Hayat bazen sahiden de başka planlar yaptığımız esnada başımızdan geçenlerdir. Nick Cave, 2015’te kariyerinin o ana kadarki zirvesinde yer alıyordu. Haytalıkla geçen gençlik yıllarını çoktan geride bırakmış, 20,000 Days on Earth adında methiyelere mazhar bir belgesel film çekmiş, eşi Susie Bick ile çoluklu çocuklu bir aile hayatına alışmıştı. Ustalık, olgunluk döneminde, dünya çapında saygı gören bir sanatçı olmanın hak edilmiş rahatlığını yaşıyor, önündeki turneleri iple çekiyordu. Oğullarından Arthur’un o yaz gerçekleşen beklenmedik ölümü, Cave’in hayatını tersyüz etti. Belki de tutunacak bir dalı, ailesi, dostları olmasaydı içindeki yasa boyun eğecekti. Onun yerine tam da bu duygunun peşine düşmeyi, azıcık olsun huzura kavuşana dek susmamayı tercih etti üstat.
2016’da Cave’in şarkılarındaki hikaye anlatıcılığını büyük ölçüde bir kenara bıraktığı, onun yerine içindeki duyguları dışa vurduğu yas albümü Skeleton Tree‘yi dinlediğimizde üstadın samimilik ve dürüstlükte üst sınıra ulaştığında mutabık olmuştuk. Nasıl da yanılmışız! Geçtiğimiz günlerde yayınlanarak kalbimizi paramparça eden son The Bad Seeds işi Ghosteen, ‘damardanlık’ olgusunda üst sınır da, alt sınır da bırakmıyor, olgunun bizzat kendisine dönüşerek adeta cennet katına erişiyor. Yeri gelince “I love you” kadar basit, yeri gelince çok daha dolaylı sevgi sözleri sarf etse de ettiği her kelamı iliklerimize kadar hissettiriyor Cave. “Daha önce hiç hüzünlü müzik dinlememişiz meğerse,” diye hayıflanıyor, şarkıların doğal ve duru güzelliği karşısında gözyaşlarımızı tutamıyoruz. Ghosteen cesur ve beklenmedik hamleleri, hakiki samimiyeti sayesinde daha önce dinlediğimiz hiçbir şeye benzemiyor.
Açılış şarkısı “Spinning Song” ile sözlerde alegorik hikaye anlatıcılığını benimsiyor Cave. Bir kral ile kraliçeden bahsediyor. Şarkıdaki kral ölüyor, bir kuşun kanadından kopan tüy ise döne döne göğe doğru uçuyor. Warren Ellis imzalı matem solu ses katmanları, burada başlayıp albüm boyunca bize eşlik ediyor. Ellis’in albüm boyunca yoğun biçimde karşımıza çıkacağı az çok belli oluyor. Ghosteen‘in ilahi ve ruhani tonunu güzelce belirleyen “Spinning Song”un sonlarına doğru ise Cave’in yıllardır attığı en cesur adıma tanıklık ediyor, afallıyoruz. Vokal tarzını değiştirerek falsetto’lara soyunuyor üstat, “Barış da bir gün gelecek / Bizim vaktimiz de bir gün gelecek” diyor huşu ve hüzün içinde. Ghosteen boyunca karşımıza çıkan bütün falsetto’lar o kadar güzel ki bu anlarda duygulanmamak epey zor.
“Bright Horses” -albümdeki birçok şarkı gibi- Nick Cave’in imzasını taşıyan en büyüleyici işlerden biri. Buradaki büyüleyicilikten kastımız, doğrudan sihir ve doğaüstülük kavramlarıyla ilişkili. Şarkıdaki gospel usulü geri vokaller başlı başına bir güzellik abidesiyken Cave’in kendi kendine ettiği teselli sözleri işi derinleştiriyor. “Dünya ayan beyan ortada / Bu demek değil ki / Bir şeylere inanamayacağız.” Peşi sıra gelen, albümün en radyo dostu parçası “Waiting For You” daha klasik duruşlu bir Nick Cave baladı olsa da yine albümün en özel parçalarından biri. Cave’in karısı Susie’ye olan yılmaz aşkını burada bir kez daha gözlemliyoruz: “Vücudun bir çapa senin / Asla özgür olmayı istemedin / Bense şu anki işimden memnunum / Seni mutlu kılmaya devam etmek istiyorum sadece.” Ardından Arthur’a dönüyor ve sözleri yeni baştan diziyor: “Ruhun benim çapam / Asla özgür olmayı istemedim / Uyu şimdi, uyu, hiç acele etme uyanmakta / Çünkü benim bütün işim seni beklemek.” Yüreğimiz bu noktada burkulma aşamasının biraz ötesine geçmiş durumda.
