Hazırlayan: Yankı Yıldırım
1968 yazı, Paris. Bernardo Bertolucci bizi seks, politika ve sinemanın orta yerine bırakıyor.
Sinema tutkunu iki kardeş olan Isabelle ve Theo’nun kendileri gibi olan Matthew ile tanışmasıyla başlar her şey. Isabelle’nin Matthew’a kurduğu şu cümle ise filme dair birçok ipucu verir bize.
“Bu kadar sinemaya giden birisi için çok temizsin.”
İki kardeşin hikayesini; kendilerine özgü alana bir yabancının dahil oluşunu mükemmel bir şekilde izleyiciye aktaran yönetmen için neden “ekranların en büyük ressamı” denildiğini filmi izleyince anlamak çok kolay. Bunun nedeni filmin kelimenin tam anlamıyla “yoğun” olması; ekrana bulanan renkleriyle, dialoglarlarıyla, oyunculuklarıyla ve elbette ki müzikleriye.
Edith Piaf, Jimi Hendrix, Janis Joplin, The Grateful Dead ve daha birçok müzisyen bize 60’lı yılların öğrenci hareketlerini, tutkusunu, aşkını, dostluğunu, öfkesini ve genç; hatta insan olmaya dair her türlü duygusunu hissettiriyor. Tüm bu hissettirdiklerinin haricinde, filmin arka planında bırakılmış gibi görünen; ama esas duygusu olan “masumiyet”in fark edildiği an ise filmin en çarpıcı noktası.
Filmi izlerken kendinizi müziklerin nasıl bu kadar tamamlayıcı şekilde seçildiğini düşünürken bulma ihtimaliniz oldukça yüksek. Janis Joplin “I Need A Man To Love” diye bağırırken o tutku ve aşkın içinde, “Ferdinand” parçasında ise tüm bunlardan tamamen uzakta, yıkıcı gerçeklikte olduğunuzu anlayacaksınız.
“The Dreamers”. Filmin adının anlamına gelecek olursak, çok fazla ayrıntıya girmeden Isabelle’nin tek bir cümlesiyle her şeyi açıklamak mümkün;
“Sokak, odanın içine girdi.”
Ve hayallerden uyanıldı; çünkü dünyayı seks ve filmler değiştirmeyecek.
Kapanış. Jimi Hendrix’ten “Third Stone from the Sun” ile.