Deneysel post-punk sahnesinin kült öncülerinden Tuxedomoon’un kurucu üyesi Blaine L. Reininger ile Zoom’da buluştuk, hayli bilgilendirici ve eğlenceli bir sohbet ortaya çıktı. Konuştuklarımızın dökümü için aşağıya buyurun.
Bana vakit ayırdığın için teşekkür ederim. Okurlarımıza biraz bağlam sunmak gerekirse, aslında bu röportajı Berlin Quasimodo konserinin gecesinde yüz yüze yapmayı planlamıştık. Konser sonrası yanına geldiğimde konuşamayacak kadar yorgun olduğun için sonra konuşmayı önermiştim. Bu yüzden şimdi Zoom’da buluştuk.
Blaine L. Reininger: Konserlerde fazladan bir şeyler yapmak için pek zaman kalmıyor. Sosyalleşmek de zor. Eskiden konser sonrası kulisten hiç çıkmazdım, insanlardan saklanırdım resmen. Son birkaç yıldır insan içine karışmaya başladım. Bir bakıma işime de geliyor tabii; insanların yanında olunca daha çok merch satabiliyorum. Aslında insanlarla konuşmayı da seviyorum. Ne düşündüklerini duymak hoşuma gidiyor.
Berlin konserine gelenlerin samimi ve müziğini tutkuyla seven insanlar olduğu açıkça görülüyordu. Turnenin diğer kısımlarında da böyle bir ruh hâli var mıydı?
Gayet güzel bir turneydi. Gittiğimiz her yerde çok iyi karşılandık. Bizim için de keyifli geçti. Yalnız biraz yorucuydu, çünkü her yere trenle gittik. Sürekli ekipman taşımak da bir noktadan sonra insanı tüketiyor. Ama konserler iyiydi, güzeldi. Berlin’de mi yaşıyorsun?
Evet, yedi aydır buradayım. İlk kez ülkem dışında yaşıyorum.
Almanca biliyor musun?
Hayır.
Artık herkes İngilizce konuşuyor zaten. Almanca bilmeden de idare edersin. Gerçi Berlin eskiden hiç öyle değildi.
Almancamı ilerletme hedefim var; ama Berlin pratik yapmak için pek de uygun bir şehir değil.
Evet. Ancak yaşlılarla, bir restoranda ya da taksi şoförleriyle falan konuşuyorsan işine yarar. Ben üniversitedeyken Almanca öğrenmiştim.
Sahnedeyken akıcı Almanca konuşuyordun zaten. Aslında sana tam da bunu soracaktım: Toplamda kaç dil biliyorsun?
Yedi.
Vay. Hangileri?
İngilizce, Almanca, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca, Felemenkçe ve Yunanca.
Şu an Atina’dasın, değil mi?
Evet. İstanbul’a hiç gitmedim. Bir gün uğramayı çok isterim. Daha oradan bir konser teklifi gelmedi ama. Eminim konserimize gelmek isteyecek birileri vardır, ama hiç yolumuz düşmedi.
Aslında Türkiye’ye de çok yakınsın. Umarım bir organizatör bu hayali gerçekleştirir.
Kesinlikle. İş işten geçmeden gelmeyi çok isterim. Tuxedomoon ile de gelmek isterim açıkçası. Türkiye’de hiç çalmadık. Çin’de de, Güney Amerika’da da, Afrika’da da… Geri kalan her yerde bulunduk sanırım, Avrupa’nın dört bir yanında mesela… Şahsen Venezuela’da ve Hong Kong’da sahne aldım ama Tuxedomoon olarak oralara da gitmedik.
Pek çok şehre gittin, bazılarında uzun süre yaşadın. Sence içlerinde yeterince kıymeti bilinmeyen bir yer var mı?
