2017’nin yaz mevsimini ortaladık, iki ay sonra da senenin son çeyreğine gireceğiz. Peki, 2017’de şimdiye kadar müzikal açıdan nasıl bir üretim gerçekleşti? Bu sene, an itibariyle piyasada yerini almış olan ve gözden kaçırmış olabileceğiniz bazı albümler şu şekilde:
Toby Driver – Madonnawhore: Güzel rüyalara yelken açmanızı sağlayacak uzun ninnilerle dolu bir şaheser. Akla gelebilecek hemen hemen her tarzı harmanlayan deneysel metal projesi Kayo Dot’ın beyni Driver, bu ikinci solo albümünde bir süredir sürdürdüğü dream pop çizgisini koruyor ve ortaya tam bir gece albümü çıkıyor. “Avignon” ve “Craven’s Dawn” gibi şarkılarda Driver’ın dehası son gücüyle parıldamakta. 2 kez Kadıköy’de mütevazı konserler veren Driver’ı üçüncü kez ülkemizde izlemeyi çok isteriz.
Cancer – Totem: Minimalist, ucundan ‘saykodelik’, bolca ‘indie’ soslu ve duygu yüklü müzikleri seven herkese tavsiye edilir. “Cancer”, iki Danimarkalı müzisyenden oluşuyor, Nikolaj Manuel Vonsild ile Kristian Finne Kristensen. Vonsild’in adını When Saints Go Machine ve Kristian gibi gruplar vesilesiyle duymuş olabilirsiniz. Cancer’ın adı ise Vonsild’in yaşadığı büyük bir aile trajedisinden alınmış. Yeni albümleri Totem 11 şarkıdan mürekkep. Hüznün içindeki güzelliği keşfe çıkan bir kayıt. Tam bir akşam albümü.
The Afghan Whigs – In Spades: Üç yıllık bir aradan sonra aramıza yeni ve kendi deyimleriyle “en karanlık” albümleriyle dönen The Afghan Whigs, bu dönüşleriyle gerektiği kadar konuşulmadı müzik dünyasında. Otuz altı dakikada seyreden 10 şarkının her biri o kadar büyük bir potansiyele sahip ki albümün doluluğu insanın gözünü yaşartıyor. Vokal Greg Dulli’nin eşsiz karizması ve geçtiğimiz günlerde vefat eden gitarist Dave Rosser’ın imzası albüm boyunca kendini göstermekte. “Demon in Profile” ve “Oriole” muhakkak kulak vermeniz gereken iki şarkı. Es geçmeyin.
Omrade – Nade: Post rock, endüstriyel müzik gibi türleri birbirine katan bu Fransız topluluk önceki albümleri Edari’den bile daha sağlam ve kendi sesini bulmuş bir çalışmayla karşımızda. Yer yer Nine Inch Nails’ın, yer yer Pink Floyd’un izlerini duyabiliyorsunuz Nade’yi dinlerken. Elektronika, trip-hop ve avantgard müzik esintileri de ziyadesiyle mevcut. Vahşilik dürtüsü ile huzur duygusu arasında güzel bir denge kurulmuş. Albüm açılış parçası “Malum”dan itibaren sizi avucuna alıp bırakmıyor. “Styrking Leig” gibi şarkılarda duygularımıza en aciz şekilde teslim oluyoruz.
Björn Riis – Forever Comesto and End: Pink Floyd, Porcupine Tree ve Camel gibi duygu yüklü progresif rock gruplarını sevenlerin asla kaçırmaması gereken bir eser. Bu sıcak yaz günlerinde biraz esinti hissetmek isteyenlere de yarayabilir, zira müzikler adeta kışı hissettirmek için bestelenmiş. Björn Riis ise Norveçli prog. ekibi Airbag’in lideri. Son Airbag albümü beklentileri karşılayamayınca sanki Riis tek başına bir rövanş turu için dönmüş. Ortaya çıkan iş oldukça keskin ve başarılı. “Winter” ve albüme adını veren şarkıda uzayıp giden huzurlu gitarlara melankolik bir vokal eşlik ediyor.
