Sextile: “Sınır Yok, Alayına Eğlence ve Kaos”

Melissa Scaduto ile Brady Keehn’den mürekkep Los Angeleslı elektronik ikili Sextile, son albümleri yes please’i geçtiğimiz ay yayınladı. Güncel olarak ise -İstanbul’da Blind’ı da içeren- yoğun bir Avrupa turnesinin ortasındalar.

İkili ile başta Zoom’da konuşmak için anlaşmıştık. Röportaj saatinde karavanlarıyla interneti iyi çekmeyen, kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde mahsur kalmaları sonucunda planlar değişti ve Brady ile -“Sesim geliyor mu?”ların havada uçuştuğu- bir telefon görüşmesi gerçekleştirmeyi seçtik. Yine de ortaya keyifli bir sohbet çıktı.

Nasılsınız, her şey yolunda mı? Seni göremesem de tanıştığımıza memnun oldum.

Brady Keehn: Ben de tanıştığıma memnun oldum. Biz iyiyiz, sadece dünkü konserden ötürü çok yorgunuz. Ama harikaydı. Fransa’daki Art of Rock festivalindeydik, sabaha karşı 2’de çaldık. Epey çılgın bir geceydi. Turne de şimdiye dek bayağı keyifli geçiyor.

Güzel vakit geçiriyor olmanıza sevindim. Sana komik bir şey söyleyeyim: Şu an Berlin’de yaşıyorum. Bu röportaj için hazırlık yaparken sizin eski bir röportajınızı okudum. İleride müzik kaydetmek için uğramayı düşündüğünüz şehirlerden bahsediyordunuz, Berlin’i ise biraz karanlık bulduğunuz için olasılık dışı görmüştünüz. Bugün ise burada hava gerçekten de kapalı ve kasvetli.

(gülüyor) İyiymiş. Eskiden New York’ta yaşıyorduk, Berlin’de de biraz o New York havası var. Ama Berlin’in başka bir… Nasıl desem, biraz daha “kaypak” bir havası var. Bazen hoşuna gidebiliyor o hava, ama bazen de biraz uzaklaşmak istiyorsun. İşte o uzaklaşabilme özgürlüğü bizim fazlasıyla ihtiyaç duyduğumuz bir şey. LA’de bu mümkün mesela. Banliyöde yaşayıp o “kaypaklığa” inip sonra banliyöye geri dönüyorsun. Berlin’de ise sanki hep o kaypaklığın içindesin, hep o havayı soluyorsun. Yanlış anlaşılmasın, yine de Berlin’i seviyorum.

Bu ayın sonunda sizi burada izlemek için sabırsızlanıyorum.

Evet ya, tekrar geleceğimiz için heyecanlıyım ben de.

Yeni albümünüz yes, please geçtiğimiz ay çıktı. Albümün yapım sürecini düşündüğünde ortaya çıkarması çok kolay ve çok zor olmuş birer şarkı seçsen, hangilerini seçerdin?

“99 Bongos” kesinlikle en zorlayıcı şarkıydı. Son iki yıldır modüler synth’lere sarmıştım, modern enstrüman üreticilerinden farklı farklı modüller topluyordum. Şarkıdaki o bongo loop’unu ben yaptım. Çok sevdik, şarkıya ekleyecek birkaç fikir parçamız da vardı ama şarkının kendisi bir türlü ilerlemiyordu. Bir güzergah bulamıyorduk. O kadar fazla şey denedik ki… Bir noktada “Bunu çöpe atalım gitsin!” dediğimiz oldu. Ama o sesleri öyle bir seviyorduk ki devam etmek zorunda olduğumuzu da biliyorduk. Sonunda vokalleri nasıl yapacağımızı çözdük, şarkının akışını toparladık falan; ama bayağı uğraştırdı. En kolay ortaya çıkan şarkı ise “S is For” olabilir. Birkaç gün içinde bitti gitti.

Elindeki en garip ekipman nedir sence?

Şu an elimdeki en garip şey galiba Piston Honda. Eskiden Harvestman olan, ama şimdi adını Industrial Music Electronics olarak değiştiren bir firma tarafından üretiliyor. Bu aletle üç farklı dalga biçimini osilatörle kombinleyebiliyorsun. Daha önce hiç duymadığım türde sesler çıkarıyor. Kontrol etmesi zor duruyor başta; ama aslında gayet de kontrol edilebilir bir şey.

