Amadeus
Mozart

Fazla Notalar Üzerine

“…bir bakıma, iyilik dediğimiz şey kötülüğe yaklaşma konusunda şiddetle burun kıvırırken, kötülük daha cesur davranıp (belki de korkup) ona yaklaşmayı göze alabiliyor. Sonra da baştan beri kötülük etmekte keçi gibi direten, hatta bundan gizli gizli zevk alıp arada bir iştahla yalanan yamuk suratlı adamların hiç değişmez zannedilen karakterleri, kimi zaman önemsiz bir olayın, kimi zaman kendini açığa vuran bir gizin, kimi zaman da kimin ağzından çıkacağı belli olmayan bir çift tatlı sözün gücüyle zırt diye değişiveriyor.”

Yamuk suratlı adamlar konumuzdan çok uzak. İyilik ve kötülüğe gelince, içinde bulunduğumuz dönem ve şahit olabildiğimiz ölçüde ilerleyecek dönemler boyunca aralarındaki zıtlığı veya birliği sorgulamaktan yorulmayacağız gibi görünüyor. Mevzubahis edilen sorgulama felsefi, sosyolojik ve pozitif bilimleri konu dışında tutarak ele alabileceğimiz tüm düşünce ve idrak yöntemlerine ek olarak, bilincimizi uyarırken çoğunlukla kulaklarımızı da tercih edebiliyor. Günümüzdeki anlamından çok daha değerli, kıyası olmayan ve varlıkla kutsal olan arasındaki bağ kurma arayışında insanı yaratma eyleminin tam ortasına bırakan bir araç olarak müzik, 1750 Avusturya’sında bu anlamından oldukça uzak bir devrim başlattı. Fazla notalardan nasibini almış besteler, unutulmayı kabul edemeyecek bir Kapellmeister’i ihanetle tanıştırdığında yaratımın gücü yüzyılları aştı. Karşılıksız bir sadakat, insanoğlunu bir elmayı ısırmaktan daha cüretkar hale getirirken kutsal olan herşeyi yeni baştan yazdı. Kaldı ki, ilahi olanın insanın sancılarından doğduğunu kim inkar edebilir?

1756’da Salzburg’da besteci bir babanın oğlu olarak dünyaya gelen Wolfgang Amadeus Mozart, çağları gezecek olan bestelerin yaratıcısı olacak olan dönüşümünden bihaber, yalnızca dahi ünvanına layık görüldüğü yıllarda henüz beş yaşındaydı. Sahip olduğu yetenek, erken yaşlarında çoğu hükümdarın ve soylunun önünde performans gerçekleştirmesini, bu amaç uğruna hemen hemen tüm Avrupa’yı gezmesini sağladı. Belki de buna neden oldu denmeli. Çocukluğuna dört yaşında bestelediği ilk konçertosu son verirken devamında süregelen dinletileri yaşı çok ilerlemeden bir Amadeus’u ortaya çıkarmaya yetti. Altı yaşında Avusturya Arşidüşesi Maria Theresia’ya konser verdi, ilk senfonisini sekiz yaşında yazdı. II. Joseph’in isteği üzerine La Finta Semplice’i bestelediğinde on iki yaşında ve babasının itibar tutkusunun gölgesinde, Klasik Batı müziğinin bir temsilcisi haline gelmeye çok yaklaşmıştı. Amadeus, deneyimli kulaklara hitap eden bir tarza sahipti. II. Joseph’in tanımlayıcılıktan yoksun ‘fazla nota’ yakıştırmasının bir karşılığı olarak polifonik müzik yapısı, Amadeus’un eserlerini tam anlamıyla açıklamaya yetecek çoksesli notaların bir ifadesiydi. Aynı zamanda müziğin sınıfsal yönüne işaret eden polifoni, 18. yüzyılda eğitimli kulaklara hitap eden, dolayısıyla seçkin sınıfın müziği haline gelmiş bir temsildi. Antik Yunan müzik kültürüne dayanan ve eserlerin daha sade hale gelmesiyle bilinen klasik dönem, ilk bestekarı altı yaşına geldiğinde bir ikincisi için hazırlık yaptı. 1750’de Verona’da dünyaya gelen Antonio Salieri, talihsiz hayatını ürettikleriyle doldurmaya niyetliydi. Kariyerini Viyana sarayında Kapellmeister olarak geçirirken kilise ve hükümdarlarla olan yakın ilişkisi müzik hayatını da destekledi. Ta ki bestekarlığın en derin bilgisine sahip olan biri, fazla notalarıyla kulaklarından zihnine ulaşıp, beslediği tüm inancı sorgulamasına neden olana kadar.

