Thurston Moore: “Sonic Youth Benim Çocukluğumdu”

Sonic Youth kurucu üyesi, müziğin daimi genç delikanlısı ve yaşayan efsanesi Thurston Moore, yeni albümü Flow Critical Lucidity’yi geçtiğimiz günlerde yayınladı. Biz de kendisiyle Zoom’da oturup sohbet ettik.

Hemen gizemli bulduğum bir vakaya değinerek başlayayım: Sayfamızda hiç İngilizce içerik paylaşmamamıza rağmen resmi Sonic Youth Instagram sayfası bizi birkaç yıldır takip ediyor. Herhalde o platformu idare eden kişi sen değilsindir, değil mi?

Thurston Moore: Yok, değilim. Sonic Youth resmi sitesi dahil birkaç platformumuzu idare eden kişi Steve Shelley. Neler paylaşıldığını elbette ben de görüyorum ama çok dokunmuyorum. Steve’in sizi takip etmesine şaşırmam aslında. (gülüyor) Özellikle platformunuz Sonic Youth ile ilgili paylaşımlar yaptıysa. Bilemedim. Ama çok güzel bir olaymış, hoşuma gitti.

Londra’da hava nasıl şu an?

Bu hafta boyu hava çok güzeldi. Akdeniz iklimi adeta, harika. (gülüyor) Alışılmışın dışında bir durum, ama buradaki herkes çok memnun. Ne kadar süreceğini kim bilir? Bir noktada her zamanki kasvetli, yağmurlu, soğuk ve gri bir hâline dönecektir diye tahmin ediyorum. Belli olmaz, belki iklim krizi Güney Avrupa’yı kavururken İngiltere’yi bir cennet bahçesine dönüştürür. (gülüyor) Bilmiyorum, burada hava çok güzel. Sen İstanbul’da mısın?

Normalde İstanbul’da, şu anda Ankara’dayım. Hiç geldin mi buraya?

Hayır. Hep Ankara’ya gitmek istemişimdir.

Gelecek ay da Berlin’e taşınıyorum.

Vay, harikaymış. Daha önce Berlin’e gittin mi?

Hayır, ilk seferim olacak.

Bayılacaksın. Biliyor musun, kuzenim birkaç yıldır İstanbul’da yaşıyor. Kendisinden sürekli İstanbul güncellemeleri alıyorum. Türkiye’ye âşık, harika bir hayatı var. Miami’den oralara geldi. (gülüyor)

Ne zamandır İstanbul’da yaşıyor?

Beş, belki altı yıldır. Bir köpeği ve geniş bir sosyal çevresi var. İstanbul’da son sahne aldığımda oradaydı, nerede yaşadığını da gördüm. Sokağın adını hatırlamıyorum ama böyle taşlarla döşeli, neredeyse dimdik aşağıya inen bir sokaktı. Hani şu hipster sokağı var ya. (gülüyor)

İstanbul gerçekten harika bir yer, kabul etmem gerek. Boğaz tarafı hayatımda yediğim en güzel balık ekmekçilerle dolu. Balık tutan adamlar hemen oracıkta ekmek arasına koyup satıyorlar. Cennet gibi bir şey bu benim için. Orada yürüyüş yapmayı ve ayakkabı boyacılarını izlemeyi çok seviyorum. Harika bir deneyim. Sevdiğim bir plak dükkânı da var.

Hangisi?

Bilmiyorum, ama çok iyi ikinci el plakları vardı. Oradan harika şeyler aldım. Çok güzel, eski, psychedelic albümlere sahipti. Havalı bir dükkandı.

Bir seferinde Boğaz’da bir vapurdaydım, önümüzde başka bir vapur vardı. Vapurdaki adam köprüye ışıklı bir tabela koydurmuştu, “Benimle evlenir misin?” yazıyordu. Kız arkadaşına teknede evlenme teklifi etmişti, hem de köprüye tabela astırarak. Belki de insanlar arasında yaygın bir şeydir. Ama ben “Vay, bu ne böyle? Bayağı romantikmiş,” demiştim.

Evet, çok hoş.

Bence İstanbul oldukça romantik bir şehir. Harika bir yer, bayılıyorum. Çok özledim, belki altı yıl oldu gitmeyeli.

Maalesef Konstrukt ile verdiğin son İstanbul konserini kaçırdım.