Bilemedim. Brüksel’de neredeyse yirmi yıl yaşadım. Eskiden orayı hiç sevmezdim. Ta ki taşınıp bir süre sonra tekrar ziyarete gidene ve daha uzun süre kalana kadar. Sonra şehri gerçekten sevmeye başladım. Oraya gitmekten gerçekten keyif alıyorum artık. Hep bir şeyler olup bitiyor, hâlâ orada arkadaşlarım var ve tanıdığım bir yer olması güzel geliyor. Atina’da da benzer bir durum var diyebilirim. İnsanlar Atina’yı yeni yeni keşfetmeye başladı. Ama gelenler öyle bir seviyor ki şehir o ilginin içinde boğuluyor. Turistler akın ediyor, her şey mahvoluyor bu yüzden. Merkezde eskiden pek çok küçük işletme vardı. Kumaşçılar vardı, ayakkabı yapan insanlar… İlginç bir karakteri vardı şehrin. Şimdi ise neredeyse hepsi yok oldu. Yerlerine salak salak turistik restoranlar açıldı, hamburger ve sokak yemeği satıyorlar.
Berlin’de de birçok kulüp ve sanat mekânının kapatılması gündemde. Yerlerine ofisler, iş merkezleri açılacağı konuşuluyor. Bu süregelen küresel bir kapitalist trend elbette: Küçük işletmelere ya da sanat yapan insanlara yer açmak yerine daha çok çalışmanı, daha çok tüketmeni bekliyorlar. Sence bu durum Atina’da da geçerli mi?
Evet, Atina’da da aynı şey yaşanıyor. New York’ta ve San Francisco’da bu trend çok daha önce başlamıştı, burada biraz daha geç yaşandı. Ama her yerde durum bu. Sanatçılar, oyuncular, müzisyenler, ressamlar… Bütün bu insanlar kiralar ucuz olduğu ve bolca alan olduğu için kentin belli bölgelerine taşınıyor. 20-30 yıl önce insanlar şehirde yaşamak istemiyordu. Kırsala taşınıp şehirden uzaklaşmak istiyorlardı. Sanatçılar şehir merkezine gelince o merkezler tekrar ilginçleşmeye başlamıştı. Bu en azından Batı dünyasının her yerinde yaşandı. New York’ta da daha 10 yıl önce, hatta belki 5 yıl önce bile şehir merkezi sanatçılarla, müzisyenlerle, ressamlarla doluydu. Sonra devreye büyük şirketler girdi, Çin merkezli büyük emlak şirketleri… Geldiler, her yeri satın aldılar, otellere dönüştürdüler. Diğer herkes de gitmek zorunda kaldı. Bu döngü sürekli her yerde tekrarlanıyor gibi görünüyor.
William Gibson’ı bilir misin?
Evet, Neuromancer’ın yazarı değil mi?
Evet. Mona Lisa Overdrive diye başka bir kitabı daha var. Orada da bu fenomeni ele alıyor. Kitapta bazı karakterler var, bohem merkezlerin peşine düşüyor, oralardan para kazanmak istiyorlar. Her şeyi satın alıyorlar ve bir süre sonra kentsel dönüşümle birlikte o bölgelerin sahibi oluyorlar. Olay bu. Soru da şu: Bu insanlar nereye gidecek? Gördüğümüz durum, 1960’lar ve 1970’lerde yaşananın tam tersi. O zamanlar insanlar kenar mahallelere taşınıyordu. Şimdi ise sanatçılar ve parası az olanlar oraya taşınıyor. Sanırım Amerika’da da olan bu. Ya da köprü altına çadır kurup orada yaşayacaklar. Bilmiyorum. Tarihimizin çok acımasız bir dönemine girdik. İnsanların hiçbir şeyi umursamadığı bir çağdayız. Ne nezaketi umursuyorlar, ne merhameti… Zor bir dönem.
