Svartvit: “Kural Falan Yok. Çıldırsan Yeter.”

Kapak Fotoğrafı: Defne Karaca

Hollandalı harsh noise sanatçısı Kevin Jansen, Svartvit adıyla sahne alan, oldukça fiziksel ve karanlık sahne performanslarıyla dikkat çeken bir müzik insanı. 28 Eylül 2024’te Karga Kadıköy’de de sahne alan Svartvit’le konserden sadece birkaç gün sonra buluşup söyleşmiştik. Hikâyesi İstanbul’da başlayan bu röportajı yayınlaması ise bugüne kaldı. Berlin’den bildiriyor, iki ay öncesini yadediyoruz.

Bu Türkçe bir platformla yaptığın ilk söyleşi mi?

Evet. Aslına bakarsan uzun süredir yaptığım ilk söyleşi. Yıllar önce herkes sürekli röportaj yapıyordu oysa. Niye bilmiyorum, ama bir süre sonra azalmaya başladı. Özellikle konserlerimde sık sık sorular alıyordum. Son birkaç yıldır müzik basınının gücü azalıyor gibi. Bence iklim değişti; günümüzde daha çok podcast yapılıyor, uzun röportajlar ses kaydı hâlinde yayınlanıyor. Bir sanatçıyla iki saat boyunca, radyo formatında konuşuluyor. Bu tür şeyleri daha çok görür oldum, makaleler ise hayli azaldı. Ben röportaj okumayı bugün bile çok seviyorum. Eskiden fanzin toplardım. Hâlâ arada eski fanzinlere bakarım.

Takip ettiğim neredeyse tüm basılı dergiler artık kapandı. Sadece The Wire hâlâ devam ediyor.

Evet. Hiç hakkımda uzun makaleler yayınlamasalar da bazen albümüm çıktığında ya da konser duyurularında ismim geçiyordu. Gözü ve kulağı açık insanlar oldukları belli. Bayağı da büyük bir platform zaten.

Sohbete müzikal geçmişine değinerek başlayalım. Ergenlik yıllarında neler dinliyordun?

İlk olarak nu-metal dinlemeye başladım. Slipknot, Korn, o tarz gruplar… Özellikle Slipknot benim için çok şey değiştirdi; zira albümlerindeki küçük intro’ları, garip elektronik sesleri o zamanlar bile fark etmiştim. Bunların bazıları neredeyse noise müzikti. O zaman tanıdığım diğer gruplarda böyle bir şey duymamıştım. Sonra daha ekstrem şeyler aramaya başladım. Slayer ve Cannibal Corpse’a geçtim. Daha hızlı, daha sert, daha bozulmuş sesler arıyordum. Hep bir sınır olmalı gibi hissediyorsun, sonra ileri gittikçe o sınır da ufukta daha öteye gider oluyor.

Mümkün olanın sınırlarını daima merak ediyordum. Hollanda’da gabber adında bir müzik türü var. Çok hızlı, çok enerjik ve tüm davulların sesi bozulmuş tınlıyor. Temaları genellikle korku filmlerine atıfta bulunuyor, bu filmlerden sample içeriyor. İnsanların nihai bir sınır aradığı bir alan olarak özetleyebiliriz. Bence her tür sese karşı böyle bir merakım var, sadece rock ya da metale karşı değil.

Biraz klişe bir soru sormak istiyorum: Seni derinden etkileyen ‘o’ albüm nedir?

Zamanla bana yeni kapılar açan, beni yeni istikametlere sürüklemiş birçok albüm var. Özellikle etkileyenlerden isimlerden biri Diamanda Galás’tır ama. Bilir misin?

Evet, harika biri.

