“Bir grup olmak için insanları ilerlediğiniz yolun ortasında tanımalısınız da. Derin ilişkilerin ve anlayışların oluşması zaman alır. Böyle bir şeyin yeniden mümkün olabileceğini hiç düşünmemiştim. Bence beş kişilik bir takım olarak her zamankinden güçlüyüz.”
Tindersticks alternatif müzik çevrelerinde takdime ihtiyaç duymayan bir grup. Doksanlarda fırtına gibi esen, 2010’larda The Waiting Room, No Treasure But Hope gibi albümleriyle her zamanki kadar güçlü olduğunu gösteren İngiliz ekip, geçtiğimiz günlerde Distractions adlı çok güzel bir başka albümle döndü.
Gruba röportaj için ulaşmaya çalıştığımızda cevap, beklemediğimiz kadar kısa bir sürede geldi. Yolculuğun başından beri Tindersticks’i şekillendirmiş efsanevi vokal Stuart A. Staples, röportajı yapmak istediğini belirtmişti. Bizi bir heyecan sardı tabi. Ancak görüşme başladığında Staples kısa sürede ne kadar mütevazı, içten bir insan olduğunu gösterdi ve rahatladık. Gelir gelmez “güzel İstanbul’un” nasıl olduğunu sordu, buraları özlediği anlaşılıyordu. Sonlara doğru ise Türkiye’ye tekrar uğrayacaklarının sözünü verdi. Yarım saatin sonunda kendisiyle bir çeşit ahbaplık kurduğumuzu hissediyorduk.
Staples’ın hayli doyurucu ve aydınlatıcı kelamlar ettiği sohbetimiz aşağıda. Orijinal dildeki dökümüne ise şuradan ulaşabilirsiniz.
Nasılsın şu sıralar?
İstanbul’da olan sen için de durum aynı mı bilmiyorum, ama burada baharın gelişini hissetmeye başladık. Belki de ilkbahar bize biraz olsun umut taşır, ne zamandır hasrettik buna. Umarım değişim yakındır, biraz olsun özgürleşiriz. Çok uzun süredir devam ediyor artık bu olaylar.
Koca bir yıl kaybettik.
Sadece bir kayıp olarak değerlendirmiyorum bunu, ama genç insanları düşünmeden de duramıyorum. Kendimi 19-20 yaşlarımdaki yaşam tarzımla aynı durumda hayal etmeye çalışıyorum. Hele İngiliz bir müzisyensen… Bizim zamanımızda Avrupa’ya gidip turneye çıkmak çok kolaydı. Şimdi her şey çok daha zor. Bu durumdan en büyük zararı genç insanlar gördü.
İşlerin biraz olsun düzelmesini umalım.
Evet.
Kıyı Müzik ailesi olarak yeni albümünüz Distractions’a bayıldık. Albüm hakkında fark ettiğim ilk şey, uzun süredir gelen en karanlık ve muğlak Tindersticks şarkılarından bazılarına yer vermesi oldu. Günümüz ikliminin albümün yaratımına etki ettiğini daha önce söylemiştin. Bunu biraz açar mısın?
Bir önceki albümümüz No Treasure But Hope bir bakıma ‘klasik’ bir Tindersticks işiydi. Benim içinse şöyle bir durup soluklanma anıydı. 2012 ya da 2013’ten beri çok farklı işlerle haşır neşir olmuştum: Tümüyle elektronik olan Les Salauds film müzikleri, The Minute Bodies film müzikleri, solo albümüm Arrhythmia, High Life film müzikleri… Grubun yeniden bir araya getirip, albüm kaydedip turneye çıkmak için natüralist diyebileceğimiz türde bir kayıt yaptık. Akustik gitarı elime almak, bizimkilerle şarkı yazıp söylemek taze bir nefes aldırdı bana. Heyhat albümü bitirir bitmez -her ne kadar ortaya çıkan şeyi çok sevsem de- kendi stüdyoma, habitatıma dönüp yeni şeyler denemek istedim. “Man Alone (Can’t Stop The Fadin’)” ile “The Bough Bends”in yolculuğu da böyle başladı sanırım…
Aslında bu albüm de No Treasure But Hope’un izinden gidiyor, zira oradaki şarkı yazım süreci de çok titizdi. 11 dakikalık “Man Alone (Can’t Stop The Fadin’)”de bile aranjmanlar, şarkının her bir dakikasına verdiğimiz uğraşlar NTBH’un açılış şarkısı “For The Beauty” kadar detaylıydı. Sanırım en neticede farklı olan tek şey, bir andan güzel şeyler yaratmaya olan yaklaşımımızdı.