Bilmiyorum haberin var mı ama iki sene önce Türkiye’nin güneyinde büyük bir deprem oldu. Çok sayıda insan hayatını kaybetti. Depremden sonra devlet, evlerini kaybeden insanlara ücretsiz barınma sağlamak yerine çadır sattı. Yakın tarihimizde tanık olduğumuz akıl almaz, insanlık dışı olaylardan sadece biriydi bu.
Evet, insanlık gitgide daha ilkel, hayvansı bir seviyeye indirgeniyor. Bu çok üzücü. Bunun temel sebeplerinden birinin aşırı maddiyatçılık olduğunu düşünüyorum. Artık kimsenin bir şeye inandığı yok. İnsanlar sadece hayattan mümkün olduğunca çok haz almaya çalışıyor, yeterince paraları olsun da güzel deneyimler yaşamak istiyorlar. Yaşamanın amacı buymuş gibi düşünüyorlar: bir sürü şeye sahip olmak. Akdeniz’de tekneyle gezmek, kocaman bir ev satın almak, güzel bir eşe sahip olmak… İnsanlar artık hiç olmadığı kadar maddiyatçı hale geldi. Kendini dindar zanneden insanlar bile… Aslında inandıkları tek şey para. Eskiden Batı dünyasının ne kadar materyalist olduğundan şikâyet edilirdi. Artık tüm dünya böyle.
Son dönemde tanık olduğumuz onca şeyi düşününce geleceğe dair umutlu musun? Yoksa daha karamsar bir ruh hâlinde misin?
Karamsarım diyemem, çünkü insanlığın özünde ruhsal farkındalığa ulaşabilecek bir kapasitenin olduğunu biliyorum. Evrenle bağ kurabiliriz ve bu arzuların ötesine geçebiliriz. Ben kendimi öncelikle Budist biri olarak tanımlıyorum. Mükemmelleşmenin mümkün olduğuna inanıyorum. Elbette bu, çok yaygın bir fenomen değil. Ama en kötü insanın bile –Donald Trump gibi birinin mesela– özünde tek isteğinin mutlu olmak olduğunu düşünüyorum. Trump gibi biri, başka insanların üstünde güç uygulamaktan, dünyadaki her şeyi satın aldığını ve her şeye hükmettiğini düşünmekten haz duyuyor. Bu da aslında kendisinin mutlu olma isteğinden kaynaklanıyor. Bu çok yanlış bir yaklaşım. Kandırılmışlar. Gerçeği göremiyorlar. Karanlıktalar. Kaybolmuş durumdalar. Bu kadar derin bir maddiyatçılığa saplanıp başka insanlara zalimce davrananlara üzülüyorum. Sırf kendileri mutlu olacak diye korkunç şeyler yapmaya razılar.
Kendi mutluluk yolculuklarını çok zavallı ve acınası şekilde yönetiyorlar diyebiliriz.
Evet. Baktığında sürekli olarak şu fikre maruz kalıyoruz: “Ne kadar çok şeye sahip olursan o kadar mutlu olursun.” Bu doğru değil. Şahsen elimden geleni yapmaya çalışıyorum. Dünyayı biraz daha iyi bir yer haline getirmek için elimden gelen tek şey sanat yoluyla bir şeyler sunmak. Sanatımı ruhsal bir duruştan yola çıkarak üretmeye çalışıyorum. Kendimi daha iyi bir insan yapmak istiyorum. Kendi cehaletimin ve aptallığımın ötesini görebilirsem, orada öğrendiğim şeyler kalbimden sanat yoluyla dışarı çıkacaktır diye umuyorum. Biri çıkıp da “Müziğin bana karanlık bir ruh hâlinden geçiyorken iyi geldi,” ya da “Hayatımla ilgili daha iyi hissetmemi sağladı,” dediğinde minnet duyuyorum. Zaten isteyebileceğim tek şey bu.
Yıllar öncesine dönelim: Avrupa’ya ilk taşındığında her şeyin çok farklı ve çok yeni olması, o sıfırdan bir hayat inşa etme durumu seni korkuttu mu? Zor bir adaptasyon süreci miydi?
