Kapak Fotoğrafı: Guy Bolongaro
İngiliz post-punk ekibi Dry Cleaning, ilk Türkiye konserlerini 2 Haziran’da Salon’da vermeye hazırlanıyor. Bu haberin şerefine gruptan vokal Florence Shaw ile davulcu Nick Buxton’a ulaşıp Zoom üstünden çok keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.
Nasılsınız? Turne nasıl gidiyor?
Florence Shaw: İyi gidiyor! Güney Amerika’da harika zaman geçirdik. İki gün önce Brezilya’dan döndük. Süper turneydi. Kısa sürdü açıkçası. Dokuz günlüğüne gidip üç ülkeye uğradık ve sadece dört konser verdik. Ayrılmak hüzünlüydü, zaten bir yeri terk etmek sık sık üzücü bir deneyimdir. Duygusal anlamda her şeyi yaşadık.
Nick Buxton: Sanki o ayrılık bizi bir başka yıktı. Niye bilmiyorum. Çok özel hissettiren bir turneydi. Güney Amerika’daki ilk seferimizdi. Rüzgar gibi geçti.
İlk seferler özeldir zaten. 2 Haziran İstanbul Salon konseriniz de Türkiye’deki ilk seferiniz olacak.
Florence: Aynen. Sanırım hiçbirimiz daha önce Türkiye’ye gitmedik.
Nick: Lewis yıllar önce gitmişti sanırım.
Florence: Doğru. Geri kalanımız gitmedi ama galiba. Tom adına konuşmuş olmayayım. Evet, ilk seferimiz. Heyecanlı.
Nick: Bu mini turne çok özel çünkü Romanya’da, Yunanistan’da, Türkiye’de konserler vereceğiz. Hiç gitmediğimiz ülkeler. Yakınlarından bile geçmedik. Güneydoğu Avrupa’nın oralara hiç uğramadık.
Bugüne dek birçok büyük festivalde çaldınız. Bunlar içinde cidden özel bir şey yaptığınızı ve hayranlarınız tarafından sevildiğinizi hissettiğiniz bir konser anısı geliyor mu aklınıza?
Florence: Çok fazla var. Bir düşünüp öyle seçeceğim.
Nick: Benim için en günceli Buenos Aires konserimiz. Güney Amerika konserlerimizin hepsi harikaydı, ama onda bambaşka bir elektrik hasıl oldu. Ertesi günü Santiago’da da benzer bir tepkiyle karşılaştık. Seyirciler bize bambaşka bir momentum bahşetti. Öylece oluverdi, yaşanırken farkında bile değildim.
Florence: Benim de aklıma ilk Polonya’da, Katowice’deki Off Festival’de verdiğimiz konser geldi. Çok geç saatte sahne alacaktık ve Polonya’da ilk konserimizdi. Kaç insanın geleceğini, tepkinin nasıl olacağını öngöremediğin o durumlardan biriydi. Sonuç inanılmazdı. Bir çadırın içinde çaldık, ama göz alabildiğine dışarıya taşacak kadar insan geldi. Kimi seyirciler kendi ürettikleri grup tişörtleriyle ya da el yapımı başka grup ürünleriyle gelmişti. En ön sıradaki insanların çoğu da her şarkımızın her sözünü biliyordu. Daha önce hiç o boyutta bir şey görmemiştik. Abartmıyorum, her şarkı sözümüzü biliyorlardı! Ben şarkı söylerken de uyumlu dans figürleri sergiliyorlardı. Çok kudretli bir deneyimdi, her gün öyle seyircilerle karşılaşmıyoruz. Harikaydı. İçinde bulunması kolay bir konserdi, çünkü dalga dalga güzel hisler yayılıyordu. Keyifliydi, her ne kadar sürekli koca koca böcekler üstüme dadansa da. (gülüyor) Umrumda olmadı, insanlar çok güzeldi.
Yayımladığınız son iş Swampy EP oldu. İçinde biri Nourished By Time, biri Bolis Pupul ve Charlotte Adigery imzalı iki harika remix var. Çalışmalarınızın başka bir sanatçı tarafından yeni bir yaşama kavuşturulduğunu görmek nasıl bir his?
