Dilhan Şeşen ilk albümü Kumdan İnşa Putlarla‘yı geçtiğimiz ay Gülbaba Records etiketiyle yayımladı. Biz de mayıs ayının başlarında kendisiyle oturup derin bir sohbete daldık. Albümün yolculuğu, eserlerle vedalaşmak, Birsen Tezer’in öğretisi ve başka birçok konuda konuştuğumuz söyleşiyi okumak için aşağıya buyurun.
Öncelikle seni tanımayanlar için sen kimsin?
Merhaba. Ben Dilhan. Sen kimsin?
Ben de Kıyı Müzik’ten Deniz.
Memnun oldum Deniz.
İlk albümün yayımlandı. Adı Kumdan İnşa Putlarla. Olabilecek en temel sorudan başlayalım; hikâyesi, gözündeki yeri nedir?
Geçtiğimiz iki yılda Logic ve Garageband’den şarkılar yapmaya başlamıştım. Sound olarak kendime has bir şeyler keşfettiğimi düşündüğüm vakitler oldu. “Burada yeni bir şeyler var galiba.” hissi yaratan şarkılar da “Kumdan İnşa Putlarla” ve “Hergele” idi. Özellikle ikincisindeki gitar rifi… Gitar, akor falan da hiç bilmem. Ama müthiş bir rif ortaya çıktı, çok hoşuma gitti. Evde onlara bakıyordum. Albüme de çok spontane karar verildi. Ben, Bahadır (Kartal) ve Barış (Ergün) pide yiyorduk. Bahadır “Kaç parçan var?” dedi. Bir göz attı yaptıklarıma. Elimizde bol bol materyal birikti. Sonrasında albüme girmeye karar verdik.
2021 kasımıydı, Karga’da Barış’la oturup takıldığımız bazı akşamlarda O beatbox yapıyordu, ben de keman sesini taklit ettiğim bir vokal eşlik ediyordum. Fikirsel hikâyesinin temelleri o ana dayanıyor. 2022 haziranında başlandı masa başı işlere, kısa sürdü sonrası. Günbegün bir işleyiş söz konusuydu. Sanırım ortaya çıkış hikâyesi bu.
Bahsi geçmişken albümde emeği geçen isimleri de bir analım.
Prodüktör Kaan Ceylani, yardımcı prodüktörler Barış Ergün ile Cihan Reşit Köse idi. Bahadır Kartal “Kumdan İnşa Putlarla” şarkısına divanıyla gelip destek oldu. Fikirsel tohumunda zaten masada olan ilk insandı. Cihan Reşit Köse basları da çaldı. Berke Köymen davullarıyla inanılmaz şeyler yaptı. Sound’a sunduğu katkıya inanamadım. Aklımda hayaller vardı, ama Berke’nin gelişiyle iyice büyüdü işler. Mix kısmına Barış Ergün baktı. Mastering’i Polonya’dan, Legato Mastering’den Marcin Bocinski yaptı. Vokalleri Adamlar ve Nilipek’in ortak stüdyolarında kaydettik. Davulları Pür Stüdyoları’nda kaydettik. Düzenlemeleri de hep beraber yaptık. Öyle bir süreç oldu, çok da kolektifti bence. Git geller yaşandı, şarkıları arkadaşlarımıza dinlettik falan. Hep bir aradaydık. Acayipti şimdi üstüne düşününce. Çoktan geçip gittiğine inanamıyorum, zaman çok hızlı akıyor.
Geçenlerde yayımlanan bir söyleşinde sana albümün konsept olup olmadığı sorulmuş, sen de o aşamada buna cevap vermemişsin. Dinledikten sonra şahsen bir bütünlük olduğu görüşündeyim. Belki senin albümü şekillendirirken böyle bir niyetin yoktu ve sonuçta sözlerdeki anlatı da nispeten soyut duruyor; ama bazı ortak temalar mevcut gibi şarkıların sözlerinde; yarım kalmış aşklar, arada kalmışlık gibi… Sound zaten bir tutarlılık içinde. Yani bana kalırsa yoruma açık, dinleyicide tamamlanacak bir hikâye söz konusu, evet. Ayrıca çok anın içinde ve sinematik bir deneyim aktardığını düşünüyorum.