“Night Raid” pekala Push The Sky Away döneminde yazılmış olabilir ve albümün en dingin, huzurlu şarkısı. Burada Cave’in üstünde yoğun etki bırakmış Leonard Cohen‘in izlerini ayan beyan görmek mümkün. Şarkıda geçen “annesinin kollarında yatan İsa” ve “sönmüş yıldız” imgelerinin Ghosteen‘in ikinci yarısında köprü işlevi gören şiir parçası “Fireflies”da yeniden karşımıza çıkacak olması ise şüphesiz enteresan bir mevzu. Cave albümdeki ilk 8 şarkıdan evlat topluluğu, geri kalanlardan ise ebeveynler olarak bahsetmişti. “Night Raid” de, “Fireflies” da sıralama olarak ait olduğu topluluğun ortasında yer alıyor, sanki iki grubun kendi içinde koruduğu bağ işlevini üstleniyorlar. Tabi bu kısmı hepi topu gereğinden fazla derin okuyor olmamız da mümkün. Öte yandan albümde aşk, atlar, İsa gibi sözlerin sayılması zor miktardaki tekriri, şarkıların ilk başta göründüğünden daha güçlü bir birliktelik halinde olduğu ihtimalini kuvvetlendiriyor.
“Sun Forest” doğrudan Brian Eno‘yu akla getiren ambient dokunuşları ve imgelerle bezeli sözler diyarıyla çıtayı yükseltmeye devam ediyor. Çevirmeye kalkışsak işin altından başarıyla kalkana dek saatlerimizi harcayacağımız bir şiir karşımızdaki. ‘Çocuklar sarmalı’ndan (artık ne demek oluyorsa), gelecekten, İsa’dan ve atlardan bahseden, konserlerde çalındığında muhtemelen bir hayli coşkuyla eşlik edilecek bir parça bu. Son bir dakikada ise iki sonraki şarkı olan “Ghosteen Speaks”in sözleri, akıllara Bon Iver‘ı getiren bir vokal anlayışıyla önden müjdeleniyor: “Buradayım / Yanındayım.” Bir başka Brian Eno etkileşimli parça olan “Galleon Ship”, arkaplanda duyduğumuz fısıltılar ve giderek yükseğe uçan umut dolu tonuyla albümün en spiritüel işlerinden biri olup çıkıyor.
Nispeten balad formatına yakın duran, lakin daha bir ayinsel işlenen “Ghosteen Speaks”te Cave, içindeki acıyı yansıtmasının yanı sıra umut dolu ve bir nebze iyileşmiş tınlamayı başarıyor. “Unutmaya çalışıyorum / Bir de hatırlamaya / Hiçliğin de içinden bir şey çıkabileceğini / Tabi olacağı varsa / Yanı başındayım / Beni arasın gözlerin / Sanırım burada benim için toplandılar / Senin içindeyim / Sen de benim içimde.” Sanki bir Kızılderili kabilesi ayininin ritimlerini izleyen “Leviathan”, enfes bir falsetto armonisiyle açılıp yavaş yavaş umut dozunu yükseltiyor. İlk yarı bu noktada biterken Cave’in aynı anda hüzün ve umutla aydınlanmış oluşuna şahit olmak, hem tatmin edici hem de yıpratıcı deneyim. Cave’in iyileşme albümü Ghosteen, artık buna eminiz. Elbette bu tip yaralar kalıcıdır, ancak artık mateminin içine ışığın da sızdığını gördükçe onun adına mutlu olmamak elde değil.
