Feyza Nur Arguç
“Sen dünyanın kenarında oturuyorsun
Ben artık olmayan bir kraterin içinde.
Harflerinden yoksun sözcükler
Duruyor kapının gölgesinde.
Uyuyan bir kertenkelenin üstüne parıldıyor ay,
Küçük balıklar yağan göklerden.
Pencerenin dışında askerler var
Bıçaklarla kendilerini öldüren.
Kafka sahilde bir sandalyede oturuyor
Anlaşılan, dünyayı döndüren sarkacı düşünmekte.
Kalbin ne zaman kapalı ise
Yerinden oynamayan sfenksin gölgesi
Düşlerini delen bir bıçağa dönüşmekte.
Boğulan kızın parmakları
Giriş taşını ve daha fazlasını arıyor.
Mavi elbisesinin ucunu kaldırıp
Sahildeki Kafka’ya bakıyor.”
“Farkında olmadan, John Coltrane’nin soprano saksofon solosunu ıslıkla çalmayı bırakmıştım. Artık, McCoy Tyner’in piyano solosu kulaklarımda yankılanmaya başlamıştı. Sol elinden çıkan basit ritim kalıpları ve sağ elin ağırlığı altında ezilen karanlık bir akort. Birinin (ismi olmayan birinin, yüzü olmayan birinin) loş karanlık geçmişinin, iç organlar gibi karanlıktan çekilip çıkarılışını en ince ayrıntısıyla, sanki mitolojinin bir sahnesi gibi betimliyordu. En azından bende o izlenimi bırakıyordu. Sabırlı tekrarlar azar azar da olsa gerçekliği yıkıyor, yeniden inşa ediyordu. Bu da, hipnotize edici, tehlikeli bir koku haline geliyordu. Hem de… ormana benziyordu…”
Dünyanın en sert on beşlik delikanlısı olan Kafka Tamura, kayıt yapabilen MD walkman, on kadar disk ve yedek şarj edilebilir pilleriyle birlikte evden kaçıyor. Yanına aldığı birkaç eşya dışında en önemlileri bunlar çünkü, “Müzik mutlaka gerekliydi.”
Mitolojiden ve efsanelerden aldığı kökenle, kitap ilerledikçe sebebini anlıyoruz bu kaçmanın. Kafka Tamura bir kehanete konu oluyor ve bu kehanete göre ise, kendi öz babasını öldürecek, öz annesiyle cinsel ilişkiye girecek ve ablasına tecavüz edecek. Yani kısaca, modern Oedipus laneti…
Bununla birlikte, ikinci bir hikaye daha çıkıyor karşımıza. II. Dünya Savaşı yıllarında, Japonya’da bir grup ilkokul öğrencisi sınıf öğretmenleriyle beraber doğa yürüyüşüne çıkıyor ve bir anda, aniden, tüm öğrenciler yere yığılıp düşüyor. Biraz zaman geçtikten sonra kendilerine gelen öğrencilerden yalnızca biri bu koma halinden çıkamıyor. Bu çocuk ise mr. Nakata ve kitapta şimdiki zamandaki hali ile öyküye dahil oluyor. Bu olaya kadar oldukça başarılı bir öğrenci olan Nakata’nın, olaydan sonra tüm hafızası siliniyor ve özel bir insan oluyor. Öyle ki kedilerle konuşabiliyor ve bu sayede kaybolmuş kedileri sahiplerine ulaştırıyor. Hikayelerin kesişmesi için, Nakata’ya yol arkadaşlığı yapan Hoşino da bir süre sonra kitabın içine karışıveriyor. Çünkü giriş taşının açılması gerekiyor.
Her iki hikayenin kesiştiği yer ise, Komura kütüphanesi. Kütüphanenin sorumluları Oşima ve Saeki. Kafka Tamura’nın yolu buraya düşüyor ve ilginç olaylar işte burada başlamış oluyor, duvarda asılı sahildeki bir çocuğun resmi ve o resme ithafen yapılmış eski bir plak ile, Sahilde Kafka ile…
Kitapta geçen ilk şarkımız Puccini’nin La Bohem operası. Susam adlı kediyi bulmaya çalışan Nakata, Mimi isimli bir siyam kedisi ile konuşuyor. Mimi’nin sahibi operadan hoşlanan biri ve bu sebeple La Bohem’de geçen Mimi ismini kedisine veriyor. Maria Callas’ın muhteşem sesinden “Mi Chiamano Mimi” çınlıyor kulaklarımızda.
