Bir albümün sadece kapağına baktığımızda dahi bize melun melun bakışlar atan bir “ork” karşılaşıyorsak içerik hakkında az çok fikir sahibi olabiliriz. Oh Sees, geçirdiği kimlik dönüşümlerini ele aldığımızda son derece ön görülemez, deyim yerindeyse lanetli bir grup. Yaklaşık on defa isim ve bir o kadar da üye değiştiren, dönüşümünü asla tamamlamayan bir oluşum. Esasında hikaye bir adam ve bir grup ismiyle başlıyor: John Dwyer California’daki evinde gerçekleştirdiği deneylere ilk olarak Orinoka Crash Suite adını takıyor. Zamanla hem yeni üyeler gidip geliyor hem de grup ismi evrile evrile Thee Oh Sees’e dönüşüyor. Grup 20. yaşını doldururken Dwyer’ın işini bu isim de görmemeye başlamış olacak ki bu kez baştaki Thee de düşerek grubu bugüne kadarki en sade ismine kavuşturdu. Ne anlama geliyor peki bu sadelik? Müzikte de mi bir doğrudanlık söz konusu olacak artık? Dwyer yaşlanmaya mı başladı yoksa?
Orc’u dinlediğimizde aklımıza birçok kelime geliyorsa da sadelik bunlardan biri olmuyor. Olası ilhamlardan bahsedebiliriz mesela. Cardiacs’ın progresif punk tavrı da burada, The Fall’un sinik post-punk anlayışı da. Tıpkı Oh Sees’in kariyerinde yer alan hemen her albüm gibi, Orc da müziğin değişik uçlardaki limitlerini keşfe çıkan son derece saygı duyulası bir iş. Albümden albüme yerleşen profesyonellikle beraber Oh Sees’den kötü bir şey dinleme ihtimalimiz de azalıyor sanki. Tekinsiz, kurnaz, muzip, tam formülü çözdük derken bizi şaşırtan kompozisyonlar dört bir yanımızda yürüyor. Baştan sona doğru ilerledikçe fezada yalpalaya yalpalaya süzülüyoruz. Zaten karşımızda “Keysto the Castle” gibi 8 dakikalık bir canavar duruyorken pürüzsüz bir uçuş da umamayız. Hedef ise bilinmiyor, belki de sonsuz ama her seferinde genişleyen bir döngüdeyizdir.
Yirmi yıl içerisinde 19 albüm yayımlamış bir gruba tereddütsüzce çalışkan lakabını takabiliriz elbet, ama bu çalışkanlığı getiren ilhamın kaynağını bulmak her üstada nasip olmaz. John Dwyer’ın isimdeki sadelik hamlesi, olsa olsa yılların getirdiği özgüvenle projesinin ilhamını net bir zemine oturtmuş olmasından kaynaklanıyor olabilir. Bu netliğin getirdiği sonuçlara ise o kadar güvenemeyiz. Dwyer da güvenmiyor olsa gerek ki her seferinde grubuyla kendi limitlerini keşfe çıkıp eve bir altın madeniyle dönmeyi tercih ediyor. Bilinmeyene adım atmanın korkusu yok Oh Sees’de. Çirkin ve tekinsiz bir müziğin estetiğini kapaktan başlayarak hissedebilmek de çok güzel, neredeyse arındırıcı bir his oluyor biz dinleyiciler için. Daha ne diyebiliriz ki? Sıradaki bütün kazma darbelerini tedirginlikle beklerken önceki ganimetleri yanımızda tutabilmenin rahatlığını her grupta bulamayız. O halde bu fırsatı korkusuzca değerlendirelim.