The Litanies of Satan adında bir eseri var. Neredeyse tamamen vokallerden oluşuyor, ama vokal aralığı o kadar geniş ki, üzerinde yapılan efektler ve manipülasyonlarla tamamen insan dışı, şeytani bir hale geliyor. Çok geniş bir aralığa uzanıyor performansı. Şarkı sözleri ve edebiyatla yakından ilgili. Sözlerinde sık sık şairleri ya da başka edebi materyalleri alıntılıyor. Fakat kendisiyle ilgili esas büyüleyici bulduğum şey; söz unsuru olmadan bile sesinin taşıdığı o yoğunluğun, seslerin üretilme biçiminin karşı tarafla yoğun bir iletişim içermesi. Ne dediğini sık sık anlamasan bile o yoğunluk sana geçiyor. Zaten vokal üslubu sık sık anlaşılmasını imkânsız kılıyor. Buna rağmen ortada gerçek bir iletişim var, bunu da sırf ürettiği seslere borçlu. Parçayı sahnelerken bir videosunu izledim. Video yoğun bir kurgudan geçmişti ve çok efekt içeriyordu. Buna rağmen varlığının ne kadar etkileyici olduğu ayan beyan ortadaydı. Doğru dürüst hareket etmese, aşırı hareketler sergilemese de her yanından ‘aşırı’ bir enerji yayılıyordu. Bu da bana performanslarım açısından çok ilham verdi.

Şunu belirteyim: İlhamımın hatırı sayılır bir kısmı müzik dışı şeylerden geliyor. Örneğin Viyana Aksiyonistleri adında bir grup var. Viyana’dan bir grup sanatçıyı içeriyor. İçlerinde en ünlüsü Hermann Nitsch. Kanı boya olarak kullandığı resimler yaptı, günler süren performanslar gerçekleştirdi. Bu performanslar insan gruplarını, yiyecekleri ve daha birçok materyali içeriyordu. Neredeyse dini ayin gibiydi. Grup üyeleri sanat akademisinde okuyorlardı ve oldukça tartışmalı işler yaptılar. Çoğu zaman performanslarını halka açık biçimde yapamıyorlardı, başları otoriteyle derde giriyordu. Bu yüzden performansları filme alıp çektikleri filmleri gösteriyorlardı. Bu sanatın en önemli materyali ise kendi bedenleriydi. Bedenlerini boyuyorlar ya da kendilerini aşırı rahatsız edici durumlara sokuyorlardı. Bu sadece bir oyun değildi, bedenlerini gerçek birer malzeme olarak kullanıyorlardı. Kendilerini yüzde yüz bu işe adadılar. ‘Sanatçı ve sanat’ ayrımı yoktu; ikisi aynı şeydi. Bu da bana çok özel geldi; müziğe bir şekilde fiziksel bir şeyler katmaya çalışmam için bana ilham verdi.

Diamanda Galás’ın yaptıkları ve bahsettiğin diğer fiziksel performans biçimleri senin sanatında ayan beyan vücut buluyor.

Kesinlikle.

Svartvit mahlasıyla yaptığın ilk çalışma ne zamandı, nasıl gelişti, nasıl bir sonuç verdi?

2009 yılıydı. O dönemler hardcore punk, grindcore gibi çok hızlı ve çok gürültülü türlere ilgi duyuyor; o tür müzikler yapıyordum. Bazı grindcore gruplarının noise müzik sanatçılarıyla ortak albümler yaptığını gördüm. Böylece ilk noise projelerimi keşfettim. Müzik kurallarına bağlı kalmak zorunda olmamaları beni hemen cezbetti. “Şu tempo lazım!” ya da “Bu parça şu şekilde olmalı.” gibi bir kaide yoktu. Her şey serbestti. “Kural falan yok. Çıldırsan yeter.” diyorlardı. Bunu denemek istedim.

Tabii ki başlangıçta ne yaptığımı pek bilmiyordum, ben de elimde olan şeyleri kurcalayarak başladım. Bir bas gitarım, bir overdrive pedalım, bir mikrofonum ve bir amplifikatörüm vardı. Pedalı daha çılgın ayarlara getirerek, amfiyi kurcalayarak feedback elde etmeye çalıştım. Gitarla başladım, mikrofonla devam ettim. Bunlardan çok ekstrem sesler elde edebiliyorsun, ama bir yandan da imkânlar açısından biraz sınırlı kalıyor. O dönemde bu tür müzikleri araştırmaya başladım, her gün yeni şeyler keşfetmeye çalışıyordum. Endüstriyel müzik gruplarını, kullanılan ekipmanları ve bütün bu seslerin nereden geldiğini araştırdım. Yavaş yavaş hangi ekipmanların daha işlevli olabileceğini kestirdim. Sonra da sesi daha fazla manipüle edebilmek için bir multi efekt pedalı aldım.