Korkuttu diyemem sanırım. Beni gerçekten korkutan bir yer varsa o da San Francisco’ydu, doğup büyüdüğüm Colorado’dan taşındığım zamanlar… Aslında o kadar da büyük bir şehir değil ama suç oranı, şiddeti falan gırla… İlk taşındığım zamanlar bu kavramları sadece televizyondan biliyordum. O dönemin dizileri hep büyük şehir hayatının ne kadar tehlikeli olduğuna dair kafanı doldururdu. Dışarı çıkar çıkmaz ölecekmişsin gibi bir algı yaratırdı. O yüzden herkesten, her şeyden korkuyordum. Bir keresinde bir kaniş önümde havladı, ondan bile korktum. Sonra da “Kanişten korkulur mu, niye böylesin?” dedim kendime.
Brüksel’e taşındığımda ise korkudan çok “İnsanlar neden böyle davranıyor?” sorusu vardı kafamda. O zamanlar dünyayı yöneten insanlar bambaşka bir bakış açısına sahipti. 1981’de Brüksel’e taşındığımızda karar mekanizmalarındaki insanlar, İkinci Dünya Savaşı’nda yetişmiş insanlardı. Savaşı yaşamış, o sırada yetişkin olan insanlardı. Benim geldiğim yer ise zafer kazanmış bir Amerika’nın dünyasıydı. Amerika “savaşı” kazanmıştı. Ekonomisi dünyanın en güçlü ekonomisiydi. Bu yüzden Amerikalılar bazı şeyleri doğal hakları olarak görüyordu. İki arabaları olmalıydı, evlerinde buzdolabı bulunmalıydı, banyoda sınırsız sıcak su olmalıydı, renkli televizyonları olmalıydı… Avrupa’ya geldiğimde ise durum çok farklıydı.
O zamanlar Avrupa, bu saydığım konularda Amerika’dan en az 20 yıl gerideydi. Brüksel bana çok ilkel gelmişti. Sıcak suyumuz her zaman olmuyordu, telefon sistemi çok ilkeldi, insanlar da çok tutucuydu. 1970’lerin sonu San Francisco’sundan gelmiştim ben. Oranın insanları çok acayip şeyler yapıyordu. Bugün Silikon Vadisi’nin doğuşuyla sonuçlandı bu süreç, ama avangart sanat hareketinin kalbi o zamanlar oradaydı. Brüksel’e ilk geldiğimde bana çok eski kafalı, aptal bir yer gibi gelmişti. Peki sonra ne oldu? O dönemde dünyayı yöneten o insanlar öldü. Zaten ben geldiğimde bile yaşlıydılar, belki en genci 50 yaşındaydı. Zamanla yerlerine gençler geldi. 1970’lerde, 1980’lerde, 1990’larda yetişen insanlar daha kozmopolitti, kültürel olarak çok daha global bir bakış açıları vardı.
Bazı insanlar küreselleşmenin korkunç, adaletsiz bir şey olduğunu düşünüyor. Bence bir yandan da toplumu aşırı hızlandıran bir etkisi oldu. İnsanlar eskiden varlığını bilmedikleri etkilere maruz kalmaya başladılar. Mesela Berlin’e ilk geldiğimiz zamanlar şehirde yiyebileceğin tek şey sosisli ve domuz eti olurdu. Şimdi ise her mutfaktan her tür yemek bulabiliyorsun. Bu da kültürel değişimin bir göstergesi. İnsanlar artık farklı yerlerin müziğini dinliyor, filmlerini izliyor. Bu tür bir küreselleşme dünya kültürünü daha birleşik hale getirdi. İnsanlar birbirini daha kolay anlayabiliyor artık. Mesela Etiyopya’daki biriyle özdeşleşebiliyorsun, onun da seninle aynı şeyleri istediğini fark ediyorsun: yemek yemek, hayatta kalmak… Ne var ki mevcut siyasi atmosferdeki birçok insan bunun karşısında. Dünyaya açık olmak istemiyorlar. Üstün olduklarını hissetmek istiyorlar. Dünyayı kontrol etmek istiyorlar. Başkalarını kendi hayatlarını kolaylaştırmak için kullanmak istiyorlar.