Bu esnada evden kaçmış ve yolu Komura kütüphanesine düşmüş Kafka, Oşima ile bir dağ evine gidiyor. Yol boyunca Schubert’ten D Major Sonata çalıyor. Oşima burada ek bilgiler veriyor bize; “Franz Schubert’in piyano sonatlarını hakkını vererek çalmak, dünyadaki en zor işlerden biridir. Özellikle bu D Major Sonata öyledir. Müthiş zordur. Bundaki bi iki perdeyi diğerlerinden ayırdıklarında, bir nebze hakkını vererek çalabilen piyanistler var. Ancak dört perdeyi sıralı olarak, bütünlüğü sağlamak niyetiyle çalıp da başarılı olabilen, benim bildiğim kadarıyla tek bir kişi bile yok. Neden biliyor musun? Çünkü parçanın kendisi tamamlanmış değil. Robert Schumann, Schubert’in piyanı müziğini çok iyi anlayabilen biriydi, ama o bile bu parçayı “can sıkıcı cennet D Majörü” diye nitelendirmişti.”
(Sonatın full versiyonunu buraya koyamadığımız için, kısa ve violin versiyonunu koyduk. Dilerseniz ve sıkılmazsanız tamamını dinlemenizi tavsiye ederiz.)
Nitekim Oşima olası sıkıcılık için şunları söylüyor bize; “Schubert’i anlamak için kendini alıştırman gerekiyor. Ben de ilk dinlediğimde sıkılmıştım. Ancak, zamanla anlarsın. Şu dünyada insanlar can sıkıcı olmayan şeylerden hemen bıkarlar. Bıkmadıkları şeyler ise çoğunlukla can sıkıcı şeylerdir.”
Ormanın kenarındaki dağ kulübesinde tek başına kalan Kafka Tamura, Oşima’nın çok derinlere gitmemesini tavsiye etmesine rağmen, devasa ormana giriyor. Fakat öncelik her zaman müziğin olduğuna göre, girişin önünde oturup, ormanı izleyerek walkman’inden Crossroads’tan Cream ve Duke Ellington’dan My Little Brown Book’u dinliyor.
Ormanda geçen, zamanın olmadığı zamanda… “Yatağın üzerine uzandım, kulaklıklarımı takıp Prince dinlemeye başladım. O tuhaf bir şekilde kesintisiz müziğe yoğunlaştım. İlk pil “Little Red Corvette”nin ortalarında bir yerde bitti. Müzik sanki bir girdap tarafından yutulup gitmişti. Kulaklıklarımı çıkardığımda sessizlik yeniden üzerime çullandı. Sessizlik kulaklarla duyulabilen bir şey. Bunu da yeni öğreniyordum.”
Peki ya müzik olmasaydı? Tamura için bu problem değildi. Çünkü an’ın içindeydi. “Walkman’imin pilleri bitmişti, ama müziğin yokluğu beni düşündüğüm kadar etkilemedi. Müziğin yerini alan bir sürü şey vardı. Kuş cıvıltıları, böceklerin sesleri, derenin çağlaması, ağaçların yapraklarının rüzgarda salınması, bir şeylerin kulübenin çatısında yürürken çıkardığı ayak sesleri, yağmur… Bir de arada sırada kulağıma gelen, bir türlü açıklayamadığım, sözcüklerle tanımlayamayacağım sesler… Yeryüzünün bu kadar çok, güzel ve taze, doğal seslerle dolu olduğunun bu zamana kadar farkına varmamıştım. Böylesine önemli bir şeyin farkına varmamış, birçok şeyi kaçırarak yaşamıştım. Bu açığı kapatmak için, uzun uzun kulübenin önünde oturup gözlerimi kapatarak sakin sakin o seslerin hepsini duymaya, hissetmeye çalıştım.”
Ne dersiniz? Müziğin yokluğuna katlanabilir miyiz bizler de?
Saeki Hanım’ın bestelediği, bir resim ve bir plakla başlayan asıl olaylar, Kafka Tamura’nın ilgili şarkıyı dinlemek istemesi üzerine gelişiyor. Oşima ve Tamura, kütüphane ardiyesinde saklanmış eski pikabı bulmak için gittiklerinde birçok eski uzunçalar koleksiyonunu da buluyorlar. Beatles, Rolling Stones, Beach Boys, Simon&Grafunkel, Stevie Wonder… 60’ların muazzam notaları. Pikap ile plak koleksiyonu Tamura’nın odasına taşınıyor ve Beatles’tan Sergeant Pepper’s Lonely Hearts Club Band’in sesi yükseliyor. Oşima ise o esnada bir ara Billie Holiday’den as Time Goes By’ı mırıldanıyor. Ve aradan geçen bir zaman sonra Sahilde Kafka kasnağa yerleştiriliyor…
“… O iki akort sayesinde Sahilde Kafka sıradan pop şarkılarından farklı bir derinlik kazanıyordu. Fakat acaba Saeki Hanım böylesine farklı akortları nasıl yapabilmişti?”
