçmeden önce son zamanlarda birçok sanatçıya sorduğum bir şeyi sana da sormak istiyorum: Sık sık rüya görür müsün, ne gördüğünü hatırlar mısın?
Açıkçası pek hatırlamam. Bazen rüyalarımdan parçalar hatırlayabiliyorum, ama çoğu zaman pek bir şey olmuyor elimde. Bana kalırsa müzik yapmak zaten bir çeşit rüya hali gibi, bilinçaltıyla çok alakalı bir his olduğunu düşünüyorum. Zaten müzik yazarken de bu şekilde ilerliyorum. Ne yaptığımı çok fazla düşünmemeye çalışıyorum, sadece düşünceleri akışına bırakıyorum ve müziğin içinde var oluyorum, neredeyse bir rüyanın ortasında hapsolmuş gibi… Dreamweaver’ın da rüyalardan ve bilinçaltından tüm unsurların bir araya gelmesi ve bütün bu dünyanın küçük bir kartpostalı olarak işlev görmesi rolünü güzel bir şekilde ifade ettiğini düşündüm.
Sanırım kimse rüyaların müziğe ne kadar etki ettiğini kesin biçimde söyleyemez; ama bazı parçaların, bilinçli olsun olmasın, müziğe sızmasını görmek her zaman ilginç bir deneyim.
Evet, ama bence bu belli ölçüde kontrol edebileceğin birçok farklı sanat formunda da olan bir şey. Şahsen teknik taraftır, prodüksiyondur, yazım sürecidir, şarkı sözleridir, atmosferdir; bunlar fazla analiz etmemeye çalıştığım şeyler. Bir şekilde müziğin büyülü kalmasını sağlamaya çalışıyorum ve bu konuda fazla konuşmamayı tercih ediyorum, çünkü o büyüyü kaybetmek istemiyorum. Hayatımın birçok alanında fazlasıyla kontrol sahibiyim; ama müziğe gelince anın içinde neyin doğru hissettirdiğine sadık kalmaya çalışmak, üzerine esas olarak yoğunlaştığım konu.
Yine de zor iş tabii. Stüdyoya girdiğim an öylece bilinçaltı akışına kapıldığımı, her şeyin kendiliğinden geliştiğini iddia edemem. Çoğu zaman burada, stüdyomda, piyanomun başında oturup durmadan çalışıyorum. Bazen kullanabileceğim bir fikir ortaya çıkıyor. Çok düşünmeden müziğin akıp gitmesine izin verdiğin o küçük büyülü anları yakalamak tüm mesele. Aynı bir rüyada olduğu gibi…
Ayrıca uzun süre nihai halini almayan bir demonun üstünde çalışmayı tercih etmeyen bir sanatçısın. Bir fikir bir yere varmıyorsa oracıkta yoluna bakıyorsun.
Evet. Bence bu durum da önüne geleni oracıkta yakalama fikriyle uyuşuyor. Bazen haftalarca, hatta aylarca ilham bulamadığım zamanlar oluyor ve o zaman da paniklememeye çalışmak gerekiyor. Yaratıcı gücü zorlayacak olursan asla ortaya çıkmaz. Stres olur, gereğinden fazla düşünmeye başlarım. Sık sık yaşadığım bir durum, ara verip bir süre müziği düşünmemem hâlinde aklıma ansızın bir fikrin gelmesi. Aniden bir melodi ya da başka bir şey belirir. Bu da beynine bazen dinlenmesi için gerekli saygıyı göstermekle; anın içinde kalıp hiçbir şeyi zorlamaya çalışmamakla ilgili. Bu yüzden eski şarkı taslaklarını nadiren saklıyorum. Dediğin gibi, eğer bir şarkı üzerinde iki ya da üç gün çalıştıysam ve hâlâ bir forma girmiyorsa başka bir şeye geçerim. Öylesi şarkılara çok nadir geri dönerim. Genelde “Tamam, buna biraz enerji harcadım, ama işe yaramadı. Devam.” derim. Başta değer verdiğim bir şeyi öldürür, yola devam edip tüylerimi diken diken eden bir şey yakalamaya çalışırım.
Olmayan şeylere saplanıp kalmadan yoluna devam etmen süper bir şey. Çok sevdiğim bir alıntı var: “Bitmiş sanat yoktur, terk edilmiş sanat vardır.” İşine yarayan şarkıları çok karmaşık hâle getirmeden doğru noktada bırakıyorsun gibi, tıpkı işine yaramayanları terk ettiğin gibi.
Evet. Yeni bir albüme başladığımda iki yıl önceki fikirlerime geri dönmek istemiyorum, çünkü her albüm hayatımda şu an nerede olduğumun bir yansıması. Ayrıca müzik yapmak benim için eğlenceli bir şey olmalı, taze hissettirmeli. Eski bir fikir o an işe yaramadıysa muhtemelen iki yıl sonra da işe yaramayacak. Bu yüzden yeni bir şeyler yapmaya çalışıyor ve ne çıktığına bakıyorum. Bir şey çıkmazsa sorun değil; birkaç gün bekleyip arkadaşlarımla bira içmeye giderim ya da başka bir şey yaparım, bir film izlerim mesela.
