Tendertwin İstanbul’dan yola çıkan, hikayesini Londra ve Philadelphia arasında sürdüren Bilge Nur Yılmaz’ın mahlası. İlk teklisi “Triangles” geçtiğimiz sene piyasaya çıktığında alternatif müzik sahnesinde küçük dalgalar yaratmıştı. İkinci çalışması “Absolute Nobody“yi geçtiğimiz aylarda yayınlayan Yılmaz, hem yavaş ama emin adımlarla yürüttüğü bu solo projede hem de kolektif çalışmalarda boy göstermeye devam ediyor. Kendisiyle yolculuğu ve planları üstüne bir mektup-söyleşi gerçekleştirdik.
Tendertwin mahlasıyla yayınladığın ilk teklin “Triangles” yayınlanalı neredeyse 1 sene olacak. O günden bu yana neler oldu, hayatında neler değişti, onu konuşarak başlayalım istersen.
Triangles yayınlandığında dünya değişmeye zaten başlamıştı sanıyorum, ama ahvalin vahimliğinden pek haberdar değildik gibi. Triangles’a ilerleyen süreçte, ve çıkışının ilk zamanlarında hala hayalet şehre dönmüş Londra’daydım. Uçakları beklerken Türkiye’ye dönmeden önceki sayılı günlerimi saatlerce yürüyerek geçiriyordum. Tanıdıklarımın çoğu şehirden gitmişti, ama Londra’yla baş başa kalmak tatlı bir yalnızlıktı. O yalnızlık tam tahammül edilemez bir seviyeye yaklaşırken Bodrum’a, eve döndüm, ve gürültüyü kapatıp hepimizin içinde bulunduğu duraksamada dinlenmeye çalıştım. Yaz boyu müziği işlemeye devam ettim, öte yandan uzaktan bu yeni düzende sanat formlarının (ve özellikle performansın) nasıl görüneceği üzerine kafa yürüttüğümüz bir araştırma seminerinin parçası oldum okul uydusu üstünden. O aklımı çalışır tuttu. Triangles’ın müzik videosu üzerine fikir yürütmeye başladık Londra’daki arkadaşlarımla aynı dönem.
Sonra bir baktım yine okuldayım, Amerika’da. Eylül’den beri buradayım yani, kış tatili için bir gidip geldim Türkiye’ye — ama bu sene son sınıf hengamesinde iki ana dalla mezun olma çabasıyla nasıl hemen geçiverdi anlamadım, hala stabil bir yoğunlukta devam ediyor. Burada bir yıldır görmediğim kişilerle yeniden bağlandım, bir komünün parçası olmayı özlediğimi fark ettim ve müzik yapma konusunda da bunun nimetlerinden faydalanmaya çalışıyorum. Bence bu neredeyse-bir-senede en çok sabrın pratiğini geliştirdim, biraz sıkıntılı ama aşımın ikinci dozunu beklerken hala uğraşıyorum. Senin büyük değişimin ne oldu? “Ne olabilirdi, ne oldu?” hep bu sorunun alt başlığı gibi hoş.
Benim önceki hayatımda konserler ve etkinlikler büyük yer kaplıyordu, ondan açılan boşluğu ilk zamanlarda işlerime odaklanmakla ve hayatımı yeni bir perspektiften değerlendirmekle doldurdum sanırım. Ama bildiğin gibi Türkiye’de bu iş çok uzadı, saçmalaştı ve artık sadece tünelin ucundaki ışığı görmeyi umuyoruz. Orada biraz normalleşmeye başladınız sanırım. Yaz için konser planları yapmaya başladın mı? Başlamadıysan sanatçı çeperinde genel durum nasıl?
Evet ya… Ne kadar dopdolu yaşıyormuşum, beynimi kalbimi sanatla besliyormuşum ve ne büyük bir ayrıcalık imiş onu fark ettim ben de senin dediğin gibi. O boşluğu da hiç doldurulabilir görmediğimden inatlaştım ben biraz — tabii ki adapte olma stratejileri geliştirdim, ama geçici adaptasyon diye kendimi ikna ettiğim durumun ciddi ciddi değişmemi gerektirmesi beni epey hırçınlaştırdı. Buralar çok da normal değil açıkçası, atmosfer sakinlese de insanlar hala çok hassas ve dikkatli. Özellikle kampüs çok steril. Şehre indiğimde öyle devasa kalabalıklar, etkinlikler görmüyorum pek. Restoranlar bir açılıyor bir kapanıyor, şu an havalarla birlikte kalıcı gibiler ama. Görünürde pek konser yok, ama önümüzdeki aylarda açık hava performansları dönecek gibi iyimser bir his var içimde. Ben de o vagonun bir parçası olabilirim. Geçen bir Kelsey Lu konseri için New York’a gitmeyi aklıma koymuştum ama yalnızca son 48 saatte negatif çıkmış testle kapıdan girildiğine öğrenince vazgeçmek durumunda kaldım — 150 kişilik, oturmalı mesafeli bir salon performansıydı anladığım kadarıyla. Güzel geçmişe benziyor ama açıkçası soğuk hissettirmiştir diye düşünüyorum.