Bir sürü bam telime bastın. (gülüyor) Teşekkür ederim. Bu arada albüme girmesi için seçtiğim şarkıların son iki yılda oluştuğunu düşünürsek bir “hayatımdan son iki yıl” konsepti vardır zaten. “Ay Kuşlar” ve “Gök Mavi” nispeten erken ortaya çıkmış parçalar, oradaki anlatıların daha somut olduğunu düşünüyorum. Sonrasında oluşan şarkılarda aklım ve aktardığım anlatı nispeten soyutlara kaçıyor bence de. Bir insanın duygu durumu, gözlemleri var ve bu başlı başına bir bütünlük yaratıyormuş gibi geliyor. Aynı insanın deneyimlerini duyuyorsun. Bence parçaları seçerken de birbirine yakın şeyler olmasına dikkat ettik. O da bir konseptin oluşmasına yardımcı olmuştur.
Hiçbir zaman tam olarak anlayacağımızı düşünmüyorum. Hissiyat yoğun olabilir albümde, farkındalıktan kaynaklı bir hüzün ve yas olabilir. Dönüp bakınca çok fazla görülme ve duyulma isteği olduğunu da düşünüyorum: (“Hergele”nin sözlerini mırıldanarak) “Gör beni, gör beni, aklının gerisi” ya da (“Kunduz Gibi”nin sözlerini mırıldanarak) “Kurtuluşu duyulmaktan geçiyor herkesin…” Daima insanın ihtiyaçlarına dair yakarışlar var gibi geliyor. Ben de çok sonra terapide bunları konuşabildim, orada fark ettiğimiz şeyler oldu. Bir yarım kalma durumu var elbette; içeride durmaya çabalaman, dışarıdan bir şeyle tamamlanmama isteği… Biraz hüzünlü ve göğüs germemiz gereken şeyler bunlar. Böyle bir anlatı taşıdığını düşünüyorum. Evet, dediğin şeyleri kabul ediyorum gerçekten. Biraz zor gelse de. Haklısın, iyi gözlemlemişsin. (gülüyor)
Çok sevdiğim bir söz var, Leonardo Da Vinci’nin söylediği düşünülüyor: “Bitmiş sanat yoktur, terk edilmiş sanat vardır.”
Of…
“Terk edilmek” ifadesi biraz ağır duruyor, ama ben bunu olumlu yorumluyorum. Hikâyeyi sanatçı başlatır, sanatın kendisi sürdürür gibi.
Bence çoğumuz bırakmayı bilmiyoruz. Bunu söylediğinde aklımda direkt albüm sürecinde şarkı sözlerine tekrar tekrar bakmam geldi. Bir parça vardı, aslında bitmişti; ama bırakamıyordum. Durmadan üstüne düşüyordum. Albüm süreci de bundan dolayı uzadı git gide. Fazla haşır neşir olmak durumunun ötesinde bildiğin didiklemeye geçmiştim, bırakamıyordum cidden. İnsan çocuğunu bırakamaz ya, onun gibi. Babaannemi görüyorum, babam (Burhan Şeşen) 63 yaşında ama çocuğunu bırakamıyor bir türlü. Öyle bir şeydi. Birine güvenme durumu bir yerde o kişiyi kendinden ayrıştırmayı gerektirir. Bunu yapabildiğin noktada terk edebiliyorsun sanırım, artı sahiden terk ettiğinde ona duyduğun güven de parlayışa geçiyor. Kolay olmadı benim için. Başarabildiğim andan itibaren çok rahatladığımı biliyorum, ama o süreç sancılı geçti. Sevdiğin bir şeyi kendinden ayrı olarak kabul etmek zor; ister bir kişi olsun, ister senden çıkan bir şey. Yemek yaparken bile başıma geliyor. “Daha ne koyabilirim bunun içine?” diyorum. Bitti işte! Nar ekşisi koydum, bitti aslında.
Evet. Cidden sanata dair söylenmiş sözlerden en sevdiğim olabilir. Overproduce edebilirsin, üstüne katıp durabilirsin, ama bir yerde vedalaşmak gerekiyor.