Soen – Lykaia: Willowtree, Opeth ve Sadus üyelerinin oluşturduğu “süpergrup” Soen, üçüncü albümleriyle turnayı gözünden vurdu, nice kalpleri de fethetti. Albüm boyunca Tool’dan David Gilmour’a kadar progresif rock camiasının çeşitli isimlerinden izler duyabilirsiniz. Ama albümü bu kadar sevilesi kılan şey insana verdiği aşinalık duygusu değil, tam aksine taşıdığı orijinallik hissi. Gitarların sürüklediği albümler içerisinde bu yılın en atmosferik işleri arasında duruyor Lykaia. “Sectarian” ve “Lucidity” gibi parçalar sayesinde boşluğun içinde usulca savrulmaya başlıyorsunuz.
ORk – Soul of An Octopus: En az iki İtalyan’ı bünyesinde barındıran progresif rock ekiplerinde daima umut vardır. Diğer üyeler de Porcupine Tree basçısı Colin Edwin ile Crim davulcusu Pat Matselotto olunca ortaya kısa, enerjik ve dinamik bir iş çıkıyor. Kısa ve karmaşık ritimli şarkılarda yer yer “country”, yer yer caz sosuna bulanıyoruz; kimi zaman Mike Patton’ı, kimi zaman David Bowie’yi anımsatan vurucu vokaller ve besteler dinliyoruz. “Collapsing Hopes” ile “Till The Sunrise Comes” dikkatimizi ilk çeken parçalardan. “Soul of An Octopus” bu senenin en orijinal işlerinden biri.
Baba Zula – XX: Önümüzdeki günlerde Hippie Müzik Buluşmaları ve Zeytinli Rock Festivali başta olmak üzere birçok farklı yerde canlı izleyebileceğimiz Baba Zula bu sene oldukça farklı bir derleme albümü piyasaya sürdü. Müzik dünyasındaki 20. yıllarını kutlayan bu seçkide hali hazırda yayımlanmış kayıtlar yerine ilk kez gün yüzü gören parçalar ve eski şarkıların alternatif düzenlemeleri yer alıyor. İki diske yayılan bu uzun macerada Özkan Uğur, Brenna Mac Crimmon ve Mehmet Güreli gibi isimler de kısaca misafir oluyor. Yurtdışında Selda Bağcan’dan sonra en çok konuşulan yerli grup olan Baba Zula’nın tavizsiz saykodelikliğine kulak vermelisiniz.
Deniz Tekin – Kozakuluçka: Elbette pek gözden kaçırılacak gibi bir albüm değil; ama hazır Radiohead Cover Günü de iyice yaklaşmışken sitede albümün kısa bir tanıtımının yer alması da farz göründü. Zarif bir vokalin dokuz şarkı boyunca dinleyiciyi mest ettiği albümde Ahmet Kaya yorumu “Beni Vur” da yer alıyor. On altı yaşından beri internet üzerinden kendi yorumlarını paylaşan Tekin’in kendi bestelerini ilk kez bir arada dinleyebilmek için harika bir seçki olmuş Kozakuluçka. İki adet akustik şarkının da bulunduğu bu albümden her eve lazım.
Paul Weller – A Kind Revolution: Paul Weller adeta ilerleyen yaşına inat olarak her albümünde daha canlı ve genç bir kimliğe bürünüyor; olgun, içten ve orijinal şarkılar sunuyor bize. Mayısta yayımlanan bu son albümünde önceki albümlerde yer alan saykodelik garaj rock çılgınlıklarından uzaklaşıp ağırbaşlı ve bir o kadar da dinamik bir ozanın müziğini icra ederek efsaneler arasındaki yerini sağlamlaştırıyor. Elton John’vari bir Modfather’ı dinlediğimiz “Long Long Road” senenin en güçlü şarkıları arasında rahatlıkla yerini alabilir.