Nick Cave & The Bad Seeds son on yılı oldukça üretken ve kaliteli geçirdi. Birbiri ardına Push the Sky Away, Skeleton Tree ve Ghosteen adlı üç başyapıtı önümüze sunan grup, akılda kalıcı sayısız parçaya imza attı. Bunların içinde “Girl in Amber” muhtemelen üst sıralarda yer alıyor. Heyhat şarkının hikayesi, bugüne kadar başlı başına bir gizemdi.
Cave’in hayran mektuplarını cevapladığı The Red Hand Files sitesindeki son sohbet konusu “Girl in Amber” oldu. Beş hayranının birden şarkı ile ilgili sorularına kümülatif cevap veren Cave, bakalım ne demiş:
“Girl in Amber, bir gizemle sarılıp sarmalanmış bir şarkı. Bir rüyadan çıkmışcasına kendi kendini yarattı. Görünen o ki özel, neredeyse mistik bir güç taşıyor içinde.
2014 senesinde Warren’ın (Ellis) mutfak masasına oturmuş, Paris’teki evinin arkasında kurduğu küçük stüdyosunda geçirdiğim bir günün ardından dinleniyordum. Masada bir kağıt tutucu vardı, içinde bir örümcek kapana kısılmıştı ve ansızın zihnimde “Girl in Amber” kelimeleri belirdi. Mutlu hissetmiştim sanırım, zira şarkı isimleri nadiren kafamda öylece beliriverir, normalde kelimeler üstünde yaptığım uzun uğraşlar sonucu belli olurlar. Bu ise çok anlamlı gözükmüştü. Bir statiz halindeki, kendi geçmişlerine mahsur kalmış -ama bizzat tanımadığım- insanları düşündürttü bana. Ya da bana öyle gelmişti.
O şarkının ilk halini o gün kaydettim, tekrir halindeki sözleri oracıkta doğaçladım. Sonra da unuttum bu şarkının varlığını.
***
Bir yıl kadar süre geçti, Paris’te bir başka stüdyoda Skeleton Tree’yi bitirmek üzereydim. İşler değişmişti. Oğlum Arthur birkaç ay önce ölmüştü, füj benzeri bir ruh halinde yaşıyordum ben de, uyuşuk biçimde stüdyoda şarkıları dinliyor, son bir yıldır kaydettiğimiz materyali anlamlandırmaya çabalıyordum. “Girl in Amber”ı yeniden dinlediğimde tek kelimeyle şaşkına döndüm.
Ansızın, trajik biçimde sahibini bulmuştu “Girl in Amber”. Karım Susie’yi anlatıyordu artık -kendi kederinin içinde mahkum biçimde her gününü telefonun çalışıyla başlatıyor, kendi dünyasının çöküşüyle bitiriyordu. Şarkının ürkütücü ve ölüm temalı ikinci kıtası doğrudan benimle konuşuyordu sanki, ben de oradan bir dizeye “Senin küçük mavi gözlü çocuğun,” söz öbeğini ekledim, dizenin geri kalanını ise olduğu gibi bıraktım. Hiçbir anlam ifade etmeyen birkaç dize de vardı şarkıda, ama sözlere parçalanmış bir belirsizlik getirdikleri için dokunmadım onlara. Bu da şarkıyı gizemli ve duygusal kıldı. “Bana dokunma,” dizesini şarkıya aylar sonra ekledim. Hakiki gelmişti çünkü.
1998 yılında hazırladığım The Secret Life of the Love Song adlı sesli ders kitabında bazı şarkıların tuhaf biçimde ileri görüşlü olduğunu söylemiştim. Skeleten Tree’de kesinlikle geleceği öngören şarkılar var, bunların en şiddetlisi ve trajiği ise “Girl in Amber”. Bu şarkı kendi içinde tekinsiz bir kahinlik, gizli bir zeka barındırıyor. Daha trajedi yaşanmadan şarkı ağıt yakmaya başlamış bile.
“Girl in Amber”ı turnede söylediğimde şarkı halen günümüzü anlatıyormuş gibi hissettim. Karım hala kederinin içinde tutsaktı. Geçtiğimiz ay ise şarkıyı bir kez daha seslendirdim. Üç yıl gelip geçmişti, piyanoda bu şarkıyı söylerken ansızın dank etti: Artık geçmişi anlatıyordum. Susie kendisini çevreleyen karanlıktan kısmen de olsa serbest kalmıştı artık. Kendisi ile dünya arasında artık temiz hava vardı, ışık vardı. Zaman işini başarıyla yapmıştı.
“Girl in Amber”‘ın hem beni hem de karımı kederle yoğrulan felç halimizden kurtardığını düşünmek istiyorum. Eklemek istediğim bir de şu var ki, her ne kadar hepimiz bir şekilde zorlu geçmişimizce tutsak alınmış görünsek de, zamanla iyileşebiliriz.