Nerede bıraktığın da önemli. İçinde bir ses var, onu dinlemek lazım. Başta ürkek çıkıyor, o yüzden kulak vermek için çok sessiz bir alana ihtiyaç duyuyorum. Önce “Şunu yapabiliriz, bu olabilir,” diyen başka sesler oluyor. Sonra başka bir odaya geçiyorum ki “Bence yeterli,” diyen o kısık sesi duyabileyim. Meditasyon gibi. Duyduğun an yakalamak, sonra da ona dair güvenini korumak gerekiyor. O da zor iş. Günümüz dünyasında hep bir şeyler üstüne koyarak yol alıyoruz; kimlik inşası, başarı inşası… O ses ise “Basit düşün, bırak,” diye fısıldıyor. Rick Beato şöyle demiş: “Bir şeyi overproduce ettiğini anlamak için açtığın müziğini yan odadan dinle. Fazlalıkların hepsini çıkar.” Müthiş bir tavsiye. Çok işimize yaradı bu süreçte.
‘O sese güvenmek’ düşüncesi aklıma bir videoyu getirdi, belki görmüşsündür: Yapımcı Rick Rubin, yakınlardaki bir röportajında “Müzik hakkında ne biliyorsun?” sorusuna “Hiçbir şey,” diyor.
Evet. “İnsanlar kendi vizyonuma duyduğum özgüven sayesinde benimle çalışıyorlar,” diyor. Bir fikri var, o fikre yöneliyorlar.
Geçenlerde “fikir” adlı bir şarkı yaptım kendi başıma, yakında yayımlayacağım. Başta daha üstüne koyarım diye düşünüyordum, sonra sessiz bir anda dinleyince fark ettim ki aslında bitmiş. Az önce konuştuklarımızla fazlaca örtüşen bir süreçti benim için.
Orada üstüne koymayı düşünürken ihtiyacın neydi, bunu da konuşmak lazım. Büyük ihtimalle bir endişe can buluyor, o yüzden üstüne koyma ihtiyacı hissediyorsun. Bence asıl ihtiyacımız o değil. Bir yerde terk etmen gerekmiş, iyi ki de etmişsin.
Albümün kayıt sürecinden aklına gelen rastgele üç anıyı aktarabilir misin?
Üstü kapalı anlatacağım biraz. (gülüyor) İşe koyulmam gerekiyordu, hiç hazır hissetmiyordum kendimi. Fiziksel olarak güçsüzleşmeye başlayıp kilo verdiğim, mental olarak da bulamaç halinde olduğum bir dönemdi. Eve geldim, bir şeylere başlayıp bir şeyleri bitirmem gereken bir anın ortasındayım ve hareketsizim. Sabah uyandım ve kurbağa gibi kusmaya başladım. Kaan ile ilk buluştuğumuz an da geldi aklıma. Bir şeyler yapmamız gerekiyordu, işe koyulduk. Çok hafif bir ışık gördüm odada. Sonra da vokal kaydında ağladım.
Hep böyle melankolik şeyler geliyor aklıma, çünkü şu an iyi bir yerdeyim ve onları hatırlayıp kendi başımı sıvazlıyor gibi hissediyorum. Başka zaman sorsan video kayıtlarımız, gülüp eğlenmemiz, stüdyoda yorgunluktan uyuyakalmam, Barış ile bahsettiğim beatbox performanslarımız, Berke’nin çalışıyla stüdyoya ağlamamız, provada ve konserde ağlayışım ve daha bir sürü şey gelir. Sevinçten çok nadir ağlarım ben. İğrenç ağlarım ağladığımda, estetik bir yanı da olmaz. Zaman karmaşık işliyor, lineer değil. Hezeyanlar, hüzün, neşe… Bir anda beni yoklayan çok fazla şey var.
Bir yumağa dönmüş hatıraların.
Evet. Vakitler de yok hafızamda. Barış o konuda çok iyidir. “Ne zamandı?” ya da “Ne yedik o gün Barış?” gibi sorularımı hep ona sorarım. Gündüz düşünde gibi hissediyorum çoğu zaman kendimi. İyi bir yerden yaşanıyor bu, kaçış gibi hissettiriyor.
Peki albümden ortaya çıkarması en zor ve en kolay iki parça hangileriydi?
