Sabahattin Ali‘nin İçimizdeki Şeytan‘ını okumaya başladım yakın zamanda. Daha kitabın ikinci sayfasında Ömer‘in düşünceleri benimkilerle kesişti. Hiçbir şeyin cazip görünmediği anlar geliyor bazen insanın aklına, vazgeçesi geliyor, anlamsızlaşıyor her şey ve düşünceler hiçliğe doğru gidiyor. Ömer‘in sözleri de beni tamamlıyor.
Bu cümleleri de bir şarkıyla tamamlamak için Queen‘in The Show Must Go On parçasını seçtim. Şarkı, Freddie‘nin aids olmasına ve bu hastalığın acısını fazlaca çekmesine rağmen, müziği hiç bırakmaması ve bu durumu dışarıya hiç yansıtmaması üzerine Brian May tarafından yazılmış.
23 Kasım 91 tarihinde basına Freddie‘nin aids olduğu açıklanıyor ve ertesi gün de vefat ediyor.
Öleceğini bilmek ve son ana kadar bunu sır gibi saklamak.
The Show Must Go On, Freddie‘nin yaşarken yaptıkları son albüm Innuendo‘nun son parçası. Bir kaybın içerisinde yer alan umut. Son söz.
Bütün anlamsızlığına rağmen hayat devam ediyor. Anlamı da bir şekilde kendince yaratmak gerekiyor belki de. Buraya geldik ve buradan gideceğiz bir şekilde.
İçimizdeki Şeytan‘dan alıntı:
“Hiçbir şey istemiyorum. Hiçbir şey bana cazip görünmüyor. Günden güne miskinleştiğimi hissediyorum ve bundan memnunum. Belki bir müddet sonra can sıkıntısı bile hissedemeyecek kadar büyük bir gevşekliğe düşeceğim. İnsanlar bir şey yapmalı, öyle bir şey ki… Yoksa hiçbir şey yapmamalı. Düşünüyorum: Eliminizden ne yapmak gelir? Hiç!…
Milyonlarca senelik dünyada en eski şey yirmi bin yaşında. Bu bile biraz palavralı bir rakam. Gecen gün bizim felsefe hocasıyla konuşuyordum. Lafı gayet ciddi tarafından açtım ve ‘hikmeti vücudumuz’u araştırmaya çalıştım. Dünyaya ne halt etmeye geldiğimiz sualine o da cevap veremedi. Yaratmak zevkinden, hayatin bizatihi bir hikmet olduğu hakikatinden dem vurdu, fakat çürük. Ne yaratacaksın? Yaratmak yoktan var etmektir. En akıllımızın kafası bile bizden evvelkilerin depo ettiği bir sürü bilgi ve tecrübenin ambarı olmaktan ileri geçemez. Yaratmak istediğimiz şey de bu mevcut malları seklini değiştirerek piyasaya sürmekten ibaret. Bu gülünç iş bir insanı nasıl tatmin eder bilmiyorum. Bizde ziyasını beş bin senede gönderen yıldızlar varken, en kabadayısı elli sene sonra kütüphanelerde çürüyecek ve nihayet beş yüz sene sonra adi unutulacak eserler yazarak ebedi olmaya çalışmak yahut üç bin sene sonra kolsuz bacaksız, bir müzede teshir edilsin diye ömrünü çamur yoğurmak ve mermere kalem savurmakla geçirmek bana pek akilli isi gibi gelmiyor.”
Sesine mühim bir eda vererek ağır ağır mırıldandı: “Bana öyle geliyor ki, hakikaten yapabileceğimiz bir tek is vardır, o da ölmek. Bak, bunu yapabiliriz ve ancak bu takdirde irademizi tam bir şey yapmakla kullanmış oluruz. Ben ne diye bu isi yapmıyorum diyeceksin! Demin söyledim ya, müthiş bir gevşeklik içindeyim. Üşeniyorum. Atalet kanunu icabı sürüklenip gidiyorum. Eeeeh.”