No Treasure But Hope’ta daha anlatısal şarkı sözleri kaleme almıştın. Soyut doğasından ötürü Distractions bunun tam tersi bir yaklaşıma sahip diyebiliriz. Bu defa şarkı sözlerini yazarken nasıl çalıştın?
Bence iki albüm arasındaki en radikal fark bu. Distractions’ta şarkı söylemek ve kelimeler karalamak için kendime yarattığım alan, benim için yepyeni ve heyecan verici bir konum. Bir şarkının sana nüfuz ettiği bir an daima vardır, o an geldiğinde senden ne talep ettiğini büyük ölçüde kavrarsın. Henüz ne şarkı sözü, ne de melodisi olsa bile bu böyledir. Bir şarkıyı yazarken yapabileceğin tek şey, o ilk hissi müziğinde yakalamaya çalışmaktır. Çok, çok kuvvetli duyumsarsın bu hissi.
No Treasure But Hope tamamen anlatı bazlıydı. Bütün kelimeler önceden yazılıp somut bir forma girmeliydi, zira albümü stüdyoda canlı olarak çalacaktık. Herkesin ne yapacağını tam olarak kavraması elzemdi. Stüdyoda bu albümü canlı olarak kaydetmemiz bir hafta sürdü.
Yeni albüm de bahsettiğim hissi farklı bir şekilde yakalamaya çalışıyor. Çok daha soyut, çok daha gevşek, esnek bir doğası var. Sözleri yazarken şunu gördüm: Kaleme aldığım şeyler çoğunlukla aynı anda birkaç olguyu ve hissi simgeliyordu. Bunları keşfetme süreci benim için taptaze bir şeydi. Çok heyecan verici bir hal aldı bu keşif. Bu şarkıları yakalamaya çalışmak için başka bir yöntem yoktu. Bilhassa “Man Alone (Can’t Stop The Fadin’)” ve “The Bough Bends”de sesimi ve kelimeleri kullanmak bambaşka bir tecrübeydi. Yepyeni bir yolculuğun başındaydım sanki.
Distractions’da ayrıca normalde çaldığınızdan farklı enstrümanlarla haşır neşir oldunuz.
Sanırım ürettiğimiz fikirler bunu zorunlu kıldı. Aranjmanlara bir bas gitarla ve davul makinesiyle başladım, o noktada zaten herkesin bir değişikliğe gitmesi gerekti. Ben zaten gitar değil, bas çalmak istiyordum. Basçımız Dan (McKinna) piyanoya odaklandı, davulcumuz Earl (Harvin) synthesizer’a… Gruptaki herkesin şarkılarda kendine ait yeni sesler bulması gerekti. Bu da bana sahiden büyüdüğümüzü gösteriyor aslında.
Kimi zamanlar bir grup olarak yapabileceğiniz en yaratıcı şey, çalmayı bırakmaktır. Yeterince odaklandığınız, her şeyi etraflıca düşündüğünüz sürece… Bazen sahiden olabilecek en yaratıcı hareket budur. Doğru şeyi yaptığımıza topluca inanıyor olmamız benim için çok değerli bir şeydi. Yarattığımız şey hakkında derinlikli diyaloglar üretebiliyorduk. Benim için bu, bir müzisyenin şarkıda harika bir kısım çalıyor olmasından daha önemli bir şey. Esas olan, karşımızdaki şeye karşı kolektif bir cevap üretebilmek.
Albümün açılış şarkısı “Man Alone (Can’t Stop The Fading)” tarz olarak hayli özgün ve ilginç bir çalışma. Şimdiye kadarki en uzun şarkınız ayrıca sanırım?
Bilmem ki. Olabilir. (gülüyor)
Şarkıya bir müzik videosu da çektin. Burada Londra’daki taksi yolculuklarını belgeleyip kurguluyorsun. Senin için bu video şehirle ve şarkıyla ne şekilde örtüşüyor?