Güzel zamanlardı. Hem konser verdik hem de kayıt yaptık. İsmi biraz komik, Turkish Belly. (gülüyor) Bilir misin?

Evet.

Öyle mi? Herkes bilmez o albümü.

Bu röportaj sayesinde yıllar sonra hatırladım. Harika bir albüm.

Teşekkürler. Sonra Umut Çağlar ile bir duo kurduk. İki gitardık. Çok tatlı bir insan.

Seni tekrar burada görmeyi dört gözle bekliyoruz.

Umarım. Ben de.

Malum, yeni bir albüm çıkardın. Şöyle sorayım: Albümün ismi Flow Critical Lucidity ne anlama geliyor?

O ifade şarkılardan birinde yer alan cümleden geliyor. Rüya hâliyle fiziksel gerçeklik arasında, ikisiyle bir arada var olma durumu üstüne bir şarkı. Bu iki varoluş hâlinde birden dengeli bir sorumluluk taşıma durumunu ifade ediyor. Lucid dreaming dediğimiz olay gibi, yani rüyada olmak ama aynı zamanda rüya içinde olduğunu fark etmek… Hipnagojya kelimesiyle de ifade edebiliriz. Hipnagojya, tam anlamıyla uyanmadığın, rüya dünyasıyla gerçeklik arasında olduğun durum anlamına geliyor. Kendi kendine “Şu an rüya alemini terk ediyorum.” dediğin an. Flow Critical Lucidity’deki alegori ise bu farkındalığı gerçek yaşamda sürdürme sorumluluğuyla ilgili. Woke kelimesini çok seviyorum. Güncel siyasi iklimde bu kelimeyi şeytanlaştırmaya çalışıyorlar, ama benim için dünyamızda mevcut baskı biçimlerini şeffaf biçimde görmek ve buna karşı sorumluluk almak, baskıya karşı direniş göstererek kültürü onurlandırmak anlamına gelen müthiş bir kelime. Anlayacağın albüm ismi biraz politik bir anlam taşıyor, ama aynı zamanda daha iyi bir dünya için arzularına ve hayallerine sahip çıkma fikrini de ifade ediyor. Bu başlık yoluyla bana kalırsa bunlar ima ediliyor.

Yakın zamanda Mercury Rev’den Jonathan Donahue ile gerçek yaşamla rüyalarımızı ayırma yetimiz hakkında konuştum. Gerçek dünyadaki olayların artık eskiye kıyasla çok daha hızlı geliştiğini ve bu iki âlemi birbirinden ayırmanın giderek zorlaştığını söyledi.

Gençlik kültürünün gerçek ile hayal arasındaki farkı ayırt etme kapasitesini kesinlikle küçümsemiyorum. Jonathan’ın ne demek istediğini de anlıyorum elbette. O kadar çok yapay bilgi ve zeka ile karşı karşıyayız ki artık bunlar insanların düşüncelerini saptırmak için kurnaz biçimde kullanılıyor. Olup bitenler bir bakıma bana Blade Runner‘ı ya da Philip K. Dick’in bilim kurgu romanlarını hatırlatıyor; insanların simulakra ya da et ve kanla kaplanmış robotlar olduğu, kimin gerçek olduğunu ayırt edemediğin bir ‘geleceğin dünyası’ndaymışız gibi hissediyorum. Öyle ki gerçek olmayan varlıklarla ilişki kurmaya başlıyorsun. Eskiden bilim kurgu olan şeyler, günümüzde yapay zeka ile gerçekliğimizin bir parçası olmaya başlıyor. Bu bana çok ilginç geliyor, çünkü bu tür bir teknolojinin durdurulabileceğini düşünmüyorum. Aynı zamanda her şey gibi bu teknolojinin de hem faydaları, hem de olumsuz sonuçları olacak. Ortada her zaman bir mücadele olacak. Ama zaten hayat dediğin daima bir mücadele sanatı değil mi?

