Nice müziksever için 2022’nin en iple çekilen günlerinden birini, yani 21 Ağustos’u geride bıraktık. İKSV’nin 50. yıl özel etkinliği olarak duyurulan Nick Cave & The Bad Seeds konseri daha açıklandığı an büyük heyecanlara vesile olmuştu zaten, ancak ilerleyen süreçte etkinliğe ön grup olarak Black Country, New Road eklendiğinde olay adeta boyut atladı. Şahsen BCNR duyurusu ile birlikte “Önceden bilseydim çoktan bilet almıştım.” diyen çok insan gördüm, duydum. Bunlar içinde The Bad Seeds dinlemeyen, konsere sadece BCNR için gelen arkadaşlarımın bile olduğunu özellikle belirtmek istiyorum. Bu vesileyle yazıya biraz BCNR överek başlayalım, konser anlarını kronolojik biçimde hatırlayalım.
Hâlâ bilmeyenler için kimdir, nedir bu Black Country, New Road? Birçok kişinin gözünde yeni nesil İngiliz rock grupları içinde en heyecan verici ekiplerden biridir. (Kendi ağızlarından dinlemek isterseniz iki kere röportaj yapmıştık kendileriyle; 2021 tarihlisi için şuraya, ikinci randevu için de şuraya alalım.) Şu anda altı kişiden mürekkep grubun harikulade eski vokali Isaac Wood 2022 başlarında gruptan ayrıldı, geri kalan üyeler ise konserlerinde Isaac’li eski şarkıları yerine baştan sona henüz yayınlamadıkları yeni şarkılar çalıyorlar. Burada da büyük bir risk doğuyor tabii: Düşünün, yolculuğunuzun başındasınız, günden güne büyüyen bir hayran kitleniz var ve sahnede sizi şu anki başarınıza taşıyan şarkılarınızdan bir tanesine bile yer vermiyorsunuz. Seyirci tarafında kolaylıkla ters tepebilecek bu formül, BCNR’ın güncel turnesinde şimdiye kadar hayli olumlu sonuçlar vermiş gibiydi: Youtube’a yüklenen konser kayıtlarında yer yer seyirci daha şimdiden sözlere eşlik ediyordu. Peki İstanbul’da nasıl bir tepkiyle karşılaşacaklardı? Aylardır konserle ilgili belki de en çok merak ettiğim detay buydu.
Öncelikle “sözlere eşlik etme” kısmına değineyim. BCNR’ın konser şarkılarından favorim olan “Up Song“un “Look at what we did together, BCNR, Friends forever” şeklindeki duygu yüklü nakaratına gördüğüm kadarıyla benden ve arkadaşlarımdan başka eşlik eden yoktu. (Belki de ötelerde bir yerde sesi bana ulaşmayan insanlar olmuştur.) Buna rağmen sahneye tam belirtilen saatte çıkıp bizlere dolu dolu bir 45 dakika deneyimleten grubun, çoğunluğu ya grubu bilmeyen ya da eski şarkılar dinleyeceğini sanan insanlardan oluşan kitleden geçer not aldığı izlenimindeyim. Keyifler çevremizde genel anlamda yerinde görünüyordu. Söz konusu yeni şarkıların ise BCNR’ın tarzı bağlamında yeni bir döneme işaret ettiğini düşünüyorum. Eski şarkılarından daha teatral tınlayan ve bazı yerlerde fantastik bir sahne oyununun parçasına benzeyen -grubun vokalleri bölüşmesi de tiyatro-müzikal hissine katkıda bulunuyor- bu şarkı seçkisi içinde “Up Song” harici favorilerim “The Wrong Trousers” ile “Turbines/Pigs“. Diğer şarkılar ise şu aşamada fena tınlamamalarının yanında stüdyo formatına bürünene kadar biraz daha evrilirler diye tahmin ediyorum.
Grubun sahnedeki dizilimi dikkatimi çeken bir başka şeydi; içinde daha az insan barındıran birçok başka grup, konserlerinde sahnenin hem önlerinde hem arkalarında konumlanırken tam altı kişi içeren BCNR sahnesinde herkes yan yana dizilmişti. Burada iddialı bir varsayımda bulunacak ve bu karar, grubun demokratik yanını ve hiyerarşiden uzak bir dostlar meclisi olduğunu iyice vurguluyor diyeceğim. Performanstan en sevdiğim an ise şüphesiz Tyler Hyde’ın basını keman yayı ile çalmasıydı. Öte yandan Lewis Evans birçok kişinin o gün orada olma sebebinin çok iyi farkındaydı: “Merhaba Nick Cave & The Bad Seeds hayranları.” Oracıkta birçok yeni hayran edindiklerinin de farkında mıydı? Onu ilk fırsatta kendisine sormak lazım.