Bu sorunu daha önce gördüm, başka röportajlarında da soruyorsun. (düşünüyor) En son bitirdiğimiz şarkı “Kumdan İnşa Putlarla” idi. Altı farklı versiyonu falan birikti elimizde. Herkesi delirttiğim bir süreç oldu. İyi oldu sonuç. Benim yaptığım çok havada kalan, ilerlemeyen bir şeydi. Sonra zikir gibi bir şeye dönüştü. “Bu da çok fazla oldu,” dedik. Aradık, taradık, bulduk doğrusunu. Zor der miyim buna bilemem aslında. Uzun sürdü diyeyim. Zor kelimesini duyunca aklımda içinde sıkıştığım, keyif almadığım bir şey canlanıyor. En kısa sürede ortaya çıkan ise “Aklımın Ortasına Kurdun Bir Yuva.” Ama onun da vokal kayıtlarında çok zorlandım. (gülüyor) Ağlamadan duramadım.
Daha yalın, daha balad anlayışında bir şarkı.
Evet. Albümü onunla bitirdiğimize çok mutluyum. İyi bir yolculuk oldu. Bangır bangır bir şeyle bitirmek istemezdim asla. Şarkı sırası kafamda görsel olarak canlandı gibi hissettim, ona tutunup oradan yürüdüm. “Hergele” gibi bir coşkulu duygular bütünüyle başlayıp bebeksi, kırgın bir şeyle bitirmek kendi adıma çok cesaret gerektiren bir şeydi. “Aklımın Ortasına Kurdun Bir Yuva” bana hâlâ çok yoğun gelen bir parça. Umarım hep öyle olur, her zerremle hissediyor olmaktan çok mutluyum. Benim için dile dökmesi en zor parça oydu. O noktada bir cesaret kazanmaya başladım. Kaan ile kayıttaydık, ilk iki denemede çok duygusuz okudum. Kaan’a “Bir şeyi yanlış yapıyorum.” dedim. “Evet, duygularını kapatıyorsun. Bırak kendini. Tam da kendini açman gereken bir andasın.” dedi. Kaan öyle deyince bir ağlamaya başlamışım orada… Ağlamamın sonrasındaki ilk kaydı seçtik albüme koymak için. Kırgın, çocuksu tarafımla yüzleşip kendime arka çıktığım bir an oldu. İyi hissettirdi. “Helal kız, yaptın. Aynen öyle kardeşim.” Ama zordu, onu söyleyebilirim.
İçinde bir ses var, onu dinlemek lazım. Başta ürkek çıkıyor, o yüzden kulak vermek için çok sessiz bir alana ihtiyaç duyuyorum. Önce “Şunu yapabiliriz, bu olabilir,” diyen başka sesler oluyor. Sonra başka bir odaya geçiyorum ki “Bence yeterli,” diyen o kısık sesi duyabileyim. Meditasyon gibi.
Dilhan Şeşen
“Yalanını ardına koymaya kaç aşk gerekli” albümden favori sözüm olabilir. Bu dünyada senin gerçeklerin, sığınakların neler? Müzik bunlardan biri mi?
(düşünüyor) Evet, tabii ki. Kaçışlarım da öyle. Biraz uyuz bir tipimdir, didik didik bir insanımdır. Sen bir şeyden korkup buna yanaşmıyorsan ve ben de bunu görüyorsam o perdeyi açmak için çok uğraşırım. “Bu kadar korkmana gerek yok, seni ne endişelendiriyorsa konuşalım.” kafasında olurum. Bunu açmak, sevmek gerek. Durumların alt metinlerini açma ve görme ihtiyacını çok gerçekçi buluyorum kendi adıma. Ama biraz da uyuz bir şey açıkçası. Orayı daha edepli kılabilirim. Çünkü sen -en düz ifadeyle- açılmasını istemiyor olabilirsin. Gerçek ve sanırım rahatsız edici bir huyum. Bu yaşımda kendimle olan iletişimimi çok samimi buluyorum, orada rahatım açıkçası. Kendimi kandırdığım bir durum olduğunda tak diye görüyorum, “Hop abla, yakalandın,” diyorum. Bakışım iyi midir kötü müdür bilemem, ama yaptığım her şeyi kendi açımdan gerçek olarak adlandırabilirim. Dürüstüm. Öte yandan gerçeklerimiz hep değişiyor bence.