15 yaşındaki gençlerle konuştuğumda dünyanın kaotik yapısına ve ortada inanılmaz büyüklükte bir bilgi akışı olmasına rağmen bu konuda o kadar da endişeli olmadıklarını hissediyorum. Bu bilgilerin doğru ya da yanlış olmasına bakmaksızın insan beyninin bunu yönetme kapasitesine sahip olduğunu düşünüyorum, çünkü bu beyni zaten biz yarattık. Bu bağlamda yeni nesillerin bizden daha zeki olduğu fikrindeyim. Gençlerin bizim ergenlik dönemimize kıyasla durumun daha farkında, daha uyanık, daha zeki ve olgun olduğunu görüyorum. Ben gençken dünya çılgın bir yerdi ama bize o kadar da tehlikeli görünmüyordu. Şimdi bir gençle konuştuğumda onların da tehlikede olduklarını düşündüklerini hissetmiyorum, çünkü onların bu durumu eskiden olanla karşılaştıracak başka bir gerçeklikleri yok. Pek çok genç insan, savaşlar ve gelişmiş silah teknolojileri yüzünden eskisinden çok daha şiddet dolu bir toplumda yaşıyor. Dünya artık çok daha silahlı, daha şiddet dolu bir yer. Öte yandan bildiğin gibi her nesil, insanlık dediğimiz durumla ilgili kendi sürecini yaşıyor. Gençlerin sağcı faşizmin kontrol mekanizmalarına direnmeye devam edeceğine dair büyük bir inancım var.

Gençlere olan güveninden bahsetmişken belirtmek istiyorum, her zaman genç ruhlu biri olduğun söylenebilir. Hep “yeni bir şehre” adım atar gibisin. Yeni arkadaşlar edinip yeni şeyler denemeye hep açıksın.

Yani… Hem yeniye hem eskiye değer veriyorum. (gülüyor) Yeni olanla eski olana eşit değeri veriyorum hatta. Kitapçılara ve plakçılara gittiğimde, asıl ilgimi çeken eski şeyler oluyor. Antik şeyler arıyorum. Eğitim dediğimiz şeyin önemli bir kısmı geçmişteki belgelerde saklıdır, onları korumak da çok önemli. Arşivciliği, eski edebiyat eserlerini toplamayı seviyorum. Eski edebiyat dediğimde de 1960’ların ve 1970’lerin şiirlerini, 1950’lerin ve 1960’ların kayıtlarını kastediyorum. Bu benim için çok önemli. Fakat aynı zamanda ilginç fikirler üreten, deneysel ve yapılmış olana meydan okuyan müziklerle uğraşan yeni insanlarla da çok ilgileniyorum.

Müzik dünyası hep gençlerin sahası olarak görülür. Ben buna katılmıyorum. Hatta müziğin yaş açısından oldukça özgürleştirici olduğunu düşünüyorum. PJ Harvey’nin yeni turnesinden fotoğraflara baktım, çok hoşuma giden bir şey vardı. Grubunda sahnede onunla birlikte sadece yaşlı adamlar vardı. Yaşıtlarım, hatta belki benden daha yaşlı olan bu beyaz saçlı erkek müzisyenlerin sahnedeki görünüşü bana inanılmaz havalı geldi. Bu görünümde radikal bir şey vardı. Harika müzisyenlerdi, o sahnede genç hipsterlar yerine yaşlı adamlar vardı. (gülüyor) Sanat dünyasında -ister müzik olsun ister sinema- yaşa dair oldukça geniş bir alanın mevcut olduğunu düşünüyorum. Sinema dünyasında yaşlı kadınların genç kadınlara kıyasla daha zor rol bulması gibi yapısal sorunlar var tabii ki. Bu hep bir şikâyet konusu olageliyor. Ama genel olarak sanatta yaş almak, daima bir onur sembolü olmuştur. Kendimi hep bir nevi çıraklık döneminde gibi hissediyorum; sanki 66 yaşında olmama rağmen henüz ciddi bir besteci ya da yazar olarak yolculuğuma başlamamış gibiyim. Sonic Youth gibi bir grupla olan geçmişime rağmen, bu yolculuğa daha yeni başladığımı hissediyorum. (gülüyor) Dürüst olmak gerekirse Sonic Youth dönemimi medyanın genelinin aldığı kadar ciddiye almıyorum. O benim çocukluğumdu, günümüz ise yetişkinliğim.

Baktığında hepimiz hayat boyu kendi yolumuzu bulmaya çalışıyoruz.

Kesinlikle.