Videonun sadece Londra’ya dair olduğunu sanmıyorum. Pekala İstanbul’a dair de olabilir. Bence esas olarak bir şehirde yalnız olmakla ilgili bir çalışma. Londra’yı bu noktada özel kılan şey biraz da taksilerinin tasarımı. Londra taksileri sadece arka koltuğunda oturduğun birer araba değil. Sen kare bir alandasın, şoför ise senden uzakta ve aranızda bir cam var. Mahrem bir alan. Sahiden yalnız hissedebileceğin türden bir yer. Piccadilly Circus ya da Shaftesbury Bulvarı gibi kalabalık bir yerden geçiyorsan bile bir şey değişmiyor. Binlerce insanın arasından geçtiğin oluyor, yine de izole bir konumdasın. Bu beni zamanla çok etkiledi.
Sen böyle deyince Londra özlemim depreşti.
Benim de. (gülüyor)
Neredesin şu an?
Fransa’nın ortasında, stüdyomdayım.
Albümden başka videolar yayınlamayı düşünüyor musun?
Açıkçası böylesi bir zamanda o videoyu bitirebilmeyi bile beklemiyordum, dolayısıyla… Hayır. Geçtiğimiz yıla dönüp bakıyorum da, bu kaydı bitirebilmek çok memnun edici. Zor oldu çünkü. Kolaylıkla kaçınabilirdik bundan. Son ürünü dinlediğimde verdiğimiz mücadeleyi, içindeki arzuları duyumsuyorum. Yayınlayabildiğimiz için mutluyum. Bu hafta neredeyse tamamen azat oldum kendisinden. Artık iş, dinleyicilerimizin albümden ne aldığına bakıyor. Yapabileceğim her şeyi yaptım diye düşünüyorum.
“Tue-Moi”da 2015’te gerçekleşen Bataclan saldırısından ilham almışsın. Yıllar içinde insanı paramparça eden bir sürü şarkı yarattın. Çok şahsi bir soru olmayacaksa, içlerinden yeniden dinlemekte veya söylemekte zorlandığın var mı?
Mesela o şarkı beni çok zorluyor. Tam olarak Paris’teki ya da Manchester’daki saldırıları anlattığını söyleyemem, ama kesinlikle kıvılcımı yaktı bu olaylar. Kendinden daha yüce olduğuna inandığı bir şeylere duyduğu kör inançla hareket eden birileriyle yüzleşme hissinden… Bu şarkıyla umduğum şey bu hissi şahsi, mahrem bir şarkıya ya da deneyime indirgeyebilmekti. Ama hiç de kolay bulmuyorum bunu.
Bataclan’da 4 ya da 5 kez sahne almışımdır. Bazı hatıralarımda o ana dair her şey zihnimde canlı kalır: Kokular, ışıklar, o anki his… Böyle nice hatıram var. İster konser esnasında olsun, ister öncesi ya da sonrasında, mesela konser çıkışı bir restoranda yemek yediğimde… Çok canlı bir hatıram var Bataclan’da, beni o ana aşırı yakın hissettiriyor. İçimden çıkmaya çalışan bu hissin ne olduğunu anlayabilmek adına çok kafa yordum, ama kesinlikle rahat hissettiğim bir şey değil bu. Artık azat edilmem lazımdı. Bir şarkıyı yazarken şarkı sana tak diye geliverir. Ya kucaklar, ya da reddedersin onu. Önümde başka hiçbir seçenek yok. Bir şarkıyı kucakladığında ona karşı sorumluluk alırsın, bir parçan haline gelir. Sonra da kurtulman gerekir ondan. Bitmesi, o defterin kapanması gerekir. Bir yolculuğun sonu gibidir. Eğer bu şarkıyı kucaklamaktan yahut Fransızca söylenme talebinden korksaydım kendimden taviz vermiş olurdum. Yaşanmalıydı bu, onu kabul etmeliydim.
Bana albümdeki en ‘klasik’ Tindersticks anı “The Bough Bends” gibi geliyor aslında. Nasıl bir hikayesi var o şarkının? Bir hikaye anlattığına neredeyse eminim…
Anlattığı hikayeyi kavradığına mı neredeyse eminsin?
Yok. Sadece diğer şarkılardan daha anlatısal gibi geliyor.