Onun dışında önümüzdeki haftalarda kampüste bir multidisipliner performans vereceğim, ona hazırlanıyorum. Observatory enteresan bir konsept olacak: dört saatlik bir blok düşün, aleatorik bir performans. Planlı programlı bir şey yok — salt konser de değil, biraz daha meditatif, spontane bir performans. Konuşmak yok. Mekan — üç koca camıyla yaşadığım yatakhanenin arka bahçesine bakan ve her günümün hatırı sayılır bir kısmını geçirdiğim odam. Seyirci — camın arkasında konuşlanan dürbünlü ve sosyal mesafeli, dört saatin istediği kadarlık kısmına gelen değişken topluluk. Gösteri — ritüellerimiz, röntgenlerimiz, gözlemlerimiz, araya serpiştirilmiş birkaç şarkı. Böyle havada duyuluyor ama epey heyecanlıyım ne gibi şeyler doğuracağı hakkında. Eşlik eden ufak bir enstalasyon da olacak binanın yakınlarında. Böyle alternatif şeyler deniyoruz… Günlük hayatımızın performatif boylamları çerçevesinde. Umarım bir sanal görüntüleme yöntemi de ayarlayacağız, mutlaka iletirim olursa.
Çok ilginçmiş, haberlerini bekliyorum. Sanal imkanlar son 1 yıldaki yaşamımızın özeti oldu cidden. Birçok kişi de bu imkanları yaratıcı bir biçimde kullanmaya, hayranlarıyla irtibatı koparmamak için farklı bir şeyler ortaya koymaya çalıştı. Nick Cave zaten pandemiden önce de kişisel blogunda hayran mektuplarını cevaplıyordu, oradan tam gaz devam etti. The Flaming Lips bambaşka bir şey yarattı, gördün mü bilmiyorum: Kendilerini ve seyirciyi kişisel şişme balonlar içine alarak konserler verdi. Bahsettiğin hırçınlık hali yer yer bende de meyletti, ancak böylesi samimi ve özgün dokunuşlarla karşılaşmanının bu süreçte bana manevi güç verdiğini, müzikten ve sanattan umudun kesilmeyeceğini hatırlamama yardımcı olduğunu düşünüyorum. Sen bu zor süreçte umudunu nelerle, nasıl etkileşimlerle canlı tuttun, tutuyorsun? Daha önce bahsettiğin “bir komünün parçası olmak” ideası da bunlarla örtüşüyor sanırım.
Evet! Geçtiğimiz yaz yeni dünyada sanatın ifade biçimlerinin nasıl değişeceği üzerine kafa yorduğumuz bir araştırma seminerinin parçası olmuştum okul aracılığıyla, uzaktan — benim konum tam da performans alternatifleri üzerineydi. The Flaming Lips pandeminin başlarında bahsettiğin fantastik fikirle çıkagelmişti, baya etkilendiğimi hatırlıyorum. Keza interaktifliği arttırmak ve formatı şenlendirmek adına telefon tiyatroları, VR konserler falan da vardı… Daha bugün çok enteresan bir sanal performansa katıldım, Efterklang’ın Casper Clausen’inin solo projesi için Belçika’dan Zoom’a bağlandığı. 25 kişi kapasiteli, herkesin kamerasının açık olduğu, interaktif ve bol ‘green screen’li bir deneyimdi. Sanal videonun genelde duyularımızı ikiye indirgemesine (görme, duyma) karşılık diğer duyuları içermeyi hedefleyen bir olaydı. Hepimizin ödevi bir tatlı, bir tuzlu atıştırmalık; ve özel bulduğumuz bir koku getirmekti. Sinestezili, danslı, piknikli bir deneyimdi… Ha, “Geçen Şubat Londra’da grubun seyircinin arasına karışıp herkesin kol kola şarkı söylediği Efterklang konserinin yerini tutar mı?” dersen, epey net hayır.
