Hazırlayan: Gökay Sarı
“Kaplan! Kaplan!
Alaz alaz parıldayan, gecenin ormanında.
Hangi ölümsüz el ya da göz,
Biçimlendirmiş bu dehşet verici ahengi”
Lisans programı kapsamında, eğitim almakta olduğum bölüm, tabiri caiz ise bilincimi her gün oradan oraya sürüklüyor. Olumsuz bir etkiden bahsedecekmiş gibi giriş yapsam da, bahsi geçen bu durumdan son derece memnun olduğumu hemen belirtmeliyim. Ancak, İngiliz dili ve edebiyatının, zaman zaman canımı sıktığını da eklemeliyim. Hatta bazen, kendi toprağından çıkmış, zamanının ötesine geçmiş ve uluslararası bir üniversitede ders olarak okutulan şairlere, tarihi edebiyat figürlerine uyuz olmuşluğum, yaptıkları işlere saygısızca “Bu ne şimdi ya? Saçma salak bir şiir.” diye fütursuzca bireysel yorumlarda bulunmuşluğum da oluyor. Neyse ki kendimi mazur görüyorum, itiraf etmeliyim ki hakikaten bazılarını çok salakça buluyorum. İngilizlerin veya Westminster mezarlığında yatan şairlerin beni çok ciddiye almadıkları kanaatindeyim.
Ancak beni oturduğum yere çivileyen, yıllar önce ölmüş bir çok İngiliz şair ve eseri ile tanıştığımı da kabul etmeliyim. Derslerde dinlediğim ve beni bir şekilde yakalayan sanatçı ya da eserlerini, evime döndüğümde kendimce, son derece amatör bir şekilde araştırıyorum ve çivilendiğim yetmezmiş gibi, kucağıma bir tane de örs alıyorum ki yerimden hiç kalkamayayım. Bu süreç, şiirle başlayıp, dünyanın herhangi bir yerinde yaşamakta olan bir takım müzisyenleri bulmam ile tamamlanıyor. Geçtiğimiz dönemlerde yine derslerimde öğrendiğim bir Angolo-İskoç ‘ballad’ı olan Lord Randal’ı eve geldiğimde araştırmış, bahsi geçen bu eski ve meşhur Britanya eserini kendine özgün bir şekilde yorumlamış olan İtalyan grup Roanoke ile tanışmıştım. Akabinde de onların yorumunu günlerce, hatta haftalarca hiç bıkmadan dinlemiştim. Daha sonra Roanoke’nin Lord Randal’ı icra ettikleri videoyu kıyı müzik takipçileri ile paylaşmıştım ve son derece olumlu bir geri dönüş gerçekleşti diye hatırlıyorum. Hoş bir üretim idi zira kendisi, Roma’ya sevgilerimizi iletiyoruz tekrar.
An itibariyle, yukarıda bahsettiğim konunun bir benzeri bu hafta meydana geldi, William Blake’in The Tyger şiirini besteleyip, kayıtlarda kullanılan enstrümanların hepsini kendi başına çalarak şarkılaştırmış olan Jon Cheryl(John Sherrill) yüzünden sandalyeme gömülmüş, katatonik bir şekilde önümdeki ‘word’ dosyasına bakıyorum. Şu an yapabildiğim yegane şey klavyedeki tuşlara basmak ve ekrana bakmak, bir yandan da Jon Cheryl’in “The Tyger” yorumunu dinliyorum elbette, yüzüncü kez sanırım.
Tüm dünyada olduğu gibi, İngiliz edebiyatında da 19. yüzyıla ve bu asrın sonlarına denk gelen neoklasisizm ve romantizm dönemini işlerken karşılaştım Blake’in ‘kaplan’ı ile. Bu dönemlere dair olarak, hocam Dr. Özlem Türe Abacı, daha çok ‘sublime’ olgusunun üzerinde duruyordu. ‘Sublime’ı Türkçeye tek bir kelime ile çevirmek mümkün gözükmüyor; mealini şu şekilde açıklayabilirim: “Aynı anda hem hayranlık uyandırıcı hem de dehşet verici.” olan şey. Bir örnek ile açıklamak gerekirse, şöyle düşünün; siz küçük bir şehir devletisiniz, kendi kendinizi yöneten, gelişen ve hayatına devam eden bir topluluksunuz. Ancak, çevrenizin sahibi Roma İmparatorluğu. Roma’nın gelişmiş kültürüne, teknolojisine, yaşam tarzına hayranlık beslememeniz kaçınılmaz, aynı zamanda siyasi ve askeri gücü karşısında korkudan ödünüz patlayabilir, bu da gayet normaldir. Bu duruma gönül rahatlığı ile “Sublime” diyebilirsiniz, sinonimi “Awe”dur.
Blake’in şiirinde ise aynı anda hem hayranlık uyandırıcı hem de korkunç olan özne ise ‘kaplan’dır. Açıkçası şiiri ilk duyduğumda ne hayran kaldım ne de ürperdim. Sanırım bunun sebebi, çok dikkatli bir şekilde dinlemiyor oluşumla birlikte Özlem hocanın son derece neşeli, sempatik bir insan olması. Şiirleri analiz ederken, çevirirken veya herhangi bir noktasını bizlere açıklamaya çalışırken de neşesinden ve sevimliliğinden hiçbir şey kaybetmiyor. Yine de bu şiirde, yalnız kaldığım zaman tekrar okumam gereken bir şeyler olduğunu hissetmiştim hafif bir şekilde, tekrar okuyacaktım evime döndüğümde. Okudum;
“Kaplan! Kaplan!