Bir de Amerika’da North Carolina merkezli Make Noise firmasının ürettiği Wogglebug var. Bu firma gerçekten bu işin geleceğine oynuyor. Modülleri harika, eğer ilgini çekiyorsa kesin bak derim. Ama sanırım gönlüm şu an Piston Honda’dan yana.

Sextile ismi, vefat eden grup arkadaşınız Eddie’nin (Wuebben) astroloji merakından geliyor. O zamandan bu yana astrolojiye olan ilgin nasıl değişti? Daha mı çok, yoksa daha mı az ilgileniyorsun?

Bu harika bir soruymuş. Açık olmak gerekirse sanırım ilgim azaldı. Artık evrenin genişlemesine ve farklı galaksilerden gelen enerjilerin varlığına daha farklı bakıyorum. Biz şu anda çevremizde görebileceğimiz yıldızlara göre pozisyonumuzu değerlendiriyoruz ama galaksimiz çok büyük ve biz de onunla birlikte dönüyoruz. Yani evrendeki pozisyonumuz sürekli değişiyor. Bir noktada evrenin ortasındaki bilinmezliğe, farazi bir kara deliğe doğru açılıyoruz aslında. Bin yıl sonra ya da kim bilir, belki beş bin yıl sonra, gökyüzü tamamen değişmiş olacak. Bu da “Biz kozmik enerjiler tarafından tanımlanıyoruz.” fikrini merkezine alan bir disiplini nasıl etkiler, bilemiyorum.

Bence bizi gerçek anlamda tanımlayan enerjiler tam burada, yanı başımızda, dünyada. Duyduğumuz sesler, çevremizdeki titreşimler… Sahiden etkili olan şeyler işte bunlar. Mesela dünyanın merkezinden gelen frekanslar… Gerçekten etkileniyoruz bunlardan. Ben artık gerçekliğin özünde çok basit bir şeyin, sinüs dalgasının olduğuna inanıyorum. Sinüs dalgası her yerde. Yin ve Yang, siyah ve beyaz, iyi ve kötü gibi… Her şeyin özünde o var. Sinüs dalgasını ikiye bölüp uçlarını birleştirirsen bir daire çıkıyor ortaya. Aynı Dünya gibi. (gülüyor) İşte o enerji, sinüs dalgasının o simgesel hali, bence bütün evrende var olan bir enerji. Niye böyle bilmiyorum. (gülüşmeler) Hiçbir fikrim yok. Ama modüler senteze derinlemesine daldığımdan bu şekilde düşünmeye başladım. Bu da dünyadaki şeylerle yıldızlar arasındaki bağlantılara dair ilginç bir bakış açısı sunuyor. Galiba konuyu çok dağıttım, değil mi? (gülüyor)

Hayır, bence çok ilginç bir cevap verdin. Ses gerçekten çok katmanlı bir şey ve hepimizi birbirimize ruhsal bir yerden bağlıyor.

Kesinlikle.

Müziğinizin sadece kendisiyle değil, merch’ünüzle ve kliplerinizle de yaratıcı anlamda çok iç içesiniz. Bir klip çekimi sırasında yaşadığınız, kaza sonucu ortaya çıkmış ama süreci çok daha eğlenceli hale getirmiş bir anın var mı?

Ne güzel bir soru. “Women Respond to Bass” vakasında yaşanan şey aslında tam anlamıyla bir kaza değildi, ama tesadüflerin üst üste gelmesiyle ortaya çıktı diyebilirim. Şarkının klibi Tokyo’da çekildi. İlk konserimizden sonra sahnede bize yardım eden birkaç kişiyle birlikte karaoke bara gittim. Orada tesadüfen grubun hayranı olan bir müzik videosu yönetmeniyle tanıştım. Dedim ki: “Önümüzdeki üç gün boş musun? Tokyo’da bir klip çekebiliriz.” Oradaki herkes aşırı havalı görünüyor, inanılmaz bir şehir. Kafamızda ne varsa topladık, elimizden ne gelirse çektik. Tokyo sokaklarında çekim yaptık. İnsanlar yanımıza gelip dans ediyordu. Bir çocuğun ağzına su döktüm, o da suyu arkadaşının suratına püskürttü. Bayağı çılgın bir süreçti. Sınır mınır yok, alayına eğlence ve kaos… Bunların hepsi klibin bir parçası oldu. O video, içsel bir enerjiyle ortaya çıkarak var oldu resmen.