Anladım. Sanırım sadece çelişki halindeki duygulara yakalamakla ilgileniyor şarkı, geçmişin bir versiyonuna dönüp bakmakla… Asla tek çizgide, tek renkte değildir geçmiş. Hatıra dediğimiz şey zamanla dönüşümden geçebilir, bir kişi bile birden fazla perspektiften görebilir hatıralarını. Bence şarkı bununla biraz ilişkili. Tam olarak neyi anlattığını tarif edemem, bunu ben de tam anlamıyla bilmiyorum. Ama bence kendine bir geçmiş derlemekle, içinde bulunduğumuz zamanı biraz olsun anlamlandırmaya çalışmakla ilgili. En fazla bunu söyleyebilirim.
Sanırım şarkıda daha anlaşılır bulduğum bazı dizeler var, ama benim için bu şarkının nefes alabilmesi gerek. Akışkan olmalı, bir yere sabitlenmemeli. Bence anlatı akıl çelen bir şey. Esas olarak nefes alması lazım. Senin için şarkının bundan daha açık olmasını isterim. Neticede “Hikayemiz bu. Burada başladı, sonra bunlar oldu,” demiyor. Umudum bundan daha yoruma açık bir deneyim olması yönündedir.
Albümde üç tane de yorum şarkı var. Nasıl seçtin onları, seçkiye nasıl dahil oldular?
Neil Young’ın (“A Man Needs A Maid”) ve Doly Previn’in (“Lady with the Braid”) şarkılarının doğru versiyonlarını yaratmak için 10 senedir uğraşıyordum. Dediğim gibi ‘onlardan azat olmak’ için bir fırsat yakaladım sonunda. Hep kafamdalardı, belki de karantinada olmak sonunda durup bu şarkılardan ihtiyacım olan şeyi nasıl alabileceğimi kavramama yardımcı olmuştur.
Television Personalities yorumunun (“You’ll Have To Scream Louder”) hikayesi ise bambaşka. Önceden onu kaydetme gibi bir planım yoktu. Mayıs sonunda bir cumartesi günüydü. Yanılmıyorsam George Floyd’un öldürülmesinin ardından düzenlenen ilk protestolar ve Portland’a polis kuvvetlerinin gönderilmesi o vakit yaşanmıştı. Gençlik günlerimden bu şarkı yeniden kafamda beliriverdi, beni kendine çekti. İki saat sonra ise stüdyodaydım, o yorumu hemen o gün kaydettim. Dünyada yaşananlara ve o günkü hislerime dair içgüdüsel bir tepkiydi. Hiç beklemiyordum. Dediğim gibi böyle durumlarda kendine sadık kalmalısın. O şarkıyı Television Personalities için yazan Dan Treacy’nin en harika yönü, naif biri olmaya dünden hazır olmasıydı. Bugün bu benim için çok çarpıcı bir şey. 1984’te, ben 19 yaşımdayken yayınlanmış bir şarkıyı alıp biçimlendirmek… O zamanlar Birleşik Krallık’ta Margaret Thatcher dönemiydi, şiddet dolu zamanlardı. Irkçılık, ırkçı saldırılar diz boyuydu. Günümüzdeki bunca kötü şey bana seksenlerin başını hatırlatıyor doğrusu.
Senden daha yaşlı bir gazeteciyle konuştum geçenlerde. Ona dedim ki, “Seksenlerin başında bir şeyleri değiştirdiğimizi hissediyorduk. Benim neslim bu sorunların farkındaydı ve toplumu başka bir istikamete itti.” Bana “Evet, ama bir de Neil Young olduğunu düşün. Onun nesil hala dünyayı değiştirmenin kıyısından döndüklerini düşünüyor,” demez mi! (gülüyor) 1960’ların gençleri sahiden dünyayı değiştirmeye çok yaklaşmıştı. Düşünüyorum da, bir çemberin içindeyiz. Özgürlük ve sosyal eşitliğe doğru hareketler oluyor, sonra geriye itiyorlar bizi, tersi istikamete gidiyoruz. Bu çemberin içinde olduğunu ancak 20-30 yıl sonra fark ediyorsun. Biraz moralimi bozuyor bu, öfkeliyim de tabi.
Bu çemberden bahsedelim biraz. Sence pandemi bahsettiğin döngüyü kırıp sağ ideolojilerin yönettiği bu dünyada bizi ileriye götürebilir mi, yoksa tam tersi bir etkiye mi sebep olur?