Dreamweaver’ın yaratım süreciyle ilgili birkaç anını paylaşabilir misin?
Bu sefer işler diğer albümlere kıyasla oldukça farklı seyretti. Normalde bir turne bittiğinde kendimi tükenmiş hissederim. Çok yoğun geçmiştir tüm süreç, aylardır grubum ve ekibimle birlikte olduğum için bir ara vermeye ihtiyaç duyarım. Ama bu kez inanılmaz ilham doluydum. Sanırım Kopenhag’a döndükten iki gün sonra stüdyomda çalışmaya başladım, çünkü içimde yoğun biçimde yeni bir şeyler yapma isteği vardı. Albüm yine de çabucak bitmedi, ama bitiş çizgisine götürmek çok daha kolay oldu. Uzun bir turneden sonra yeni müzik yapmaya aşırı hevesli ve açtım. Normalde yeni bir işe başlamaktan çok korkarım, hatta bazen tüm sihrimi kaybettiğimi düşünürüm. İlhamdan yoksun olurum ve “Bu belki de son albümüm!” diye düşünerek büyük bir panik yaşarım. Bu sefer yeni albüm fikri aklımdaydı, işler daha kolay oldu. Tabii ki yine de bir kara deliğe girip “Tamam, bu doğru yol değil. Kulağa berbat geliyor. Belki başka bir şey denemeliyim.” diye düşündüğüm zamanlar oldu. Ama o da işin tuzu biberi. Her şeyin hemen düzelmesini beklemek yanlış olur.
Vokallerde Disa ile çalışmak da güzeldi. Turnenin tamamında birlikteydik. Sesine yabancı değildim, vokalleri kaydetmek çok daha kolay oldu. Tüm melodileri ve sözleri ben yazdım, sadece “Dreamweavers” şarkısının sözleri ona ait. Söz yazmak benim için zorlayıcı bir süreçti, çünkü bunu ilk defa Memoria albümünde yapmaya başladım. Onunla çalışmaksa çok kolaydı, birbirimizi tanıyoruz ve bu albümü yapmak ikimize de gayet doğal geldi. Genelde albümlerim arasında üç ya da dört yıl olur, Dreamweaver’sa Memoria’dan sadece iki yıl sonra çıkageldi.
Sana synthesizer dünyası hakkında bir şey sormak istiyorum. Koleksiyonunda Arturia MicroFreak olduğunu biliyorum, bende de var.
Evet, şu an yanımda da bir tane var. O synthesizer’ı çok seviyorum, son derece lo-fi ve tuhaf sesler çıkarabiliyor. Sen memnun musun?
Memnunum. John Dwyer’dan hakkında bir şikâyet duymuştum ama; konser ortamında pek iyi iş görmediğini belirtmişti.
Evet. Bu yüzden ben de konserlerimde kullanmıyorum. Tuşlarını da sevmiyorum, basabileceğim gerçek tuşları tercih ediyorum. Stüdyomda MIDI klavyeme bağlıyor, ses modülü olarak kullanıyorum. Yazılım güncellemelerini seviyorum ama. Yaptığım şeyi pek de anlamıyorum, kılavuzları okumakta çok kötüyüm, sadece düğmeleri çeviriyorum. Teknik olarak çok bilgili biri değilim. Benim için esas mesele ortaya ne çıkacağını görmek. “Dreamweavers” şarkısındaki neredeyse tüm synthesizer sesleri MicroFreak ile yapıldı, ardından birçok plugin, efekt pedalı ve benzeri şeylerle birleştirildi. Synth’lerimi alıp farklı şeyler üzerinden yeniden yönlendirmeyi seviyorum.
İlginçtir ki “Dreamweavers”ın açılış notalarını ilk duyduğumda aklıma gelen düşünce “Bu MicroFreak mi?” olmuştu.
O intro ile eski bir FM radyoda farklı frekanslar arasında dolaşıyormuşsun gibi bir his yaratmak istedim. Aynı zamanda televizyon kanalları arasında zap yapmaya da benziyor, hani eskiden televizyon izlerdik ya… O havayı yakalamak istedim. Hatta arka planda bazı televizyon programlarından sample’lar ekledim. Çok dikkatli dinlersen duyabilirsin.
Synth dünyasına dair en sevdiğim şey, teknik detaylara çok fazla takılmadan akışa kapılıp gitmene imkân tanıyan kocaman bir evrenin kapısını açması.
Bu hep benim yaklaşımım olmuştur. Ne yaptığımı bilmemek bazen benim için çok hoş bir şey. Tabii ki EQ ve kompresör kullanmayı biliyorum, ama düğmeleri çevirip işin nereye gittiğini görmek hoşuma gidiyor. Bu yüzden çok fazla alt menüsü olan şeyleri sevmiyorum, bir menüye girip sonra onun altındaki menüye gitmek zorunda kaldığımda tamamen kayboluyorum. Öyle anlarda vaktimi hayal ettiğim atmosferi yaratmaya harcamak istiyorum.