Elbette müzik dediğimiz şey sık sık otobiyografik bir nitelik taşıyabiliyor. Bu albümündeki şarkı sözlerinin çoğunu eşin Eva Prinz yazmış olsa da anlatımız, ilk şarkı “New in Town”da genç bir insanla başlıyor; büyük şehirde kaybolmuş bir çocuk… Bad Brains ve Fugazi gibi grupların adı geçtiği için de olay 1980’lerde geçiyor gibi görünüyor. Lafı nereye getireceğimi anlamışsındır, şarkının sözleri görünürde New York’a ilk taşındığın zamanları anlatıyor. Bir yandan da hâlâ o genç insan gibisin tabii; sürekli öğrenen bir kişiliksin.

Doğru. Bahsettiğin “şehrin yeni çocuğu olmak” fikri, bir anlamda aydınlanış hissi içeriyor, hayatın değerini fark etmek gibi. Bir topluluğa ait olmak, yaratıcı olmak için heyecan verici ve güvenli bir alan bulmak… Bu 1980’lerin başında hardcore konserlerine gittiğimde hep hissettiğim bir şeydi. Hardcore çocuğu değildim oysa. Çoktan yirmili yaşlarımın sonlarındaydım ve hardcore sahnesi yirmi yaşındaki gençlerle doluydu. Aramızda büyük bir yaş farkı vardı. Hardcore konserlerine gidip arka sıralarda ya da duvar dibinde duran yaşça büyük biriydim. Pogolara girmezdim, sahne dalışlarına katılmazdım. Yine de New York’ta bu gruplardan birinde kısa bir süre çalmıştım. Sahneye bir şekilde dokunuyordum ama o sahnenin bir parçası değildim. Hardcore gençleriyle çok fazla takılmıyordum. Keşke takılsaydım, ama zaten Sonic Youth’a ve çevremdeki art rock dünyasına fazlasıyla kapılmıştım. Glenn Branca, Lydia Lunch gibi insanlarla zaman geçiriyordum. Glenn Branca’dan biraz daha genç, hardcore çocuklarından ise biraz daha yaşlıydım. 1958 doğumlu olduğum için halihazırda mevcut sahneler ve kültürler arasında sıkışmış gibi hissediyordum. Sonic Youth tam olarak bu yüzden bir anomali olarak ortaya çıktı. Kendi dünyamıza daha yakın insanlarla bağ kurduk; Nick Cave, The Butthole Surfers, Meat Puppets gibi bizim yaşımızda olan insanlarla. Hardcore, punk ya da new wave’in standartlarının dışında kalan bu marjinal grupları bulmak heyecan vericiydi. Bir kategoriye girmiyorduk, ama kesinlikle çevremizde olup bitenlerle bağlantılıydık.

Benim için daima tüm mesele sosyal bir grubun parçası olmanın gücü, kimliğini bulmak ve yaratıcı bir insan olma mesleğine kendini adamaktı; ister müzik, ister yazı, ister görsel sanat olsun. “New in Town” şarkısı, keşif gücünün verdiği bu özgüvenle ilgili. Doğru kelime bu mu bilmiyorum… Minor Threat, Bad Brains ya da Fugazi gibi grupları gözlemlemekten doğan, ‘doğru gelen’ bir hissi keşfetmekten gelen bir özgüven. Birdenbire gitarını amfiye bağlayıp çalmak için cesaretleniveriyorsun. İşte o şarkı tam olarak bu, sadece gitarını bağlayıp çalmaya başlıyorsun. Şehirde yenisin. İçinde biraz hüzün de var aslında. Gitarı kudururcasına çaldığım bir şarkı değil sonuçta. Öyle de olabilirdi, ama onun yerine kayıt sırasında gitarı farklı aletlerle kullandım, tellerin altına çeşitli objeler koyup onları çaldım, iki taraftan da kayıt alıp elde ettiğim sonucu miksledim. Kayıt bittikten sonra da şarkıyı bantları keserek yapılandırdım. Sadece o eşsiz yaratıcılık anında var olan bir şarkıydı. Albümde yer alanlar içinde canlı çalamayacağım tek şarkı, çünkü kayıt aldığım gün olup bitenlerden ibaret bir eser. Bu durum çok hoşuma gidiyor ve şarkıyı gelip geçici kılan şey de bu aslında. Bugün var yarın yok, anlatabiliyor muyum? Genç olmak ve şehirde yeni olmak, aslında çok ani bir durum. O anı sonsuza dek korumalısın, çünkü başka bir şeye dönüşüyor. Büyüyorsun.