Benim en sevdiğim “Yüzlerden Bir Yüz”ün sözleri bu arada: (şarkıyı mırıldanarak) “Aslı budur / Sözümü duyar / Yüzüme de pek bakmadan / Ah şu huyu / Yüzümü sever / Sözümü de bir duy aman”… Bir de “Buradan geçebilir mi?” Başka biri girdi işin içine, üçüncü tekil kişi var. Bunu şöyle algılıyorum, hoşnut olunmayan bir durum var ve biri düşünüp “Öf!” diyor. “İşin aslı başkayken bu buna ne yapıyor.” Tanrı gibi bir varlık, “Bir düşsün, nefes alsın, sal onu artık,” diyor. Bir konuşma var o şarkıda. Beni ağlatıyor, çok tuhaf bir karanlığa sokuyor. Kendim yazmışım gibi hissetmiyorum. (gülüyor)
Sıra minik bir oyunda. Müzik dergisi The Wire’ın Blind Test adlı bir röportaj konsepti var. Sonradan Bir Artı Bir Express de sayfalarında kendine uyarlamıştı. Sohbetimizin bu kısmında bu usulü araklayacağız: Birlikte üç şarkı dinleyecek, sonra üstlerine konuşacağız ve sohbet sohbeti açacak.
(Uç Uç’tan “Shadow of the Tree”yi dinliyoruz.)
Ah. Uç Uç. Çok güzel gruptu.
Evet. Ayrıca üyelerinden ikisiyle (Barış Ergün ve Bahadır Kartal) albümünde çalıştın. Barış ile bundan iki sene önce bir röportaj yapmıştık, kendisine en çok hangi yönetmenlerle çalışmak istediğini sormuştum. Aynısını sana da sormak istiyorum, çünkü hem sanatın farklı disiplinleriyle içli dışlı birisin hem de albümünün sinematik bir tarafı var.
Wes Anderson, Coen kardeşler, Jim Jarmusch ve David Lynch.
“Kunduz Gibi” filme aktarılacak olsa Wes Anderson’ı isterdim. Coen kardeşlere de “Aklımın En Ortasına Kurdun Bir Yuva”yı verelim. Jarmusch zaten “Hergele”ye de giderdi, “Kumdan İnşa Putlara” da. “Yüzlerden Bir Yüz”ü ise David Lynch yönetmeli.
(Lil Yachty’den “The Black Seminole”u dinliyoruz.)
Bu neymiş böyle? Albüm kapağı hafızam çok iyidir, bir bakabilir miyim? (bakıyor) Yok, bilmiyorum. Ne ki bu? Birkaç tahminim var. Archive’ın bir düeti değil, değil mi? Yok. Dur. Lil…
Ne dedin, Lil mi dedin?
(gergin bir sessizlik)
Hadi, çok yaklaştın.
(şarkıya bakıp gülüyor) Tamamdır. Adamı bilmişim, ama o ikinci kelimeyi bir türlü telaffuz edemiyorum. Şarkıyı bilmiyorum bu arada.
Yachty’nin bu sene yayımlanan son albümünden. Beni ve dinleyen herkesi çok şaşırttı, çünkü kendisi bugüne dek trap müziğinin kalıplarının dışına çıkmış biri değildi pek. Bu albümdeyse psychedelic rock’tan R&B’ye çok fazla şeyi o kadar harika biçimde sentezlemiş ki. Durup durup dinliyorum.
Harika cidden. Bana bu albümü atar mısın?
Elbette.
Vokal ve ses tasarımı çok kendine has, direkt oradan bir şeyler yakalayabiliyor olması çok acayip. İnsanı düşündürüyor.
Enstrüman üslubu sence de çok Pink Floyd değil mi?
Evet. Sondaki vokaller de -böyle benzetmeler kurmayı hiç sevmesem de- “The Great Gig in the Sky”ı getirdi aklıma.
Bu şarkıdan hareketle aklını uçurmuş, tabu yıkan, tarzlarını birbirine geçiren üç eklektik albüm saymanı istesem?
Şu günlerde Tim Hecker’ın Konoyo albümünü çok dinliyorum. İlk şarkıda muhtemelen kontrbas olsa da tam olarak ne duyduğuna emin olamıyorsun. Parça da sürekli değişim halinde. Beta Band’i de çok severim. The Three E.P.s adlı, üç farklı EP’lerinden oluşan bir çalışmaları var, o çok güzel. Sevdaliza’nın albümleri de geliyor aklıma. Son çıkardığı işler daha popvari, ama hoşuma gidiyor.
(Interpol’den “Stella Was A Diver and She Was Always Down”u dinliyoruz.)
Bu kesin yeni biri.
Hayır aslında. Hâlâ aktifler, ama en az 20 senedir varlar, bu şarkı da ilk albümlerinden.