İki grup arası molada böylesi etkinliklerde adet olduğu üzere insan yoğunluğu üç-dört katına çıktı, herkes akşamın esas olayını izleyecek güzel bir konum arayışında mekanın önlerine doğru hareketlenmişti. Bizse çoktan o ideal konumu bulmuş bir arkadaşlar grubu olarak olduğumuz yere çöküp önümüzdeki bir saatin geçmesini sabırsızlıkla bekledik. 21.30’a doğru sahnedeki ışıklar değişince tekrar ayaklandık. Vakit gelmişti.
Duygu yüklü konuşmalarıma geçmeden önce güncel turne ve şarkı listesi kağıt üstünde nasıl duruyor, kısaca değineyim. Benim için özel bir yere sahip 2004 tarihli Abattoir Blues / The Lyre of Orpheus albümü şu sıralar konser başı aynı üç şarkıyla görkemli bir dönüş yaptı: “Get Ready For Love”, “There She Goes, My Beautiful World” ve “O Children.” Bir albümden üç şarkı çok değil diye düşünüyorsanız grubun tüm kariyerini kapsayan 20 şarkılık set içinde Ghosteen albümü ile beraber liderliği paylaştığını ayrıca belirtmek istiyorum. Bana kalırsa bu baskın dönüşün sebebi albümün The Bad Seeds diskografisindeki en gospel esintili kayıt olarak Nick’in Warren Ellis ile yaptığı son albümü Carnage‘da yer alan “White Elephant” ile harika bir uyum içinde seyretmesi. Bahsettiğim bütün şarkıların koro kısımlarında Subrina McCalla, Janet Ramus ve Travis Cole’dan oluşan vokal grubunun sunacağı katkı çok kritik kalıyor. (Bu üçlü bana kalırsa İstanbul konserinin de gizli kahramanlarıydı.) Haliyle koro vokallerinin etkisinin hayli baskın olduğu, enerjisi yüksek bir turne geçiriyor Cave ile kötü tohumları. Bir başka not olarak pandemi öncesindeki turnede “Stagger Lee” ve “Push the Sky Away” performansları esnasında seyirciyi sahneye alan Cave ve arkadaşları, şu anki turnede bu kısmı es geçiyor. 2018 konserlerinden bu yana o sahneye adım atma hayali kuranlar burada biraz hayal kırıklığına uğramış olabilir. Nereden bildiğimi sormayın.
“Get Ready For Love“la sahneye atlayan ekip, Parkorman’daki binlerce insanı saniyesinde çıldırttı. Her konserde seyirciyi baskın varlığı ve oradan oraya koşturan enerjisiyle kendinden geçiren Nick, daha sahneye çıkar çıkmaz burnumuzun dibine gelip sahne önündeki insanlarla el ele tutuşmaya başladı. Nick sahne önünde nereye doğru yürüse o tarafa bir seyirci yığınının kanı güzel kokan insan bulmuş sivrisinekler misali üşüştüğüne şahidim. (Ben de bütün konser esnasında zatı muhteremle beş kere el ele tutuşmuşumdur.) İlk şarkıda gitarist George Vjestica’nın hepi topu beş saniye süren o muhteşem solosunu duyduğum için bile çok mutlu oldum açıkçası, o solo The Bad Seeds külliyatının en sevdiğim detaylarından biridir. (Belki bir gün Mick Harvey’nin ellerinden de duyarız.) “There She Goes My Beautiful World“ün ardından gelen “From Her To Eternity” konserin o ana kadarki en gotik anıydı ve Nick’in piyanosuyla ilk temaslarını içeriyordu. Ardından gelen “O Children“ı Nick “Bu şarkıyı hepiniz biliyorsunuz.” diyerek tanıttı. Evet, yıllar önce Harry Potter serisinin üne kavuşturduğu şarkı, sahiden koca bir nesli Nick Cave ile tanıştırmış olabilir. Benim için de duygusal bir yeri olduğunu orada yeniden hatırladım.