Florence: Heyecan verici. Onlardan bu ricada bulunduğumuzda evet diyeceklerine emin değildik; çünkü ilk tercihlerimizdi. Başka kimseye sormadık, zira en sevdiğimiz sanatçılar kendileri. Şaşırtıcı biçimde olumlu döndüler. Daha o an çok gaza geldik. Çalışmalarının yeni bir elden geçtiğini görmek deyim yerindeyse çok sağlıklı bir his bırakıyor bünyede. Emeğin üstüne sunulmuş yepyeni bir bakış açısı söz konusu ve iki şarkı da özgün parçalardan varlığını bilmediğimiz taptaze duygular çıkarmayı başardı. Çok ilham verici bir durum ve şakasız daha fazla şarkı yazmak istememe vesile oldu. (gülüyor)
Nick: Yarısı önceden yapılmış bir şeyden ilham bulma düşüncesi ilginç olsa da dediklerine tamamen katılıyorum. Ve sahiden de bittiğini düşündüğün bir şeyi yeni yaşamına kavuşturuyor. Bir şeyleri farklı bir açıdan görmeni sağlıyor. İki remix arasındaki farkları, üstünde nasıl çalıştıklarını görmek de ayrıca ilginç. Ta ilk albümümüzde de remix düşüncesi üstünde durmuş, bu alanda bir şeyler katmak istemiştik, ama ortada yeterli coşku yoktu. Sonunda bunu başarmış olmak güzel. Yayımlanmamış şarkıları ve demoları EP’ye koymak da öyle. Tatmin edici, her şeyiyle bütün bir iş oldu. Swampy EP ile gurur duyuyoruz.
Son stüdyo albümünüz Stumpwork’ü de konuşalım. Gözünüzde bu albümden yaratması en kolay ve en zor iki şarkı hangileriydi?
Florence: Sanırım “Gary Ashby”yi oldukça hızlı biçimde yazdık. Yanılmıyorsam üstünde herhangi bir oynama bile yapmadık. İlk hali de son halinin uzunluğundaydı. Ayrıca albüm için yazdığımız ilk şarkılardan biriydi.
Nick: Bir de “Don’t Press Me”. İkisi aynı anda yazıldı.
Florence: Evet. Kolayca ortaya çıktılar. ”Stumpwork” ise çok fazla vaktimizi aldı. Zor bir şarkı demem, ama bir sürü farklı varyasyondan geçti son haline ulaşana kadar.
Nick: Sanırım genel yaklaşımımız şu: Yazım sürecinde zorluklarla karşılaştığımız işi erteliyoruz. Terk ediyoruz gibi bir durum değil, sadece üstüne düşünmeye ara veriyoruz. Bu da sık sık çok işimize yarıyor, şarkıları bitirme düşüncesi üstünden stres olmuyoruz. Mottomuz “Hayırlı olan şey yeri gelince zaten yaşanır” şeklinde. Öte yandan Stumpwork’ün yapımcısı John Parish ile olan stüdyo deneyimimiz farklıydı. Yaptığımız eski parçaları önümüze koyup “Bakın bunun üstünde çalışmanız lazım!” dedi bize. Öyle anlarda zorlukların üstesinden onun zoruyla geldik. Ama yeri gelince memnun kaldığımız şeyleri de zorla değiştirdi, işte o vakit ciddi anlamda stres yapmaya başlaadık. Şarkılarımızdan bazı kısımları çıkarmasını kanıksadık, yeri gelince de üstüne ekleme yapmasını. Şarkı yazımının ardından stüdyoya girerken hangi şarkıların süresinin kısa olacağı az çok kafamızda oturmuştu, o ise “Olmaz, daha uzun yapın!” dedi.
Florence: Bu iki kere yaşandı, yeni kısımlara uyduracak şarkı sözüm yoktu. “Yeni sözler ekle o zaman!” dedi. “Eyvah!” oldum. (gülüyor)
Nick: Hiç hazır değilmişiz bu üslubuna. İnsanı şaşırtmayı seviyor. Neyse, “Stumpwork” kesinlikle çok vaktimizi aldı. “Conservative Hell” de öyle.
Florence: Doğru! Unutmuşum.
