Şairane psych-rock/avant-pop ekibi Mercury Rev, yeni albümleri Born Horses’ı bugün yayınladı. Grubun karizmatik ve centilmen ruhlu vokali Jonathan Donahue ile bu dönüşü konuşmak için Zoom’da buluştuk ve çok geçmeden son derece entelektüel ve spiritüel bir sohbetin içine çekildik.
Son Mercury Rev albümünün yayınlanmasının üstünden beş yıl geçse de bu beş yıl birçoğumuz için haddinden fazla yoğun seyretti. Ben nispeten genç biriyim mesela ve bu zaman dilimini en az on yıl olarak yaşamış gibi hissediyorum.
Jonathan Donahue: (gülüyor)
Bu süreci sen ve Mercury Rev nasıl geçirdiniz, neler yaptınız?
Son albümümüz Bobbie Gentry’s The Delta Sweete Revisited’i 2019 yılında yayınladığımız beri zaman, tıpkı diğer herkes gibi, bize de eskisi gibi hissettirmiyor. Bir olay diğerinin üstüne yığılıp duruyor gibi geliyor. Olayların doğrusal bir sıralaması yok, daha ziyade çok katmanlı bir pasta gibi işliyor. Sen de bir sanatçıysan birbirinin üstüne yığılan bu olayları deşifre etmeye çalışıyorsun. Bir tarot destesi okuyup ortadaki sembolizmi ve kartların birbiriyle ilişkisini çözmeye çalışmaya benziyor.
Orijinal müziklerimizden oluşan bir albüm yayınlayalı çok oldu, ama bu esnada çok da meşguldük. Bir yandan zamanın kendisi kayıt sürecinde büyük rol üstleniyor, biz de bu durumdan zevk alıyoruz. Sadece bir saatteki dakikaların geçip gitmesine müsaade etmiyor, ayrıca kumların altında gizli duran o heykeli yavaşça meydana çıkarmasına müsaade ediyoruz. Bu hep ilgi çekici bulduğum bir yaklaşımdı: Bir taş ya da mermer kütlesine devasa bir çekiç ve keskiyle yaklaşmaktansa yağmur ve rüzgârın o kütleyi aşındırıp hep içinde olan heykeli meydana çıkarmasına müsaade etmek…
Yeni albümünüz Born Horses’ta zaman sahiden önemli bir aktör gibi duruyor, bir de bir olan bitene dönüp bakma hâli söz konusu. Anlattıkların kesinlikle çok spiritüel tınlıyor-
Evet.
Bunların yanında gruptan Grasshopper ile on yıllara dayanan dostluğun da bu albümle birlikte yeni zirvelere ulaşmış gibi duruyor. Haksız mıyım?
Zirvelere ve derinliklere.
Bunu açar mısın?
Müzik yapmaya devam edebilmek başlı başına büyük bir başarı, bunun için de her çabamızda yeni derinlikler keşfetmemiz gerekiyor. Bu olmazsa hamburger satan iki iş adamına dönüşürüz, ben de bunu hiç istemiyorum. Öyle bir sistemde çalışıyor olmayı iyi yürütemezdim bence. Hem yeni albümlerimizde hem de genel anlamda kariyerimizde keşfedebileceğin derinlikler, Grasshopper’ın da benim de deneyimlemeyi ve büyütmeyi umduğumuz derinliğin doğrudan bir yansıması olacaktır. Bu konuda fazla duygusallaşmadan şunu söyleyebilirim: Herhangi bir ilişkinin en güzel yanı bu. İster sanatçı ol, ister evinde mutfak masasında konuşan iki insan. İster Türkiye’de olalım, ister ABD’de, ister Mars’ta; artık ilişkilerin derinliğine her zamankinden büyük önem veriyoruz. Zira deneyimlediğimiz anların ne kadar sığ ve gelip geçici olabileceğini tekrar tekrar görüyoruz.
Bunun yanında her ilişkinin iyi ve kötü anları da olmalı. Bence insanlar böyle büyüyüp birbirini büyütürler.