Süreçte ben kendimi hakikaten güvendiğim insan ilişkilerine adadım sanırım. Komün fikri de bununla birlikte geliyor, evet. Videoyla araşmak benim gibi bir gurbetçinin kaderiydi zaten… Buradayken orayla, oradayken burayla. Ama şimdi herkes için daha normalleşti, o yüzden vakit yaratmak bununla benim kadar haşır neşir olmayan arkadaşlarım için daha pratik bir hal aldı örneğin. Bir de tabii ki her şeyin ulaşılabilirliğinin artmasına minnettarım, öğrenecek çok şey oldu sanal atölyeler sayesinde. Şu noktada artık biraz kabak tadı vermeye başladı, odağımı kaybettim şahsen, ama uzun bir süre çok heyecanlandığımı hatırlıyorum. Laura Marling’in gitar atölyeleri vardı Instagram’dan her hafta yaptığı, hiçbirini kaçırmadım. Shara Nova’dan (My Brightest Diamond) bir seans vokal dersi alma şansım oldu bir de Zoom’dan, hala inanamıyorum. Onun dışında müzikal birlikteliklerim de herkesin birbirini heveslendirmesi sayesinde güzelce devam etti — Londra’da her şey normalden etkileşimde olduğum Shards’la bir koro projesinin parçası oldum uzaktan, yine Londra’da her hafta toplandığımız Roundhouse Music Collective için yaratıma uzaktan devam ediyoruz.
Roundhouse Music Collective ile yaptıkların, yapacakların bu komün fikriyle örtüşüyorsa yeni teklin “Absolute Nobody” bilakis bir yalıtılmışlık haletiruhiyesinden sesleniyor diyebiliriz sanırım. Onun yaratım sürecinden bahsetmeden geçmeyelim.
“Absolute Nobody” mutlak yalıtılmış bir yerden geliyor, ama öte yandan çok da yaygın bir his bence. Londra’da doğan ve büyüyen bir parça. Nick Drake kurcalıyordum çok o ara, sevdiğim bir arkadaşımın emanet ettiği bir Hohner gitarda. Çoğunu orada kaydettim, sonra Amerika’ya döndükten sonra bazı enstrümental katmanlar ekledik uzaktan Michael (Crean) ile. Annesi flüt çaldı örneğin, çok güzel bir dokunuş oldu o. Londra’da her sabah okula yürürken klasik fırtına ertesi ‘olmamaları gereken yerlere’ dağılmış yaprakların gün başlamadan kaldırımlardan süpürülmesini garipsemiştim bir ara. Absürt bir aidiyetsizlik. Ama asıl mevzu daha kaçışım olmuş edebi ilhamlardan çıktı: J.D. Salinger ve Emily Dickinson. 14 yaşımda mı ne okumuştum ‘Franny & Zooey’i — Glass ailesinin bıkkın genç yetişkini Franny’nin kızgın monologu o zaman başka anlamlıydı, şimdi başka anlamlı: “Tam bir hiç kimse olacak cesaretim olmamasından usandım.” ‘How to disappear completely’ gibi, biri olmaya çalışmaktan vazgeçememek modern bir çile çünkü. Herkes, her an, her yerde, birisi? Kendimizden çıkıp dışarıya taşabilsek, düşünüyorum, belki bu anlamsız kaygının bir sonu gelir?
Henüz ikinci teklini yayınladın. Belki sormak için erken ama nasılsa bir noktada gelecek bu sorular, önden oku atayım: Albüm kaydetme planların var mı ya da bu planlarda hangi noktadasın? Günümüzde müzik yayınlama stratejisi nispeten tekli ya da EP odaklı gözüküyor. Sen bu çeperde nasıl bir konum almayı tercih edeceksin?
Evet, tabii ki! Albüm kaydetmenin neredeyse arkaik olacağı bir noktaya geldik, haklısın — albümlerle büyümüş biri olarak durumu romantize edebilirim ama bir o kadar da radyo çocuğuydum, o yüzden bir bütün olarak albümün de, tekil olarak parçanın da kendine has güzelliği olduğunu düşünüyorum. Strateji açısından tekli yayınlamak, ya da en azından albüme kadar belli bir miktarda tekli yayınlamak en uygun rota gibi görünüyor… Bunun püristlikle çok alakası yok, çünkü senin benim dahil müziği tüketme alışkanlığımız çalma listelerinin de hükmüyle epey değişti bence. O yüzden ufukta bir süre daha tekliler, sonra bir EP görünüyor. Tüm bunların zarfında albüm kısık ateşte pişmeli, gibi? Gönlüm direkt albüm kaydetmekten yana aslında, ama benim konumumda lojistik bir şeylerin daha netleşmesini beklemek ana nokta gibi — özellikle ordan oraya gittiğim bir akımın içinde olduğumdan, uzaktan projelerde adım adım çalışmak daha pratik şu an. Bu yıl bitmeden bir veya iki tekli, bir de müzik videosu gelebilir… Özellikle bu yaz performans ve film üzerine bir çalıştayın parçasıyım, ve birlikte şeyler yapmak istediğim pek çok insanla üretiyor olacağım!
Merakla bekliyoruz. Benim sorularım bu kadardı. Senin eklemek istediğin bir şey var mı?
Samimi soruların için kocaman teşekkür edeyim, yoldaki tekliler için heyecanımı paylaşayım, RMC ile okyanus aşırı evlerimizden kaydettiğimiz “Blind“’ın taze çıkmış videosunu ekleyeyim, bu kıtadan herkese ferahlamalı bir yaz dileyeyim!