Allah allah. Bilmiyorum.
Interpol’u dinledik. Bu yaz konsere gelecek olmalarından ilhamla listeye koydum. Bundan hareketle gittiğin çok özel bir konseri aktarsana.
Helak konserinde çok eğlenmiştim, Karga’daydı. Nereden baksan bir sene geçti galiba üstünden. Kurtlarımı döküp çok eğlendiğim bir akşamdı. Nick Cave’in son konseri harikaydı. Bir garipti bu arada; çok kalabalıktı, ben arkalardaydım ve olan bitene yakın durulması zordu. Sahne önündekilerle iletişimini görüyoruz, muazzam; ama zor dahil olduk oradaki enerjiye gibi hissediyorum.
Anlaşılır bir şikayet. Sahiden sahnenin dibinde olanların daha iyi yaşadığı bir deneyim. Ben mesela iki konserinde de en önlerde vaziyet aldım, ama arkalarda aynı coşkunun bulunmadığını tahmin edebilirim.
Vay be, süpermiş. İnanılmaz bir enerjisi var bu arada.
Ve 65 yaşında. Ben bu yaşımda bu halimle sahnede onun kadar hoplayıp zıplasam bir yerimi sakatlarım.
Aynen öyle. Bir de açıkçası ben konserleri algılayışımızın çok mastürbatif olduğunu düşünüyorum. Sahneye çık, havalı dur, in şeklinde gelişiyor çoğu zaman. Fakat…
Kendinden de bir şeyler katabilirsin.
Kesinlikle. Ve bir yerde sen o izleyiciler geldiği için oraya çıkabiliyorsun. İzleyicilerle etkileşimi o kadar iyi ki. Tam bir ayin havası yaratıyor. Çok ilham veriyor bana; müziği ve hayat hikâyesiyle. Sahne performansıyla da; zira benim için insanlarla iletişim kurmaya çalışmak çok önemli.
Bak şimdi aklıma Birsen Tezer’in bir konseri de geldi. Yıllardan 2017 olması lazım. Kadıköy Sahne’deydi. Bir erkek arkadaşım var, de keyfimiz yerinde. Birsen Tezer’den haberi yoktu. “Ne olur, gitmemiz lazım,” diye sürükledim. Ona Birsen Tezer’i tanıtmanın da heyecanıyla biraz içtim tabii. Birsen abla ise benim bebekliğimi bilir, babamla yakın arkadaşlar. Beni gördü, sahneye çıkardı. Bana orada şunu öğretti: Biri sahnede solo attığında üstüne vokal yapmamalısın. Basçı kenarda solo atıyor, ben üstüne rezalet bir şeyler eklemeye çalışıyorum o halimle. Yeri mi? Zaten konuştun yeterince Dilhan, sus. (gülüyor) Birsen abla beni elimden tuttu, yavaşça sahnenin arkasına çekti ve dedi ki: “Şu an onun zamanı.” Edepli bir öğretiydi. Çok hoştu. Hep aklımda kaldı.
Müzik dinleme platformunun arama geçmişinde görünen son üç şey ne?
Bakıyorum. Tim Hecker, Kumdan İnşa Putlarla ve Arctic Monkeys’ten “505”. Bu sabah “505” eşliğinde makyaj yaptım. Yolda yürürken de albümü dinledim. Çok hoşuma gitti. (gülüyor) Artık Spotify’dan dinleyebiliyor olmak, WhatsApp’tan ya da Drive’dan bulmaya çalışmıyor olmak çok acayip. Bir de bu defa başkasının albümüymüş gibi düşünerek dinledim, o da hoş deneyimdi.
Bundan sonrasına yönelik planların neler?
Bu albüme yönelik fazladan konserler vermek isterim. Barış ile birkaç ay önce mix sürecinde bir şey fark ettik: İkinci albümü tasarlamaya başlamışız bile. Yine o beatbox ve hayali yaylılar performansımızla.
Bu defa baştan sona beatbox artı yaylılar olacak, değil mi? (gülüşmeler)
Evet! Neyse, o bizi çok heyecanlandırdı. Onca zaman sonra tekrar aynı yerdeyiz.
Ayrıca mutlu ve rahat olmayı isterim. Hepimiz adına da dileğim aynı. Artık az kaldığını düşünüyorum. Tüm duyularımızla hareket edebilmeyi diliyorum.