Benim hayatımı iyileştiren ama insanların sık sık şikâyet ettiği şeylerden biri internet. 1980’lerde ve 1990’larda Brüksel’de yaşarken kendi ülkemde olup bitenlerden hiç haberim olmuyordu. Annemi, arkadaşlarımı arayacak param yoktu. Birçok yakın arkadaşımla iletişimimi bu yüzden kaybettim. Şimdi internet sayesinde arkadaşlarıma anında mesaj atabiliyorum. İstediğimiz zaman konuşabiliyoruz. Fotoğraf yollayabiliyorum. Ülkemde ne olup bittiğini takip edebiliyorum. Eskisi kadar yalnız ya da ev hasreti çeken biri değilim. Hepsi modern iletişim sayesinde.
Şu an Yunanistan’da yaşıyorum. Buraya ilk geldiğinde, “Tamam, diğer Avrupa ülkeleri gibi bir yer işte,” diyorsun. Ayakkabılar, kıyafetler üç aşağı beş yukarı aynı. Biraz zaman geçirince fark ediyorsun ki bazı kültürel şeyler, insanlar için o kadar temel bir gerçeklik ki… Neyin iyi bir yemek olduğuna dair fikirlerin farklı olabiliyor. Ya da mesela burada insanlar ağzını şapırdatarak yemek yiyor. Bu beni deli ediyor! Amerika’da böyle bir şey yapılmaz çünkü. Bu tarz kültürel farklar zamanla daha da göze çarpıyor. Bir yandan da Amerika’dan ya da İngiltere’den gelen bizlerin kendi kültürümüzü her şeyin üstünde gördüğümüzü fark ettim. Bob Dylan’ı sevmiyorsan bir kültürün yokmuş gibi bakılıyor. Shakespeare’i bilmiyorsan kültürsüzsün deniyor. Oysa başka ülkelerde yaşadıkça bu yargıların ne kadar saçma olduğunu gördüm. Her halkın kendi kültürel ikonları, kendi sanatsal tarihi var. Farklı ülkelerde yaşamak bakış açımı genişletti.
Bilimkurguya ilgin olduğunu biliyorum. Facebook’ta kendinin yapay zekâ görsellerini sık sık paylaşıyorsun. Şu anda yaşadığımız bu yapay zekâ çağı da fazlasıyla bilimkurgu gibi hissediliyor ve etik meseleler başta olmak üzere birçok açıdan tartışılıyor. Bu meseleye genel yaklaşımını nasıl açıklarsın?
Yapay zekâyla görsel üretmeyi seviyorum. İnsanların yaptığı bazı video klipler aşırı saykodelik olabiliyor. Aşırı gerçeküstü ve acayipler. Sanki yapay zekâ sürekli DMT tüketiyormuş gibi bir his var. Başka bir gerçeklik düzleminden bizlere ulaşıyor gibi. Ortaya çıkardığı imgeler, o tuhaf yaratıklar falan… Bayılıyorum bu duruma. Bu tür şeyleri hep sevdim zaten. Müziklerimi ve şiirlerimi yazarken hep matematiksel sistemler kullandım. Eskiden şiir yazarken zar atardım mesela mesela. Dungeons and Dragons zarlarını kullanıyordum çünkü onların 12 yüzü oluyor. Zarı atıyor, çıkan sayıya göre bir kelime yazıyordum, böylece şiirler çıkıyordu ortaya.