Bilemiyorum. Gerçekten. Bence nice insan, sahiden yaşamlarını bireysel ve kolektif düzeyde yeniden değerlendirebildi. Bunun içinden ne şekilde çıkacağımızı bilmiyorum. Aniden gelen bir değişim de olmayacak. Tak diye değişmeyecek her şey. Ama gel gör ki herkes durup kendine bir bakmaya fırsat buldu. İlginç olacak bundan sonrası. ABD seçimlerinde bu durumun etkisinin büyük olduğu da kesin. Acı çeken onca insan tepkisini ortaya koydu, bu da pandeminin bize bir katkısı oldu belki de.
Bir grup olarak neredeyse 30 yılı devirdiniz. Sence bugüne kadarki en büyük başarınız ne oldu? İlla bir albüm olmasına gerek yok, sahiden gurur duyduğun bir hatıra da olabilir mesela.
2003’te grubumuz geçici olarak dağılmıştı. Bu gerekli bir şeydi, çünkü aramızda yaratıcı ilişkiler yoktu artık. İlk başta çok yaratıcıydık ama, bilhassa ilk iki albümümüz… İnanılmaz zamanlardı onlar. Heyhat grubumuzun o ilk albümlerden daha güçlü olduğu bir hale gelebileceğini hiç düşünmemiştik. Dan MicKinna’nın, Earl Harvin’in bunda emeği büyük. Bu insanlar sadece gelip, müziğimizi çalıp eskiden başkasının yaptığı bir şeyin boşluğunu doldurmuyor. Bir grup olmak için insanları ilerlediğiniz yolun ortasında tanımalısınız da. Derin ilişkilerin ve anlayışların oluşması zaman alır. Böyle bir şeyin yeniden mümkün olabileceğini hiç düşünmemiştim. Bence beş kişilik bir takım olarak her zamankinden güçlüyüz. Bana en inanılmaz gelen şey de bu. Beni doğru şarkılara itiyor, ama olayın özü şarkılar değil. Daima bir şeylerin yaşanmasını talep eden içsel bir devinirlikte bitiyor her şey. Sen bir şeyi itmiyorsun, o şey seni itiyor. Çok özel bir şey bu.
Tindersticks’in yoluna devam ediyor olması daima sevindirici.
Çok teşekkür ederim. Umarım yakında çok sevdiğimiz mekanlara dönebiliriz, İstanbul da bunlardan biri kesinlikle. Orada konserler vermek daima iyi hissettiriyor.
Film sanatıyla da haşır neşirsin, Claire Denis’nin filmlerinin müziğinde hep imzan oluyor. Denis’nin eserleri dışında başka hangi filmleri ve yönetmenleri seviyorsun?
Sevdiğim çok şey var, ama Claire ile çalışabildiğim için çok şanslı olduğumu söylemeliyim. Bir usta o, gerçek bir film ustası için müzik üretebiliyorum. Onunla çalışmak çok özel bir deneyim. Sadece ona müzik üretmek değil, her soundtrack için onunla sohbetlere girişmek de çok güzel oluyor. Daima çift yönlü bir iletişim kuruyoruz. Büyük bir ayrıcalık bu.
John Cassavetes her zaman kendimi çok yakın hissettiğim bir yönetmen oldu. Başka kişilerin eserlerine odaklanmak içinse pek vaktim olmuyor. (gülüyor) Çoğunlukla kendi çalışmalarıma vakit ayırıyorum, yeterli vaktim olmuyor. Sınırlayıcı bir şey bu aslında, keşke daha çok bilsem dediğim bir sürü şey var.
Tindersticks ve solo kariyerinde bundan sonrası için nasıl planlar var?
Senin de belirttiğin gibi önümüzdeki yıl 30. yıldönümümüz. Umarım o vakte kadar olumlu gelişmeler görürüz. Umarım konserler verebiliriz. Eğer şu sıralar plan yapmaya başlamazsan hiçbir şey olmaz. Bence planlarını yapmalı, başarısız olma ihtimaline de hazır olmalısın. Şu anda da bunu yapıyoruz. Önümüzdeki büyük seneyi düşünüyoruz. 30. yılı umursamamak olmaz bence. 25. yılımızı görmezden gelmek kolaydı, ancak 30 yılı geride bırakınca şöyle durup kendine bir kadeh şampanya doldurmak istiyorsun…
Tindersticks’in resmi sitesine şuradan, Bandcamp sayfasına şuradan ulaşabilirsiniz.