Doğru. Ortada bir deneyim olmalı, bu deneyim de paylaşılmalı. İki taraf için aynı deneyim olmasa bile paylaşılmalı. Bu durum bizi aynı anda aşağı ve yukarı yönde geliştirmeli.
Yeni albümünüzün adında at kelimesi geçiyor olsa da kuşların ve uçuş kavramının anlatıda çok daha büyük bir rol üstlendiği kesin. Bu soru komik gelebilir, ama merak etmeden edemedim: En sevdiğin kuş cinsi ne?
Kendi içimde yaşayan, daha önceden tanışmadığım bir kuşla süregelen bir ilişkim var. Kendisini albümün vokallerinde duyabilirsin. İçimdeki yepyeni bir kuş kendisi. Bunu en iyi böyle tarif edebilirim. Hesap ettiğim, bilinçli yaptığım bir şey değildi. Benden böylece çıkıverdi, duyduğumda da cidden çok şaşırdım. “Tanrım, hangi kuş bu? Çıkaramadım.” diye düşündüm. Nereden geldi hiçbir fikrim yok, ne kadar kalacağı konusunda da.
Şarkı sözlerim sık sık sembolizm içerir. Kuşlara ya da ornitolojiye yönelik bir çalışma yapmaktansa çevremdeki doğayla içimde olup bitenler arasında benzerlik görüp onu yakalıyorum. Bu benzerlik mevsimsel de olabilir, hayvanların değişerek geçirdiği adaptasyonlara yönelik de. İçime dönüp baktığımdaysa iki oluş arasında bir çeşit ilişki görmeden edemiyorum. Tabiata yakın hissediyorum kendimi. Hayatın hızlı bir şekilde akıp gittiği şehir ortamında büyümedim. Birçok grup şehir düzeninin içsel tabiatı üstüne de harika şarkılar karalayabilir elbette, ama ben dağlarda büyüdüm. Hâlâ dağlardayım. Arada bir de şehri ziyaret ediyorum.
Bu Zoom’a İstanbul’dan mı bağlandın bilmiyorum ama-
Evet, İstanbul’dayım.
Güzel. Medeniyetin beşiğindesin o zaman. ABD çok genç bir ülke. Türkiye ise dünya üstünde bildiğimiz en eski uygarlık bile olabilir. Ne zaman İstanbul’u ziyaret etme imkânım olsa buna aşırı meraklı ve hevesli yaklaşıyorum. Herhangi bir şehirde olmaya benzemiyor, binlerce yıllık bir tarih ve tabiat içeren o şehirde oluyorsun.
İstanbul’dan özellikle sevdiğin bir hatıran var mı?
O meşhur köprüyü sevgiyle hatırlıyorum, ne de olsa bir Amerikalı olarak iki kıtaya aynı anda bakmış oluyordum. Dünyanın neredeyse başka hiçbir yerinde böyle bir şey deneyimleyemezsin. Hoşuma gidiyor. Ayrıca kendimi elimden geldiğince modern Türkiye’yi meydana getiren tarihi öğrenmeye adamayı seviyorum. Ne zaman ziyarete gitsem bir kitabı, hatta aynı anda birçok kitabı yaşadığımı hissediyorum. Orada geçirdiğimiz her vaktin kıymetini bilmeye çalışıyorum. Galiba 2025’te tekrar konsere geleceğiz. Bu olasılık beni çok heyecanlandırıyor.
Süper. Bu konuda şu an daha fazla detay paylaşamazsın sanırım.
Şimdilik paylaşamam, ama şunu söyleyebilirim: Grasshopper ile her seferinde İstanbul’u olabildiğince hızlı biçimde turne takvimine almaya çalışıyoruz. Menajerlerimizi hep yokluyor, “Bizim kulvarımızda bir grup şu an ne şekilde İstanbul’da çalabilir?” diyoruz. Bildiğin gibi dünyanın ekonomik durumu günümüzde biraz karışık. Binlerce başka grup var, hepsinin her yeri gezmesi içinse yeterince para yok. Bu yüzden ne zaman İstanbul’da ya da sevdiğimiz başka bir yerde çalma fırsatı doğsa bu fırsatı yakalamaya bakıyoruz.