John Cage’in bestelerini yaparken I Ching’den yararlandığını biliyordum. I Ching ona yol gösteriyordu. Burada bahsettiğimiz felsefe, belli koşullarda rastlantısal süreçleri devreye sokarak evreni yaratım sürecine dahil etmek. Tesadüfün sana yön vermesine izin veriyorsun, bu da seni egondan arındırıyor. Bu tür şeylere hep ilgi duydum. Son zamanlarda bestelerime yapay zekâyı da bir şekilde katmaya başladım, hem de tam olarak nasıl yaptığımı bile anlamadan. Ama zaten daha yolun başındayız. En yeni bestelerimden birinde kullandım mesela. Bir kelime arıyordum, “şöyle bir konuda kelimeler yaz” dedim yapay zekâya. Aslında bu kelimeler duyulsun diye yazılmadı, sadece şarkıda bir boşluğu doldurmaları gerekiyordu. Sonra o kelimeleri kadın sesiyle okuyan bir yapay zekâ seslendirme programı kullandım. O sesi de iyice bozup şekillendirdim.
Bence yapay zekâ bize güç bahşedecek. Sanatı tehdit ettiğini düşünenlerden değilim. Bence bu teknoloji son derece özgürleştirici. Gerçekten kullanmayı öğrenince zihinlerimizi, hayal gücümüzü öyle yerlere götürecek ki… Daha önce hiç gitmediğimiz yerlere. Eğer bir gün yapay zekâ kendi başına müzik yapmaya, sanat üretmeye başlarsa, ne güzel! Ortaya tamamen yeni bir şey çıkacak demektir. Dediğim gibi, bazen yapay zekânın oluşturduğu görseller sanki Ayahuasca tesirinde ortaya çıkmış, başka bir boyuttan kopup gelmiş gibi duruyor. Bu heyecan verici değil mi şimdi?
Buradaki tek sorun, her yeni şey gibi onun da potansiyelini ortaya çıkarması için zamana ihtiyaç duyması. Tekerleği icat eden adamı hayal et. “Ağır şeyleri taşımama yarıyor,” diyor; ama o tekerleği eline alıp komşusunun kafasına da indirebilir. Yeni çıkan her şey aptalca kullanılabilir. Eminim birçok insan yapay zekâyla müzik yapacak, bu sayede kimseye beste ücreti ödemek zorunda kalmayacaklar. Yapay zeka müziği yayımlayıp kulüplerde çalacaklar, tamamen sentetik şarkıcılar bile yaratacaklar. William Gibson’ın bahsettiği şeylerden biri de buydu. Idoru adlı bir kitabı var mesela. Meşhur bir rock yıldızı, yapay zekâ olan Japon bir pop şarkıcısına aşık oluyor. Evleniyorlar bile, oysa şarkıcı tamamen sentetik bilinçli bir yapay zekâ. Bu tarz şeyler şimdiden gerçekleşmeye başladı. Sinemada; hırsla, sadece kolay yoldan para kazanmak için kullanıyorlar. Oysa yaratıcı ve zeki birinin eline geçtiğinde, daha önce kimsenin düşünmediği, kimsenin görmediği şeylerin yaratılmasına yardımcı olabilir. Bu yüzden ben böyle şeylere yönelirim, uzaklaşmam. Zaten daima geleceğe dönük biri oldum.
Beste üretiminde seni etkileyen bir rüyan oldu mu? Genel olarak rüyalarla aran nasıldır? Sık sık rüya görür müsün?
Kesinlikle. Çok sık görürüm. Rüyalarım yaratıcılık sürecimin çok önemli bir parçası. Berlin’de beni izlediğin o konserde “Japanese Dream” adlı bir şarkı çalmıştım mesela, 1980’lerde gördüğüm bir rüyayı anlatıyor. Rüyamda Japonya’da bir mezarlıktaydım. Rüyalarıma sık sık göndermeler yapıyorum, rüyalarım günlüğünü tutuyorum. Lucid dreaming uygulamaya çalışıyorum, rüya esnasında rüyanın farkında olup onu yönlendirmek, akışını değiştirmek istiyorum. “Aaa, rüya görüyorum!” dediğim pek olmaz gerçi, çok sık yakalayamam öyle şeyleri. Ancak rüyanın içinde bir sorun çıkarsa, genellikle çözmeyi başarırım. Fark ettiğim şeylerden biri de, kendime sürekli tuhaf araçlar yapıyor oluşum. Mutasyona uğramış bir bisiklet, değişik bir scooter falan… Ya da sürekli trene biniyorum, sürekli uçuyorum.