Hangi uzak diplerde veya göklerde,
Tutuşmuştur gözlerinin ateşi?
Hangi eller cesaret edebilir,
alevini kontrol altına almaya?”
Elbette ki Blake, şiirinde yalnızca vahşi bir kedi güzellemesi yapmıyordu. Anlamı çok daha derin ve kendinden ‘bağımsız’ idi. Ancak hala şu an içerisinde bulunduğum hissiyatı yaratamıyordu şiir. Çünkü kendi aptal iç sesimle tekrarlıyordum dizeleri, ayrıca kaçınılmaz olarak sözleri zihnimde Türkçeye çeviriyordum. Büyük ihtimalle bilinçsizce içimden yaptığım çevirideki hatalar da şiirin orijinal dilinde yaratacağı etkiyi süzgeçten geçiriyordu. Velhasıl, okumaya devam ettim;
“Kaplan! Kaplan!
Hangi omuz, hangi beceri
Bükmüştür yüreğindeki kasları,
O kalp atmaya başladığında?
Hangi eller?
Hangi çekiçti? Hangi zincir?
Beynin nasıl bir ocağın içindeydi?
Hangi örstü, hangi yüce eller
Kavramaya cesaret edebilirdi dehşet verici pençelerini?”
Blake’in şiiri Kaplan, “tecrübenin şarkısı” olarak tanımlanıyor şair tarafından. Başrolünde yer alan Kaplan’dan ziyade, Blake aslında ‘Tanrı’dan bahsediyor, soruyor ve sorguluyor. Şairin “The Lamb (Kuzu)” adlı bir diğer şiiri de, “masumiyetin şarkısı” olarak tanımlanıyor. ‘Sublime’ olgusu “Kuzu” için geçerli değil, Blake’in kelimeleriyle şekillenen kuzu, masumiyeti ve gençliği, saflığı sembolize ediyor. Kaplan ise olgunluğu, yani tecrübeyi; bireyin olgunlaştıkça, tecrübe sahibi oldukça kaybettiği masumiyetini sembolize ediyor. Bunu bilmek bile şairi sevdiriyor anında. Hiçbir yerinde ‘insan’ geçmeyen eserler ile, insanı insana anlatıyor Blake. Bunu da bir soru ile yapıyor bu iki şiirin tamamında. Okudum;
“ Yıldızlar(meleker) mızraklarını aşağıya doğrulttuğunda,
Gökler gözyaşları ile ıslandığında,
Gülümsedi mi o, görüp eserini?
Kuzu’yu da yaratan mı yarattı seni?”
Blake’in kurduğu bağlantılar, seçtiği özneler ve o özneleri betimleyişi son derece büyüleyici. Ancak yine de, şiiri kendi tok, akortsuz bir bas gitar tonuna benzeyen sesimle okumak beni tatmin etmiyordu. Youtube’u açtım, arama kutusuna yalnızca “The Tyger William Blake” yazdım. Gayem şiiri düzgün bir ses ile, anlatılmak isteneni doğru bir şekilde ifade eden ve mümkünse anadili İngilizce olan zat-ı muhterem bulup, adam akıllı dinleyebilmekti Tyger’ı. Olmadı, çok daha güzeli oldu. Sıralanan videolar arasında “The Tyger – William Blake” diye bir videoya gözüm takıldı, küçük resimde elinde akustik gitar olan bir beyefendi duruyordu. “Oo şarkısını mı yapmış acaba bu zat.” diyerekten bastım videoya, üç saattir tekrar tekrar dinliyorum. İnanılmaz yorumlamış John Sherrill, şiirin potansiyel etkisini hissediyordum, doğru ifade edildiğinde müthiş bir reaksiyona sebep olacağına inancım tamdı, Sherrill’in sözlerin üzerine yaptığı beste de tam olarak beklediğim gibiydi. Korkmuş, büyülenmiş, kafası karışmış. Blake tarafından kafa patlatılan, insana ve tanrıya dair bir suali çok yakışıklı bir şekilde seslendirmiş. O zaman kıyı müzik dinlesin, fazla tırsmadan Kaplan’a hayran kalınız efendim. Hoşça da kalınız tabii, görüşmek üzere.
Unutmadan, şiirin orijinal dilindeki metnini de aşağıya bırakıyorum; karizmatik bir İngilizce, uyarmalıyım ki “thy”lar, “thee”ler havada uçuşuyor.
Tyger! Tyger! burning bright
In the forests of the night,
What immortal hand or eye
Could frame thy fearful symmetry?
In what distant deeps or skies
Burnt the fire of thine eyes?
On what wings dare he aspire?
What the hand dare seize the fire?
And what shoulder, and what art,
Could twist the sinews of thy heart?
And when thy heart began to beat,
What dread hand? and what dread feet?
What the hammer? what the chain?
In what furnace was thy brain?
What the anvil? what dread grasp
Dare its deadly terrors clasp?
When the stars threw down their spears,
And watered heaven with their tears,
Did he smile his work to see?
Did he who made the Lamb make thee?
Tyger! Tyger! burning bright
In the forests of the night,
What immortal hand or eye,
Dare frame thy fearful symmetry?