Şimdi aklıma İstanbul’dan güzel bir anı geldi: Şehirde gezinirken Bauhaus vokali Peter Murphy ile buluşmuştuk. Farklı dünyaların çarpışmasının mükemmel bir örneğiydi. Peter ile sokaktaki bir çarşının içinde gezinirken yanımızdan goth giyimli çocukların geçip gitmesini, bu esnada Peter’a gülümsemelerini unutamayacağım. (gülüyor) Hem Londra’dan hem Los Angeles’tan çok uzakta olsak da bu adamın kitleler üstündeki etkisini çok ilginç bir bağlamda gözlemleyebilmek harikaydı.
Sıradaki sorum için sana iki alıntı okuyacağım. Birincisi senden, ikincisi anonim bir kaynaktan. İlkini albüme dair paylaştığınız basın notlarında söylüyorsun: “Born Horses’ı kilin üstüne kil yapıştırarak inşa etmedik, zamanın kendisinin en başından beri orada olan şeyi ifşa etmesine izin verdik.” İkinci alıntı da şu: “Bitmiş sanat yoktur, terk edilmiş sanat vardır.”
Çok doğru. İkinci alıntıya bayıldım. İş tümüyle sanatçıya kalıyor olsa 30 yıl sonra ilk albümümüz üstünde çalışıyorduk. İlk resmin, ilk makalen, ilk kitabın için de geçerli olabilir bu. Belki bu eserler asla bitmiyordur. Neyse ki evren araya gidip ufuğa doğru iteleyebiliyor yaptığımız şeyleri. Böylece sanatçı da onları gereğinden fazla kurcalamadan öylece var olmalarına alan açabiliyor. Bana göre bir sanatçı olmanın en zor yanı yaptığın şeyleri bırakabilmek. Muhtemelen ebeveyn olmanın da en zor yanı çocuğunu okulun ilk günü sensiz bırakabilmektir.
Doğru. Bir de ikinci alıntı, üstüne düşündüğümde senin kelamının tam tersi gibi duruyor; zira bir şeyi bırakma durumunun aksine zaten uzun sürede orada olan, oraya ‘bırakılmış’ bir şeyi keşfedebilmekten bahsediyorsun.
Çok doğru.
Bir de daha somut bir soru sorayım: Albümün yapım sürecini düşündüğünde ortaya çıkarması çok kolay ve çok zor olmuş birer şarkı sayabilir misin?
Peki. Vay be. Bu biraz sahiplendiğin köpekleri parmağınla gösterip hangisini kontrol etmesi en zor, hangisi en kolay saptamaya benziyor.
Makul bir soru elbette. Bence Mercury Rev’i geçtim, birçok sanatçı ya da grup için rock n roll’un modern bağlamında davulsuz şarkı kaydetmek biraz daha zorlayıcı olabiliyor. Seni A noktasından B noktasına taşıyacak bir ritim olmuyor çünkü. O yürüyüşü kendin yapman gerek, bu da zorlayıcı bir durum. Örneğin Born Horses’ta “Patterns” adlı şarkımızda durmadan “Davul eklesek mi? Daha akıcı olur belki.” fiye düşündük. Denedik, olmadı.
Deserter’s Songs’ta yer alan “Endlessly” adlı şarkımızda da içimizde ritim ekleme dürtüsü vardı; zira bu hareket hep sığınabileceğimiz güvenli bir liman ya da çorbaya koyduğumuz tuz gibi hissettiriyor. “Biraz daha tuz ekleyelim.” Elbette bu hareket şarkıların tadını güzel kılacaktır, ama bunu kabul etmeyen bazı şarkılar da var. Bize başlarını sallayıp hayır diyorlar. “Aslında dur ya, davul olmasın.” diyebilmen de sabır ve deneyim istiyor. Aksini söyleyen bir dürtü hep oluyor ama.
Bu dediklerin bir önceki sorumla da ilişkileniyor bence, yine bir şeyleri terk etmekten bahsediyorsun.