Bir de rüyalarımda ölü insanlarla karşılaşıyorum. Ölen arkadaşlarım sık sık ziyaretime geliyor. Mesela Tuxedomoon’un basçısı Peter Principle. 2017’de hayatını kaybetmişti ama hâlâ rüyalarıma uğruyor. Bir keresinde, “Vay be, geri dönmüşsün!” demiştim, o da “Evet!” demişti. “İyi misin, bir ihtiyacın var mı?” diye sordum, “Halledeceğim!” dedi. Sürekli tekrar öleceğini düşünüyorum ama bir türlü gitmiyor, hep orada, rüyalarımın içinde. Diğer ölen arkadaşlarım da ziyaretime geliyor. “Vay, nerelerdeydin?” diyorum, “E öldüm ya!” diyorlar. (gülüyor)
Rüyalar benim için çok önemli. Zaten sürrealizmi bu yüzden hep çok sevmişimdir. Sürrealistlerin amacı rüya gören zihni incelemekti. Öte yandan bu, insan bilincinin sadece yüzeyini kazımak gibi bir şey aslında. Rüyalarımız sadece bilincimizin en üstündeki katman. Daha derine inmeye devam edersen sonunda Tanrı’yla, evrenle bir olduğun noktaya varıyorsun. Hayatta olmanın anlamı da bu bence. Ben de bu yüzden sanatımda hep rüyalardan aldığım ilhamı kullanmaya çalıştım.
Ne güzel anlattın. Rüya günlüğü tuttuğundan bahsettin. Bu konuda belli bir disiplinin var mı? Ben de deniyorum, ama genellikle uyanır uyanmaz unutuyorum ne gördüğümü.
Ben de artık eskisi kadar sık günlük tutmuyorum. Yatağımın başında küçük bir defter var hep. Yaşlandıkça sık sık tuvalete kalkmak zorunda kalır oldum zaten. O an ne görüyorsam yazmaya çalışıyorum. Her şeyi yazamıyorum tabii. Ne kadar hızlı zihnimden uçtuklarına şaşırıyorum. Öyle epik rüyalar görüyorum ki, “Bu rüyayı hayatta unutmam,” diyorum. Ama kalkıp bir bardak su içtikten sonra hepsi puf olmuş oluyor. Şunu da söyleyeyim, rüyalarımda daha önce hiç var olmamış ya da artık var olmayan yerlere gidiyorum. Sonra bir gün gerçek hayatta oraya gidiyorum ve “Yok artık, burası o rüyamda gördüğüm yer!” diyorum. Bu Brüksel’de birkaç kez başıma geldi. Brüksel’in ortasında, bir nehir kenarı içeren rüyalar görmüştüm mesela. Sonra gidip baktım, kafamda “Orası neresi?” sorusu vardı. Sonra bir tabloya denk geldim, Brüksel’de eskiden varolan bir nehrin nasıl aktığını gösteriyordu. Sonradan üzerini kapatmışlar meğerse. “İşte! Bu tam da rüyamda gördüğüm şey!” dedim. Bunu nasıl biliyor olabilirim ki? Şöyle ki bu fenomene jamais vu deniyor. Hani déjà vu vardır ya, “Bunu daha önce yaşadım” hissi; işte jamais vu onun tam tersi: Tanıdık bir yerde oluyorsun ama orayı daha önce hiç görmemişsin gibi hissediyorsun. Her şey yepyeni, her şey bambaşka oluyor. Bu his bana sık sık gelir.