Cevabın bana şu Aphex Twin meme’ini hatırlattı:
Evet, kesinlikle. Tabii ki bu hissi tanıyorum. Konuştuğumuz gibi fikirlerin akmasına izin veriyorum ve ne yaptığımı çok fazla analiz etmemeye çalışıyorum. Basit bir ekipmana sahip olmam önemli değil, ki MicroFreak bile derinlerine indiğinde oldukça karmaşık olabiliyor. Ortaya neler çıkacağını görmek hoşuma gidiyor.
Ekipman koleksiyonunda daha fazla insanın bilmesi gerektiğini düşündüğün bir parçan var mı?
Öyle çok nadir bir şey kullanmıyorum. Oldukça sık kullandığım şeylerden biri, 1980’lerden kalma eski bir 4-kanallı TASCAM kasetçalar. Bence biraz kötü bir ses çıkarıyor, çok fazla parazit ve kayma var, öyle çok da düzgün çalışmıyor; ama ben de tam olarak bunu seviyorum. Ton değişiklikleri oluyor, ses dalgalanıyor. Bunu pluginlerle de yapabilirsin, ben de lo-fi pluginleri sık sık kullanıyorum, ama bu cihazın çıkardığı o özel sesi bilgisayarda yeniden üretemiyorum. İçinde bir sıcaklık var ve tabii ki analog bir cihaz. Cihazı biraz zorlayıp bir distortion pedalı gibi kullanıyorum.
Geçmişte film müzikleri yaptığını biliyorum. Bir yönetmenle film müziği yapma şansın olsaydı ilk tercihin kim olurdu?
David Lynch olurdu. Pek çok sanatçı da aynı şeyi söyler. Müziği ve sesleri kullanma biçimi, film müzikleri ve ses tasarımı gerçekten mükemmel. Onun da filmlerinde bilinçaltı büyük rol oynuyor, hikâyelerinde birçok katman var. Mulholland Drive gibi bir filmi çekebilmesi tek kelimeyle delilik. Hâlâ ne hakkında olduğunu anlamış değilim, ama her saniyesine bayılıyorum. On kez izledim. Yanılmıyorsam Twin Peaks: Fire Walk With Me de geçenlerde 30. yılını doldurdu. O da en sevdiğim filmlerden biri. Elbette tüm Twin Peaks evreni hâlâ içine girip kaybolabileceğin harika bir dünya. David Lynch bunu okursa beyanımdır, ben varım. (gülüyor)
Müziğini dinlediğimde zihnimde sık sık Lynchvari bir atmosfer canlanıyor. Bence filmlerine çok yakışır.
Tabii şunu atlamayalım, Angelo Badalamenti onun için olabilecek en mükemmel besteciydi. Ne yazık ki artık aramızda değil. David Lynch ile yaptığı tüm çalışmaları çok seviyordum. Baktığında Lynch’i onun müziği olmadan düşünemezsin. İkisi bir bütündü. Bence bu yüzden hep onunla çalıştı. Badalamenti yalnızca hikâyeye değil, atmosfer ve ruh haline de çok büyük katkı sağladı. İkisine de hayranım.
Şu anda müzik dinleme platformuna erişimin varsa, son dinlediğin üç şarkıya bakmanı istiyorum.
Tanukichan adında bir sanatçının “The Best” adlı şarkısı var. İkinci şarkı Rozey adında bir Amerikalıdan, şarkının adı “If I Come Home.” Sonuncusu ise bir grup olan Belong’dan. Yeni bir albüm çıkardılar geçenlerde. Dinlediğim şarkılarının adı ise “Souvenir.”
Aslında bu kişileri dinlememin sebebi şu an yeni albümüm üstünde çalışıyor olmam. Bazen sound’umu sevdiğim diğer sound’larla karşılaştırıyorum, bas doğru mu, kesmeler iyi mi diye bakıyorum. Bunlar benim referans sound’larım.
Röportajı bir sonraki albümünde seni etkileyen şeylerin üstünde durarak kapatmamız güzel oldu.
Normalde albüm yaparken diğer sanatçıların müziklerini çok dinlememeye çalışıyorum, kafam karışıyor ve onlar gibi tınlamaya çalışabiliyorum. Bu yüzden başkalarının müziğini öyle sık sık dinlemem. Öte yandan elbette The Cure, Joy Division, The Velvet Underground ve Slowdive gibi gruplar DNA’mın bir parçası; çünkü onlarla büyüdüm. Müziğimde doğrudan duyamadığın bir şey olsa da klasik müzik ve folk müzikten de ilham alıyorum, Nick Drake’i çok dinlerim. Bunu belki albümdeki ilk şarkı olan “A Different Light”ta duyabilirsin. Onun kendine özgü çalım tarzından ilham aldım, ama bu albüm üzerinde çalışırken dinlediğim bir şey değildi. Stüdyodan eve geldiğimde tamamen kendi dünyamda oluyorum ve müzikten bitap düşüyorum. Gün boyu kulaklarımı kullanıyorum, boş zamanımda çoğunlukla siyaset ve diğer haberleri radyodan dinliyorum. Ama gençliğimden beri dinlediğim müzikler her zaman benimle.
Trentemøller’ın Bandcamp profiline şuradan göz atabilirsiniz.