Şu an küresel ölçekte karanlık bir zamandan geçiyoruz: Teknoloji oligarşisi, soykırım, kuirfobi, baskılar… Bu konuda okuyucularımıza vermek istediğin bir mesaj var mı? Yakın ya da uzak geleceğe dair ne kadar umutlusun?

Açıkçası umutluyum. Dünyanın dört bir yanına seyahat etmek gibi bir şansa sahibiz. Her ülkenin, her hükümetin başında korkunç şeyler yaşanıyor gibi görünse de, dünyada insan haklarına inanan çok fazla insan da var. Sevgi ve merhametle dolup taşan insanlar… Biz bunu birebir görüyoruz. Belki de konserlerimizde insanlara alan açtığımız, orada bu insanlarla tanışabildiğimiz içindir. Melissa bu sabah bana şöyle dedi: “Biz düşündüğümüzden daha fazlayız.” Bu o kadar doğru ki. Dünyanın her yerinde bizimle aynı görüşleri paylaşan, “Savaş berbat bir şey” diyen harika insanlarla tanışabiliyoruz. Anlaşmazlıklar arasında diplomatik bir devrim yaratacak başka yolların da olması lazım. ABD’de olup bitenler ise daha da inanılmaz. Donald Trump Los Angeles’a Ulusal Muhafızları gönderiyor. ICE evleri basıp insanları çıkarıyor, sınır dışı ediyor. Şu an gerçekten korkutucu bir dönemden geçiyoruz, ama aynı zamanda dünyada çok fazla güzellik ve sihir de var. İnsanlarda da var bu sihir, biz turnelerde bunu bizzat görüyoruz. Bahsettiğim şeyin gerçekten var olduğunu biliyorum. İşler ne kadar kritik hale gelirse gelsin, insanların birbirine yansıttığı pozitiflik ve şefkat her şeyin üstesinden gelecektir. Sonuçta hayatın devam etmesi gerekiyor, değil mi? Dünyanın var olma amacı bu; ne olursa olsun hayatın sürmesi. Milyarlarca yıldır var çünkü bir dengeye ve uyuma ihtiyaç duyuyor. Bence bu süreci atlatacağız ve her şey yoluna girecek.

Sanat aracılığıyla bir komünite kurmak da bu yüzden çok değerli, değil mi?

Kesinlikle. Konserimize gelen iki insanın hikâyesini biliyorum, birbirlerini işten tanıyorlarmış ama Sextile’ı sevdiklerini bilmiyorlarmış. Konserde birbirlerini görünce çok şaşırmışlar. Bu da demek oluyor ki aralarında gerçek bir iletişim kurmamışlar. Sadece profesyonel olarak biliyorlarmış birbirlerini, özel hayatlarından ya da zevklerinden hiç konuşmamışlar. Ama o konserde, o müzikle birlikte fikirlerini ve enerjilerini paylaşabiliyorlar. Böyle deneyimler bağları güçlendiriyor, insanlara konuşma alanı açıyor. İş ortamında böyle bir şey kolay kolay yaşanmıyor. Gerçekten inanılmaz bir durum. Biz insanlara bu alanı açıyoruz ya da böyle bir alanın oluşmasına vesile oluyoruz. İnsanların komünite ihtiyacına kapı açmak… Bu büyük bir şey.

Diyelim ki bundan 100 yıl sonra müzisyenlerin anısını onore eden bir tema parkındayız. Her sanatçı veya grubun kendine ait bir anıt taşı var, üstünde de şarkı sözlerinden biri yazıyor. Sextile’ın anıt taşında hangi şarkı sözünüz yazsın isterdin?

Bu da çok güzel bir soru. Sorman ilginç oldu aslında, çünkü yeni albümde önceki işlerimize göre sözlere çok daha fazla kafa patlatıp zaman ayırdık. Yedi yıl önce ilk şarkılarımızı yazarken açıkçası “Bunu çok da düşünme,” kafasındaydım. Bu son albümde ise bayağı söz birikti elimizde. Düşüneyim biraz…

Sanırım şu olabilir: “Change your form, bomb the rave, kiss your friend and misbehave.”
(“Formunu değiştir, rave’lere çık, arkadaşını öp ve yoldan çık.”)

Bu söz bildiğin bir manifesto gibi, değil mi? Aşkın manifestosu…

(gülüyor) Evet ya, bu sözü seçiyorum. Güzel bir söz. Tadında bir asiliği de var.

Sextile’ın Bandcamp profiline şuradan göz atabilirsiniz.