Toplum yaşadığımız yerdeki insanların bir yansıması mı, aşkın gözünü kör eden o yansımadan gelen keskin ışıklar mı, bir kaçış sırasında yorulup durduğumuz seçimler mi, kaçtığımız şeyler gerçekler mi, gerçeği belirleyen bizden öncekiler, kimliğimizi yaratan kabul ettiğimiz benlikler mi?
Normal People bize bunları anlatmaya çalışırken biz de dizide çalan şarkılarını ayıkladık.
Lenny Abrahamson ve Hettie MacDonald’ın iki farklı gözden iki ayrı hayatın gösterildiği dizisi Normal People‘da sınıf ayrılıkları, uyum zorlamaları, ilişki karmaşaları, mesafelerin anlamı hayatın içine ekstra bir renk sıkıştırmadan olduğu gibi yansıtılıyor. İlk altı bölümü erkek bir yönetmenin bakış açısından kalanını bir kadın yönetmenin bakışından izlerken belki de dizideki en büyüleyici şey duygulara ve insana önyargılardan arınarak gerçekleşen ortak bakış açısı oluyor.
Bir olay örgüsü içerisine hapsetmeden, kendimizden bildiğimiz zayıflıklar olanca doğallığıyla anların peşine takılıp gitmemizi sağlıyor. Ezbere bildiğimiz gençlik dizilerinin aksine geriye dönüp baktığımızda aldığımız kararların peşine bir şekilde takılıp gelen toplumsal şiddetin insanı tek tipleştiremediği takdirde ne denli yalnızlaştırdığını gösteriyor bize. İşte tam da bu yalnızlığın ortasında karşılaşıyor Marianne ve Connel. Birbirlerine karşı duydukları hislerin adını koymadan bazen tek bir yastıkta, bazen bir sergide sessizce baktıkları tabloda, bazen de telefonun ucundaki sessizlikte yaşıyorlar duygularını.
Lisede başlayıp üniversiteye uzanan, oradan farklı bir şehre yolculuğunu sürdüren, finalini yolculuğun nereye götüreceğinin bilinmezliğinde bırakan bir hikaye kalıyor bize. Hayatlarımızın bir yerinde karşılaştığımız bu karakterler, izlerini ekranın bir ucundan değil hayatımızın bir anından yakalayarak bırakıyor bizlere.