Nick: O şarkı stüdyoda bambaşka bir surete büründü. Yepyeni bir şey oldu.
Sıra entelektüel bir soruda. Hayran kitleniz şarkılarınızı didik didik etmeyi seviyor. Buna şarkı sözlerin de dahil, Florence. Bilmeyenler için belirteyim, sözlerinde yer yer kes-yapıştır montaj yönteminden yararlanarak halihazırda mevcut alıntıları kendi şarkı sözlerinle sentezliyor; farklı literatür örneklerine yeni bir yaşam bahşediyorsun. Bu tekniği Stumpwork’te azalttığının, bilhassa New Long Leg’de kullandığının farkındayım; ama neticede aklıma sanat ile ilgili en sevdiğim sözlerden birini getiriyor: “Bitmiş sanat yoktur. Terk edilmiş sanat vardır.” Yoruma açık bir ifade; ama şahsen sanatın önce yaratıldığı, ardından alıcı öznelerde yeni anlamlara kavuşmak için sunulduğu anlamını çıkarıyorum. Bu alıntı hakkında ne düşünüyorsunuz, sizce Dry Cleaning’in müziğiyle uyuşuyor mu?
Florence: Bence evet. Hep de bunu ummuşumdur. Bir şey yaratıyorken daima bunu ararım aslında, yazarken de çizerken de. Eseri bitirmek için bir ortağa ihtiyacım var. Kesin ifadeler içeren şeyler üretmekten oldum olası kaçındım. Bana hiç cazip gelmedi. Kendi adıma bir şeyi ortaya çıkarmamın arkasındaki sebep, başka biriyle aramda bağ yakalamak. Bir bakıma bilmece üretmeye benziyor. Bilmece bile demeyeyim, çünkü doğru bir cevabın olduğunu ima eden bir kelime o. Daha ziyade “Yazdıklarımı anlıyorsan belki arkadaş olabiliriz.” gibi bir durum. (gülüyor) Bu düşünce zihnimde bir yerde yaşıyor olabilir. Kafa dengi insanları çekmek için uygun bir tarzda giyinirsin ya, onun gibi. Zihnini takdir eden, kim olduğunu anlayan birileri bulmak için kendini dekore edersin. Sebeplerden biri budur ya da. Kısacası bence bir şeyler üretmemin ardındaki motivasyon, başka insanlarla iletişim kurup onlara ulaşmaya çalışmak. Şarkı yazımını dinleyen ve tamamlayan insanlar olduğu düşüncesi paha biçilemez bir şey.
Sizce başarılı bir grubu ilk gençlik yıllarınızda başlatmamış olmanın en iyi yanı nedir?
Florence: Daha aklı başında, oturaklı hareket etmemizi sağlıyor olabilir. Bence bazen fazla oturaklı insanlar olduğumuz için kötü hissediyoruz. Gereksizce mütevazı hareket ettiğimiz oluyor. (gülüyor) Bu genel hatlarıyla iyi bir şey olsa gerek, bu sayede başarını büyük ölçüde kişisel dehana bağlamaktan kaçınıyorsun. Bence 21 yaşıma kıyasla şu an bunu yapmakta daha iyiyim. Övgü toplamak dışarıdan bakınca iyi hoş duruyor, ama harika bir şey yaptığını duymak gerçekte birçok kişinin başını ağrıtabiliyor. Daha genç olsam bu övgüleri fazla ciddiye alabilirdim, kıçım da şu an olduğundan daha fazla kalkabilirdi. (gülüyor)
Nick: Kesinlikle. Ve öylesi düşüncelere kapılmak çok kolay. Bu tuzağa düşen çok fazla sanatçı görebilirsin. Kafadan sıktığım, hadsiz bir yorum yapmıyorum. İşlerini kamuya sunup büyük ilgi gördüğünde uğraşman gereken birçok zorlu gerçek beliriyor. Yük oluyor. Şahsen kendimi kamuya ilk açtığım gençlik yıllarımı başarısız gruplarda ve kimsenin ilgilenmediği projelerde geçirdiğim için mutluyum. Çok fazla hata yaptım, bunlar herkesçe bilinseydi kuşkusuz benim için utanç verici olurdu. (gülüyor) Olgun hissetmek ve benzer bir seviyede olan insanların arasında olmak güzel şey. Tabii bu aktardıklarım hep şahsi görüşler. Yirmilerinin başında olan bizim kadar olgun bir sürü kişi tanıyoruz. O yaştaki hallerimizle kıyaslayınca bizden çok daha olgunlar.