Böylece ikinci yarı başlıyor: Mevzubahis ‘ebeveyn’ler ortalama 13’er dakikalık, devasa ve tanrısal ölçekteki “Ghosteen” ile “Hollywood”, ortalarında ise aşklarını ve yalnızlıklarını temsilen şiir “Fireflies” yer alıyor. “Ghosteen” öyle göz alıcı bir biçimde başlıyor ki albümü dinlerken o ana dek eski Nick Cave’i özleyen hayran grubunun dahi bir başını çevirmemesi mümkün değil. Vangelis ile Angelo Badalamenti‘nin ruhunu ilk dakikalarında tek potada eriten bu enfes iş, haliyle Blade Runner ile Twin Peaks evrenlerinin buluştuğu algısı yaratıyor ilk etapta dinleyenlerde. Sözlerde dünyanın güzelliğini sevdiceğinin gözleri aracılığıyla keşfeden Cave, grubuyla birlikte şarkının zirve noktasını sona yakın değil, tam ortada getiriyor harikulade bir armoni eşliğinde: “Ghosteen dans ediyor avucumun içinde / Dans ediyor, dans ediyor durmaksızın.” Bu coşkulu nakaratı trajedi takip ediyor. “Anne ayı, baba ayı ve yavru ayı”dan mürekkep mutlu aile tablosu, yavru ayının “bir tekneye binip Ay’a doğru yelken alması” ile darbe yiyor. “Geceyi hareket ettirebilsem ettirirdim / Dünyayı tersine çevirebilsem çevirirdim / Hiçbir mahsuru yok sonuçta / Ellerinle tutamayacağın bir şeyi sevmenin.”
Albüm boyunca belli noktalarda vokal kapasitesi anlamında bir nevi içindeki Cem Adrian‘ı açığa çıkaran Cave, kapanış şarkısı “Hollywood” ile bu yeni deneyi zirvede bırakıyor. 14 dakika boyunca “Malibu sokaklarındaki anlam arayışını” dillendiriyor, “Jubilee Street” ya da Higgs Boson Blues” misali şehir içinde sokaktan sokağa salınıyor, içindeki yaraları şiirsel düzeyde arşa çıkarıyor üstat. Bir yandan kendi ölümlülüğünü hatırlar ve “Şimdi sadece vaktimin gelmesini bekliyorum” derken bir yandan da ufuktaki huzurdan bahsederek umutlu konuşuyor, bu göndermelerle albümün hikayesi de başa sarıyor. Yoluna devam ediyor sonra: “Hayatım, düşlerin senin en güzel parçan / O düşlerini kalbimde taşıyorum daima.” Sahile gelince duruyor, elindeki kovayı bırakıp güneşe doğru tırmanmaya başlayan bir çocuğu gözlemliyor. İşte Ghosteen’in son mucizesi de bu noktada vuku buluyor: Cave, vokal performansının geri kalanında adeta David Bowie‘ye dönüşüyor ve bize hazin bir hikaye anlatmaya başlıyor:
“Kisa’nın bir bebeği vardı, heyhat öldü bebek
Köylülere gitti, imdat çocuğum hasta diye
Köylüler kafalarını iki yana salladılar,
“Çok geç olmadan ormana göm” dediler
Kisa dağa çıktı ve yakardı Buda’ya:
“Çocuğum hasta!” Buda, “Ağlama” dedi
“Ev ev gez ve hardal tohumu topla,
Ancak bu evlerde kimse ölmemiş olsun.”
Kisa köyü ev ev dolaştı
“Yavrum kötüleşiyor,” diye ağladı zavallı
Heyhat bir tane hardal tohumu toplayamadı
Çünkü her evde birileri ölmüştü çoktan
Kisa eski köy meydanında oturdu
Bebeğine sarılıp ağladı da ağladı
“Herkes daima birini kaybediyor,” dedi
Sonra da ormana gidip çocuğunu gömdü.”
Ghosteen‘in albüm kapağı ilk kez yayınlandığında The Bad Seeds hayranları ikiye bölünmüştü: Grubun genel tonuna göre fazla “aydınlık ve renkli” bulunan kapak, belki de kimilerine üstadın ilk defa neşeli bir albüm yapacağını, ama bu hareketinde samimi olmayacağını düşündürdü. Müzikleri günlerdir döndüre döndüre dinlediğimize göre bu endişelerin yersiz olduğunu kesin olarak söyleyebiliriz. Ghosteen, içinde bir yerde aydınlık ve ümitten beslense de bundan çok daha fazlası, Cave’in kendisiyle ve acısıyla hesaplaşma, kefaretini ödeme randevusu. Şimdiye kadarki en dürüst işi olduğunu da yeniden belirtmekte fayda var. Bütün bunların ötesinde Ghosteen, daha önce varolduğunu dahi bilmediğimiz kedervari bir duygunun vücut bulmuş hali. Hareket eden bir yağlıboya tablo adeta, kusursuzluğu tevazunun görkeminden geliyor. İnsanlığın bugüne dek kaydettiği en göz alıcı sanat eserlerinden biri.
PUANLAMA: 10/10