“Bu dünyadan olmayan bir şey hissediyorum” derken Salieri’nin, Amadeus’ta bu son sözlerini adayacak kadar kutsal gördüğü şey neydi? Liszt, Schubert, Beethoven gibi Romantik dönemin unutulmayan isimlerini eğiten birinin, hem kurtuluşunu hem ölümünü yaratan bir diğerine duyduğu bu his gerçek miydi? Gerçek tam olarak neydi? Salieri ile Amadeus ve Salieri ile Tanrı arasındaki çatışmayı açıklığa kavuşturacak olan her sorunun dramatik bir çözünürlüğe ihtiyacı olduğu gün gibi ortadayken, birçok senaryo, tragedya ve fantezi olası cevaplar üzerine yazılmaya devam etti. Salieri’nin ölümünden beş yıl sonra gerçeğin ne olduğu sorusunundan rahatsız olan ilk kişi olarak Alexander Pushkin, Mozart ve Salieri adlı tragedyayı yazdı. Henüz on üç yaşındayken anne ve babasını kaybeden, yaşamı boyunca kendini Tanrı’ya adamaya ant içmiş Salieri’nin benliğini saran kıskançlık duygusu, Pushkin’i derinden etkiledi. Öyle ki, erdemlerine sıkı sıkıya bağlı bir insanın Tanrı tarafından yüzüstü bırakılışını sahneye aktarma cesaretini göstermesini sağladı. Salieri, Mozart’ı ilk dinlediği sırada, bu dünyadan olmayan şey bir tür kandırılmışlık hissini beraberinde getirdi. Ömür boyu kendisine hizmet etme sözüyle Tanrı’ya ant içen Salieri’nin inancını yıktı, varlığına dair bir tehdidin vücut bulmuş hali olarak Salieri’nin gözündeki Amadeus’u yarattı. Tolstoy’dan Dostoyevski’ye kadar uzanacak olan ve Tanrı’ya karşı bir başkaldırı niteliğindeki bu tema, Tanrı’nın adaletini sorgulamaya ve iyi-kötü arasındaki düaliteden dem vurmaya devam etti. Peter Levin Shaffer 1979’da bu temayı bir tür mistifikasyon içerisinde sürdürdü. Kelime anlamı olarak Tanrı tarafından sevilen kişi anlamına gelen Amadeus, Shaffer’ın oyunlarında sıklıkla uğraştığı teolojik problemleri daha etkili ele almasına yardımcı olurken, Salieri’i için de Tanrı ile kendisi arasında mistik bir alegori kurmaya neden oldu. Söz konusu alegori sahneden sonra sinemaya taşındı. Milos Forman tarafından 1984’te sinemaya aktarılan oyun yarattığı güçlü fantezi dünyasıyla sekiz dalda Oscar kazandı. Fantezi damgası kaynağını, Salieri’nin gerçekte Amadeus’u zehirleyip zehirlemediği üzerine kurgulanan onca senaryodan alıyordu. Forman, Amadeus hakkında bir film ortaya koymaktan çok insanın Tanrı’yla olan kavgasına seyirciyi dahil etmeye amaç edindi. Sanatın gerçek üzerindeki etkisini başarılı şekilde göstermeye yardımcı olan tüm bu üretimler, teolojik ve ahlaki soruları Amadeus ve Salieri rekabeti aracılığıyla yeniden gün yüzüne çıkarmamızı sağladı. 

Milyonları etkileyen eşsiz bir eser olarak Requiem, delilik ve dahiliğin arasındaki tüy kadar ince çizgiyi tanımlarken bize yardımcı olacak olan, Mozart’ın belki de en bilinen bestesidir. Eser ortaya çıkana kadar geçen süreç inkarın, suçlamanın, hüznün ve sonunda kabullenişin kusursuz bir harmonisini oluşturur. Potansiyele ve aktüele salt insana ait olan güçlü bir güdü yoluyla şahit olmamızı mümkün kılar. Din tarihinde bir arketip haline gelmiş olan delilik hali ve Tanrı’dan yeryüzüne iletilen özel mesajlar arasındaki analojinin, Amadeus’un kendi cenazesi üzerine yarattığı bu eser üzerinden tasvir edilebilmesi, yeryüzünde insalığa bırakılan manidar bir mirastır. İlahi olana zorlayıcı bir adanmışlık vaadeden Salieri’nin Amadeus’tan sonra tüm kutsallara karşı gelişen acımasızlık ve yakarışla dolu iç sesi bize, iyinin ve kötünün görünme biçimlerinin farklı, ahlaki yargı sürecininse aynı olduğunu gösterir gibidir. İncinen bir Salieri. İntihar girişiminin başarısızlıkla sonuçlanması üzerine kaldırıldığı akıl hastanesinde koyulan bunama teşhisiyle anılır. Oysa yaşlılık, doğanın bir özeleştirisidir. Kendisinden önce ölen Amadeus’un hala devam eden şöhreti, adanmışlığı göz alan bir ruh için ağırdır. İnsanın iyi olma sevgisi ve arzusu en kötü davranışları dahi canlandırabilir. Salieri’yi kuraldışı yapan şey ise bunama halinden çok daha öte, içinden taşmaya başlayan ve kendisine bir iç dünya yaratan o düş ve inanç bolluğunun yerle bir oluşudur. İntikamın şehvetine ve ahlaksızlığına teslim olurken, bizi Amadeus’un ölümüne ne ölçüde sebep olduğuyla ilgili ikilem ve varsayımlarla başbaşa bırakır. Her bir bestede olasılıklarla dolu hikayelerine karşı gerçekleşecek olan teslimiyetimizi ve hayranlığımızı, iddia ettiği arsenik zehirlenmesinden çok daha sağlam temellere bağlar. Hem bir deha hem bir deli olarak Amadeus, yaratıcı sürecin ikiliği tarafından parçalanmış bir adam olarak 5 Aralık akşamı, Salieri’yi ve yeryüzünde kutsal olanı tasvir eden ne varsa tekrar rahatsız etmemek üzere terkeder. 
Varlık bir güç alanıdır. Güç, ne olduğu yerine ne istediğine bakmaya meylettiğinde, inanç dönüşüm geçirir. Bu noktada sonuca varma yolunda varlık, aracı kutsal kılar. Birer araca dönüşen eylemler, tercihleri mi yansıtır? Tam bu noktada sözden arınıp tamamlanmamış ağıtlara kulak vermenin sırası.