Florence: Kesinlikle, tam onu diyecektim. Gençlik halim kesinlikle herhangi bir grupta bulunmak için uygun değildi. (gülüyor)
Eseri bitirmek için bir ortağa ihtiyacım var. Kesin ifadeler içeren şeyler üretmekten oldum olası kaçındım. Bana hiç cazip gelmedi. Kendi adıma bir şeyi ortaya çıkarmamın arkasındaki sebep, başka biriyle aramda bağ yakalamak.
Florence Shaw
Sıra minik bir oyunda, zira şu aralar neler dinlediğinizi merak ediyorum: Müzik dinleme platformunuzun arama geçmişine baktığınızda karşınıza çıkan son üç şey nedir?
Nick: Of, en son ne dinlediğimi hatırlıyorum! (gergince gülüyor)
Florence: Biraz bekle, kontrol edeceğim.
Nick: Benimki… Of ya.
Florence: Benimkiler süper! (gülüşmeler)
Nick: İlk dinlediğimden son dinlediğime doğru sıralayacağım. Önce Ryuichi Sakamoto’dan “A Day In The Park” var. Sonra Shuggie Otis’in “If You’d Be Mine” şarkısını aratmışım. Son olarak da Los Del Rio’nun “Macarena” adlı bir şarkısı var. (gülüyor) Dinlerken fark ettim ki çok iyi şarkıymış aslında!
Doğruya doğru, güzel şarkı.
Florence: Öyle! Bense ilk Kurt Vile’ı aratmışım. Bir şarkısını değil, sanatçı profilini. Charli XCX’in bir parçasını yorumladığını duymuştum, merak ettim. Gel gör ki sadece Amazon’un platformuna yüklenmiş. Üzücü. Hâlâ dinlemek isterim, Charli’nin büyük hayranı olduğunu duydum. Sonra The Replacements’tan “I Will Dare” geliyor. Partnerimi hatırlatan bir şarkı, haliyle uçakta onu dinledim. En son da Altın Gün’ü aratmışım. Bilir misin?
Elbette! Çok büyüdüler, güzel oldu.
Florence: Çok da tatlı insanlar. Birkaç sene önce Slovakya’daki bir festivalde tanışıp arkadaş olduk. Halleri tavırları çok tatlıydı. Grupları da harika elbette.
Bu son soruyu birçok röportajımda kapanış sorusu yapıyorum: Diyelim ki bundan 100 yıl sonra müzisyenlerin anısını onurlandıran bir park inşa edilmiş. Parktaki her ismin anısına dikilmiş bir taş var, üstüne de o isme ait bir şarkı sözü işlenmiş. Dry Cleaning’in taşında hangi söz yazardı?
Florence: Buldum galiba. Bir kaldırım taşı olurdu, üstünde de “I’m smiling constantly and people constantly step on me (Durmadan gülümsüyorum, insanlar da durmadan da üstüme basıyor)” yazardı. (gülüşmeler)
Nick: Müthiş. Daha iyi öneriyle gelemem. Hem Dry Cleaning’den bahsediyoruz, mizahi bir şeyler olmalı taşta.
Florence: Evet. Bir yandan da üzücü, çünkü Rushmore Dağı misali devasa bir heykelimizin olması düşüncesi de çok cazip geliyor. (gülüşmeler) İki seçenek var: Ya devasa bir egoyla hareket edecek, ya da insanların üstüne bastığı ufak bir taştan ibaret olacağız.
Bir fikir sunayım: Acaba bu tema parkının fiziksel bir modelini mi oluştursan? Zira geçmiş röportajlarınla çoktan bu soruya bir sürü cevap topladıysan parkı görmeyi sahiden isterim!
Dry Cleaning 2 Haziran’da Salon‘da. Grubun resmi sitesine şuradan, Bandcamp profiline ise şuradan ulaşabilirsiniz.