“… Sonra ardiyeden getirdiğim eski plakları sırasıyla pikabın kasnağına yerleştirmeye başladım. Bob Dylan’dan Blonde on Blonde, Beatles’tan White Album, Otis Redding’ten Dock of the Bay, Stan Getz’ten Getz/Gilberto…” (Albümler, ayrı ayrı linkler şeklinde aşağıdan dinlenebilir.)
Dünyanın en sert 15’lik delikanlısı demiştik. Kafka Tamura, başından geçen birçok olaydan sonra (Daha fazla spoiler vermiyoruz!), kafasını dağıtmak amacıyla spor salonuna gidiyor. Kulaklıklardan yankılanan şarkılarımız yine Prince’ten. Little Red Corvette ve Sexy Motherfucker.
Kafka Tamura kıyısından olaylar böyle gelişirken, Nakata ve yol arkadaşı Hoşino için farklı seyrediyor elbette. Hoşino, fazla akıllı olmayan, entelektüellik seviyesi çok çok aşağıda olan biri. Ancak işin içinde müzik olunca bunların hiçbir önemi yok. Hele ki arka planda Rubinstein, Heifetz, Feuermann üçlüsünün çaldığı, Beethoven’ın ünlü ve son eseri Arşidük Üçlüsü (Archduke) çalıyor ise… İlerleyen sayfalarda, ilgili şarkının hikayesini muhteşem bir senkronizasyon içerisinde okuyoruz… Sonrasında ise, Pierre Fournier’den Haydn konçertoları bizi karşılıyor ve ilerleyen sayfalarda Haydn’ın yaşamı ve müziği hakkında bilgiler elde ediyoruz. Hoşino, akşama kadar, yolda satın aldığı Arşidük Üçlüsünü dinleyerek zaman geçiriyor. Bir hafta önce dinlemiş olsa, öyle bir müziği bir parça bile anlayamayacağını geçiriyor aklından. O derin ve hoş melodi, genç adamın içine işliyor, zarif füg hiç tatmadığı duygular hissetmesini sağlıyor. CD’yi birkaç kez üst üste dinliyor ve bunun yanında yine Beethoven’ın Ghost Trio’su da çalınıyor. (Yine bütün konçertolara ve Ghost Trio’nun uzun versiyonuna yer veremiyoruz, playlistte Cello Concert No:1 yer alıyor. Tamamını dinlemenizi yine tavsiye ederiz.)
Yeniden Tamura’ya döndüğümüzde, kütüphanede geçen olaylardan sonra yine dağ evine gitmek durumunda kalıyor Kafka Tamura. Oşima ile çıktıkları yolculukta Schubert yerine bu kez Mozart’ın neşeli orkestra müziği eşlik ediyor; Posthorn Serenad.
Yine orman havasını içimize çekerek, Tamura’nın müziklerinin içine giriyoruz. Radiohead’den Kid A, Prince’den Greatest Hits ve arada sırada John Coltrane’den My Favourite Things…
Ve en sonunda Nakata ve Hoşino’nun yolu kütüphaneye çıkıyor. Oşima ile Hoşino’nun Beethoven üzerine girdikleri ve şu cümlelerle sonlanan sohbeti buraya yazmak elzem hale geliyor;
“Öyleyse bir soru daha sorayım. Müziğin bir insanı değiştirme gücü var mıdır? Yani bir gün bir müziği dinleyince, insanın içinde bir şeylerin tamamen farklılaştığı olur mu?”
Oşima başını evet anlamında salladı. “Elbette” dedi. “Öyle durumlar olur. Bazı şeyleri tecrübe ettiğimizde, içimizde bir şeyler olur. Kimyevi tepkime gibi. Sonrasında, bizler kendimizi incelediğimizde, yerinde durması gereken ibrenin bir basamak daha yukarı çıkmış olduğunun farkına varırız. Dünyamızın biraz daha genişlediğinin. Benim de öyle tecrübelerim vardır. Çok nadiren de olsa, evet, var. Aşk gibidir.”
Olay örgüsü içinde çok fazla ayrıntı vermek istemediğimizden, tamamlanmamış biçimde yazıyı sonlandırıyoruz. Ve kitapta geçen son şarkıya ulaşıyoruz. Tamura’nın kulaklarında yankılanan o melodi. En güzel kapanış müziği, berraklaşan görüntülere ulaşıldığında varılan doyumsuz hazza kaynak sunmuş, kapı aralıklarından süzülen güneş ışıklarının yarattığı atmosferin şarkısı; Andre Rieu’den Edelweiss…
“Çünkü sonrasında, uyuyorsun. Gözlerini açtığında ise, artık yeni bir dünyanın bir parçası oluyorsun.”