Evet. Zor bir karar, çünkü doğru şeyi yaptığına asla emin olamıyorsun. “Bu şarkı üstünde çalışmayı durdurduğumda onu terk mi ediyorum, yoksa onu özgür kılıp olduğu şeye dönüşmesine izin mi veriyorum?” Bu konudaki düşüncelerin saatler içinde bile değişebiliyor. Yatağa girerken “Tamam, bırakıyorum,” diyor, ertesi sabah uyandığında ise “Eyvah, bir şarkıyı yüz üstü bıraktım!” diyorsun. Her sanatçının zihninde bu iki düşünce birbiriyle kavga eder.
Nihai soru diyebiliriz.
Öyle. Cidden. Bir de düşününce kendimizle ilgili nihai soru da bu değil mi zaten? Eski bir görüşü, düşünce biçimini bırakmak, “Tamam, seni bırakıyorum. Dur, bırakmam gereken bir şeyi mi bırakıyorum?” diye tartabilmek. Yaşamda sürekli bu soruyla yüzleşiyoruz. Bu durumun yaptığımız sanata, fikirlerimiz ve inançlarımıza da yansıması son derece makul olacaktır.
Hem sizin hem de The Flaming’in Lips’in büyük hayranı olan bir arkadaşım sana şunu soruyor: Grupla ilişkili daha önce hiç paylaşmadığın bir anıyı paylaşabilir misin?
Bir anıdan ziyade şunu diyeyim: Wayne (Coyne) ile kurduğumuz ilişki bugün bile ikimizi gülümsetip bize kahkahalar attırıyor. Daha geçen gün YouTube’da bir videoya denk geldim; birlikte olduğumuz, 1980’lerden kalma eski bir videoya. Ona yollayıp “Onca zaman önce birinin çıkıp bunu kaydettiğine inanabiliyor musun?” dedim, o da güldü. İnternette böyle şeyleri sık görmeye başlamamızın 20 yıl öncesi oluyor sonuçta. Senin dışında herkesin unuttuğunu sandığın bir anı, sonra bir bakmışsın video formatında önüne düşüveriyor. Wayne ile ilişkimde tatlı ve değerli bulduğum şey de arada bu şekilde gülümseyebilmemiz işte.
Son zamanlarda röportaj yaptığım çoğu kişiye sorduğum bir soru var: Rüyaların genelde canlı olur mu? Ne konularda rüya görürsün?
Rüyalarım inanılmaz canlıdır. Belki şunu dersem bana katılırsın: Rüya yaşamımızla gerçek yaşamımızı birbirinden ayırmak git gide zorlaşıyor. Böyle hisseden tek kişi olmadığımı biliyorum. Kendi kafamda kurduğum kaçışçı bir ideoloji ya da fantezi değil bu, bazen cidden ayırması zor oluyor. Zaten belki rüyayla gerçeği, alışkın olduğumuz şekilde aralarına demir bir duvar örülü iki ayrı dünya olarak düşünmemek de daha hayırlı olacaktır. Çünkü tümüyle bağımsız olduklarına inanmıyorum, kendi deneyimimin bana öğrettiği şey bu. Rüya dediğimiz kavramı uzanıp gözlerimi kapattığımda gördüğüm şey olarak ele alırsam, evet, başka birçok kişi kadar canlı rüyalar görüyorum. Ancak o rüyalar alarmım çaldığında sonlanmıyor. Rengi ve canlılığı değişiyor olabilir, ama anlamı çok da değişmiyor.
Çok ilginç. Daha geçenlerde Osees’ten John Dwyer ile rüyaları ve gerçekliği ayırt etmenin git gide zorlaşması üstüne konuştum. O da aşağı yukarı senin dediğin şeyleri dedi. Ayrıca sürekli çok fazla olay yaşandığı için olan biteni anlamlandırmanın zorlaştığından bahsetti.