Bir keresinde memleketimde bisikletle eve dönüyordum, birden etrafımdaki her şey tamamen değişmiş gibi hissettim. “Bu mahalleyi hiç görmedim ben, burası neresi?” dedim. Sonra yavaş yavaş netleşti, “Ha tamam, şimdi tanıdım,” oldum. Ama o anlık da olsa orası bambaşka, daha önce hiç bulunmadığım bir yerdi. Tuhaf bir olay.
Müzik dışında oyunculuk da yapıyorsun. Bir noktada birlikte çalışmayı çok istediğin bir yönetmen var mı? Michael Haneke’nin oğlu David Haneke şu an Tuxedomoon’un kadrosunda, babasıyla bağlantı kurmak kolaydır diye düşünüyorum?
Yok, o adamla çalışmam. (gülüşmeler) Filmleri fazla kasvetli.
Ben de büyük hayranı sayılmam.
Bazı yönetmenlerle iyi kötü bir diyaloğum oldu tabii. Yorgos Lanthimos’u az çok tanıyorum mesela, ama ne bileyim… Yunanistan’a taşındığımdan beri pek çok filmde oynadım. Yapabildiğim bir şey bu, ama çok da bayıldığım bir şey diyemem. Epey emek isteyen bir iş. Bazen eğlenceli oluyor, ama replik ezberlemek de bana çok zor geliyor. O konuda iyi değilim. Bayağı vaktimi alıyor. Profesyonel oyuncularla çalışıyorum, adamlar repliklerini birkaç dakikada ezberliyor, ben uzun uzun uğraşıyorum. Senaryoyu en son ezberleyen hep ben oluyorum. Tiyatroda da sık sık oynadım, orada da durum farklı değil: Sayfaları en sona bırakan yine ben oluyorum.
The Residents’la da grupça güçlü bir bağınız var. Külliyatları içinde favori bir albümün var mı?
Tüm albümlerine hâkim değilim. Eskimo’yu seviyorum. Onlarla birlikte çalıştığımız dönemde bildiğim şarkılarını seviyorum diyeyim. Sonrasını çok takip etmedim. Elvis ve Hank Williams cover’larını çok beğeniyorum. Bayağı iyilerdi.
Açıkçası bizden biraz farklılardı. Daha komiklerdi bence. Daha mizah odaklı bir üslupları vardı. Birçok şeyi ciddiye almayan, daha Amerikalı, daha postmodern bir tavırları vardı. Bence Devo’yla bizden daha fazla ortak noktaları vardı. Başlangıçta The Residents bize “Bu adamlar bizimkine benzer şeyler yapıyor,” diyerek ulaşmıştı. Sanatsal açıdan yaptığımız şeyleri sevmişlerdi. San Francisco’da, aynı çevrelerdeydik. Onları çok severdim. Eğlenceli adamlardı.
Diyelim ki bundan 100 yıl sonra müzisyenlerin anısını onore eden bir tema parkındayız. Her sanatçı veya grubun kendine ait bir anıt taşı var, üstünde de şarkı sözlerinden biri yazıyor. Senin anıt taşında -Tuxedomoon’dan ya da solo işlerinden- hangi şarkı sözün yazsın isterdin?
Vay. Muhtemelen hiç duymadığın bir şarkım var, oradan minicik bir bölümü alırdım. Şöyle diyorum bir yerde: “Ve böylece öğrendim ki / Tüm şeyler nefes alır / Güneş altındaki tuğla bir duvar ya da / Yerdeki uzun gölgem gibi.”
Çok güzelmiş bu. Bu sohbetin için teşekkür ederim Blaine.
Ben de teşekkür ederim. Belki biri çıkar da beni Türkiye’de çalmaya davet eder, kim bilir.
Blaİne L. Reininger’ın Bandcamp profiline şuradan, Tuxedomoon’un resmi sitesine ise şuradan göz atabilirsiniz.