“Jubilee Street“in ardından “Bright Horses” ve “I Need You” ile daha güncel ve ambient müzik etkili The Bad Seeds eserlerine geçtik. Grubun önceki işlerinin aksine ağır ve duygusal ilerleyen bu parçalar, Nick’in hoplayıp zıplayan 65’lik delikanlı profilinin ötesindeki yaralı kimliğini sansürsüzce gözler önüne seriyordu. 2015’te oğlu Arthur’u, geçtiğimiz aylarda ise bir başka oğlu Jethro’yu kaybeden Nick, konserin bu kısmında birkaç gözyaşı dökerek bizleri de mahvetti. Ayrıca içinde bulunduğu turnenin kendisi için bir iyileşme yolculuğu olduğunu yeniden hatırlattı. Konserin ilerleyen dakikalarında hemen hemen her şarkısına “Cry, cry, cry” dizeleri ekleyerek acısını adeta üstümüzde bir silaha dönüştürecekti. Bir diğer güncel şarkı “Waiting for You” öncesinde yakınımızda bir seyirci bayılınca ara verip bizimle muhabbet eden, İstanbul’u özlediğini söyleyen ve birkaç imza dağıtan Nick ve ekibi, tahminimce bu mola yüzünden normalde çalmaları gereken “Carnage” şarkısını atlasa da peşi sıra “Tupelo“ya girerek yeniden “karanlık dans ayini” modunu açtı. Ardından “Red Right Hand” adlı değeri yitirince bilinmeyen (!) bir başka şarkı ve Johnny Cash’in yorumu gibi başlayıp giderek özgün, vahşi versiyonuna evrilen “The Mercy Seat” bizi adeta tarumar etti. Son sözlerini doğrudan bir hayranına ithaf ettiği “Higgs Boson Blues” ile konserden bir şarkıyı değiştirme hakkım olsaydı kendisini seçeceğim “City of Refuge“un ardından en iple çektiğim an geldi çattı: “White Elephant“. Warren Ellis’le ortak kaydettiği bu Carnage şaheserini hâlâ her duyduğumda aklımı kaçıracak gibi oluyorum. Katarsis denilen kavramın tanımı niteliğindeki o koro kısımları da dahil olmak üzere kusursuz bir performans izledik bu şarkıda. Ne kadar övsem azdır. Bunun ardından grup ilk vedasını ederek sahneden ayrıldı. Ama elbette birazdan geri döneceklerdi.
Konserlerin bis kısmı normalde bir-iki şarkıyla geçip gider, ama güncel The Bad Seeds turnesinde öyle uzayıp gidiyor ki sanki bir oyunun ikinci perdesini izliyoruz. Sırasıyla “Into My Arms“, “Vortex“, “The Weeping Song“, “Ghosteen Speaks” ve “Jack The Ripper“ı içeren bu perdeden herkesin aklına kazınan kısım elbette Nick’in seyircinin içine balıklama dalıp performansa oradan devam ettiği “The Weeping Song” ve “Ghosteen Speaks” oldu. Bu şarkılardan ikisinin de sözlerinin seyircilerin ortasında söylemek için çok manidar olduğunu belirtmek gerek. İlkinde sahiden hep beraber ağladık, ikincisinde de Nick sahiden iddia ettiği gibi “yanı başımızdaydı.” Tümüyle duygularıma yenik düşmeden daha ne kadar detay verebilirim gerçekten bilmiyorum. “Jack The Ripper“da tüm grubu tanıtıp takdim eden Nick, son bir hızlı performans sergileyip sahneden çıkış yaptı. Önceki bazı konserlerde olduğu gibi araya “Henry Lee“yi de sıkıştırabilirlerdi, ama niyeyse yapmadılar.
Konser çıkışı konuştuğum tüm arkadaşlarım serseme dönmüştü, hepimiz dayak yemiş gibiydik. Bir başka unutulmaz buluşma daha böylece sona erdi. Dillere pelesenk olan “ayin” tanımını fazlasıyla hak eden bir deneyim sonrası hedeflerim değişmedi: Bir dahaki buluşmada ya o sahnede Nick’le dans edecek, ya da kendisinden imza alacağım. Black Country, New Road’u da bir dahaki sefere kendi konserlerinde izlemek -ve belki bu defa yüz yüze bir röportaj gerçekleştirebilmek- dileğiyle.