Bir arkadaşım sana şunu sormamı istedi: New York’ta, 1980’lerde yaşadığın çılgın bir konser anını paylaşır mısın? İyi bir anı da olabilir, kötü bir anı da. (gülüşmeler)

Komik olan şu ki daha az önce sahne dalışından ve pogolardan bahsediyorduk. Öyle şeyleri çok fazla yapmadım, ama 1980’lerin bir noktasında, bir ilhamla sahnede daha fiziksel olma cesaretine kavuştum. Bu da büyük ölçüde Black Flag ve Minor Threat gibi grupları izlememden kaynaklandı. Bir hardcore grubu değildik, buna rağmen sahnede Sonic Youth’un yaptığı şeylere o fiziksel şiddeti eklemeye başladım. Sahnedeki art rock ve noise müziğimizi daha fiziksel bir şekle soktuk ve bunu sevdim. Ancak bazen bunun bedeli ağır olabiliyordu, yaralanabiliyordun. 1980’lerde CBGB’de bir konser veriyorduk ve bir şarkı esnasında sahneden seyircilerin arasına atlamaya karar verdim. Atladım. Havada uçarken beni yakalayacağını düşündüğüm kalabalık aniden ortadan ikiye ayrıldı ve bir masanın üstüne düşüverdim. Masanın üstündeki şişeler kırılıp göğsüme saplandı, yere yuvarlandım. Herkes bana “Neden bunu yaptın ki şimdi?” der gibi bakıyordu. (gülüşmeler) Yerde yatarken “İşler pek planlandığım gibi gitmedi!” diye düşündüm. Hemen toparlandım, sahneye geri çıktım, yara bere içinde şarkıyı bitirdim. Hastaneye gitmedim, ama bir daha da öyle bir şey yapmadım. Arada sırada, genellikle büyük festival sahnelerinde seyircilerin arasında yürüdüğüm olurdu. Fotoğrafçıların olduğu bariyerlerin içine girmeyi ve onları gitarımla kovalamayı, seyircilere üstüne yürüyüp üzerlerinde gitarımla sörf yapmayı eğlenceli buluyordum, çünkü bunu güvenle yapabileceğim kadar insan vardı. Ama CBGB’deki o ilk dönemde böyle bir güvenlik imkânı yoktu. (gülüyor) Boş bir havuza atlamış gibi yere çakılıvermiştim. O çılgın hareketim bugün bile aklımda.

Konserlere dair aklımda kalan birçok anım yaralanma içeriyor. Bir keresinde sahnede gitar çalarken ellerim ve dizlerim üstünde duruyordum, davul sopasıyla 12. perde altından gitara vuruyordum. Vurmayı sürdürürken bir noktada hedefi kaçırdım, başparmağıma çarptım. Fena hâlde yarıldı.

Of.

Fokur fokur kan fışkırıyordu. Elektrik bandıyla sardım ve performansa devam ettim, ama neredeyse üç ay boyunca sol başparmağım devasa, şişmiş ve mahvolmuş bir durumdaydı. Onu da köpeğim iyileştirdi. Şifalı salyasıyla sürekli yalayarak parmağımı iyileştirdi. Evde bir köpek bulundurmak gerçekten çok önemli. (gülüyor)

Kesinlikle katılıyorum. Evde evcil hayvan bulundurmak şeklinde de ifade edebiliriz.

Bizim iki köpeğimiz var. Harika bir şey. Evde iki doktor bulundurmak gibi aslında. Psikolojik ve fiziksel olarak insana harika geliyorlar. Sevgileri tümüyle koşulsuz, aranda saf bir sevgi alışverişi var. Bu da harika bir şey.

Diyelim ki bundan 100 yıl sonra müzisyenlerin anısını onore eden bir tema parkındayız. Her sanatçı veya grubun kendine ait bir anıt taşı var, üstünde de şarkı sözlerinden biri yazıyor. Senin anıt taşında hangi şarkı sözün yazsın isterdin?

Belki ilk Sonic Youth EP’sinde yer alan ilk şarkımız “The Burning Spear” olabilir. Seçtiğim söz de “I’m not afraid to say I’m scared in my bed, I’m deep in prayer.” olurdu.

Teşekkür ederim Deniz. Bu röportaj için çok teşekkürler.

Thurston Moore’un Bandcamp profiline şuradan göz atabilirsiniz.