Evet. Fark ettiysen rüyalarımızda uyanıkken gördüğümüz uzay-zaman gerçekliği tersine, zaman-uzaya dönüşüyor ve her şey bir anda yaşanıyor. Rüya görürken hiç “Şunun yaşanmasını bekliyorum,” demiyorsun. Her şey birbiri ardına gelişiyor zaten. Bence dünyadaki herkes topluca tam olarak bunu deneyimliyoruz. Olayların arasında öyle fark edilir bir zaman boşluğu olmuyor, her şey bir yığılma şeklinde yaşanıyor. Bana kalırsa rüyalarımızın gerçekliği ile dünyamızın gerçekliği sonunda birleşti, düşündüğümüzden çok daha yakın irtibat hâlinde gelişiyorlar. Artık gerçeklik dediğimizde aklıma gelen şey gündüzleri sürdüğümüz yaşam olmuyor; hem rüyalarımızı hem de yaşamımızı kapsıyor. Bu biraz Budist bir bakış açısı da olabilir. Rüyalarımız gerçeklik kadar, belki ondan bile önemli gözümde.
Elbette bilinçaltımız ürettiğimiz şeylere doğrudan yansımıyor, ama bir yandan da sanatın hep sembolizmle iç içe gelişti. Şarkı yazımını belki de kasti olmayan biçimde etkileyen rüyalar görüyor musun hiç?
“Born Horses” şarkısı gördüğüm bir rüyadan ilhamla ortaya çıktı. Sabahları ya da gecenin bir yarısı uyandığımda içimden dökülen şeyleri komodinin üstüne koyduğum kâğıda karalarım. Bir keresinde de rüyamda kendimi at olarak görmüştüm. At bedeninin içindeki bir insan olarak değil, bildiğin bir attım ve at gibi görünüyordum. Bana göre sanat tam olarak budur: Beynimizdeki bilinç kısmı, erişimimizde olan ya da bir sanatçı olarak hassasiyetle yaklaştığımız bilinçaltını tasvir etme yetisine kavuşursa iki dünya ortada kavuşup bütünleşebilir. Sanatın içindeki gerçek sanat budur. Bilinç ya da bilinçaltı demeden ikisinin yapmak için var olduğu işlevi yapmasına izin vermektir.
Diyelim ki bundan 100 yıl sonra müzisyenlerin anısını onore eden bir tema parkındayız. Her sanatçı veya grubun kendine ait bir anıt taşı var, üstünde de şarkı sözlerinden biri yazıyor. Mercury Rev’in anıt taşında hangi şarkı sözünüz yazsın isterdin?
Mesele benim seçip seçmeyeceğim bir şarkı sözü olmasından ziyade evrensel düzlemde anlaşılacak bir şey olması, o da bir albümümüzün ismi olan All is Dream (Her Şey Bir Rüya) olabilir. Ne bir fanteziden ne bir kaçışçılıktan bahsediyorum burada; sadece gerçek olabilecek bir şeyi kucaklamak gerek diyorum.
Röportajda konuştuğumuz konuların nihayetinde bir düzlemde kavuşuyor görünmesi çok hoşuma gitti. Benim sorularım bu kadardı, tanıştığıma memnun oldum. Eklemek istediğin bir şey varsa ekleyebilirsin.
Lütfen bizi dinleyen herkese selamımı ilet. Geri dönmeyi iple çekiyoruz. Sevdiğimiz, sevdiğim bir şehir. Her gün içinde yürüdüğün için çok şanslı olduğun, tarihle dolup taşan bir şehir. Umarım değerini biliyorsundur, zira tek bir konumda medeniyetin çok fazla katmanını deneyimlemek müthiş bir şey. Şapkamı oradaki herkesin, güncel dünyaya ve siyasi iklime inat yaşayanların şerefine çıkarıyorum. Umarım iyisinizdir ve bize zamanı çok özel bir yerden yaşatan Türkiye’yi çok seven benim gibi insanlar olduğunun farkındasınızdır. Öyle bir yer ki hem nereden geldiğimizi, hem de nereye gidebileceğimizin ihtimallerini hepimize doyasıya gösteriyor.
Güzel cevapların için teşekkür ederim.
Ben de incelikle düşünülmüş soruların için.
Gelecek seneki konseri dört gözle bekliyorum.
Çok teşekkür ederim sevgili dostum.
Mercury Rev’in Bandcamp profiline şuradan göz atabilirsiniz.