İlginç tınlayan bir şeyler bulmam biraz zaman aldı, ama bu süreç heyecan vericiydi. Müzik türlerinin beklentilerine bağlı kalmak zorunda olmamak gerçekten özgürleştiriciydi. Bunu tek başına yapabilmek de güzeldi. Başka insanlarla bir sesin nasıl tınlamasını gerektiğini tartışmak zorunda olmamak, istediğini doğrudan yapabilmek. Şayet bugün bir şeyler yapmak istiyorsam hemen şuracıkta yapabilirim. Kimseden fikir almama gerek yok. Hızlıca dünyayla paylaşabilirim. Bu o dönemde benim için çok önemliydi, çünkü gruplarda çalmayı sevsem de her zaman bir uzlaşmanın sağlanması gerekiyor. Kendinden taviz vermeden bir sonuca ulaşamıyorsun. Bazen bu güzel sonuçlar doğurabiliyor elbette, ama bazen de ifadeni içinden tümüyle dürüst bir biçimde ortaya çıkaramıyorsun. Noise ise tümüyle saf bir ifade biçimi. Başka insanların veya türlerin filtresi olmadan kendini ifade edebiliyorsun. Bu da bana rahatça çalışabilmem için çok güzel ve çok açık bir alan yarattı.

Bugün bile bazen başkalarıyla ortak çalışmalar yapıyorum, hatta bu çalışmaların bazıları noise’a ya da çeperindeki seslere yakın seyrediyor. Ancak zamanla şunu fark ettim ki diğer insanlarla iş birliği yaparak ortaya koyması mümkün olmayan şeyleri solo çalışmalarda ifade edebiliyorum. Bu da benim için çok değerli bir şey. Güncel solo performanslarımı büyük bir yoğunlukla sergiliyorum. Bu benim için oldukça kişisel bir şey. Üstümdeki bütün katmanları kaldırmak birer birer kaldırmaya benziyor.

Neredeyse günlük tutmak gibi mi?

Evet, çok samimi bir şey ortaya çıkıyor. Kendimi başka hiçbir anda ya ortamda o şekilde göstermiyorum. Bazen bu zorlayıcı geliyor, ama bunu yapabiliyor olmak bile bana çok güç veren bir his. Çünkü inan hiç kolay değil. Özellikle seyircinin önünde yapıyorsan yaptığın şeyin arkasında bir güç hissediyorsun. “Tamam, elimden geleni ortaya koyacağım!” diyorsun. İnsanların ne hissettiği önemli değil, ben dışa vuracağımı vursam yeter. Bu da bir tür özgürleşme hâli. Bir çeşit arınma… Kimisi deşarj olmak için spora, sabah koşusuna, boksa falan sığınır. Ben de böyle deşarj oluyorum.

Güncel setlerin içindeki ekipman ve araçların içinde favorin var mı?

Şu anda sergilediğim çoğu ses, yaptığım kayıtları manipüle etmemle ortaya çıkıyor. Basit sesler kaydediyorum; metal parçalar, taşlar ya da kendi bedenim gibi… Daha sonra farklı sampler’lar ve efektlerle bu sesleri neredeyse tanınmaz hale getiriyorum. Minik ya da kısık bir sesi alıp olabilecek en uç sınırlara taşıma fikri çok ilgimi çekiyor. Örneğin performanslarımda kırılmış gitar telleri kullanıyorum. Tellerin üzerine küçük bir mikrofon koyuyor ve normalde duyamayacağın kadar sessiz titreşimleri yükseltiyorum. Bu sesler yükseltildiğinde neredeyse gök gürültüsü gibi tınlıyor. Hâlâ arada bir synthesizer kullanıyorum; ama çoğunlukla bir sesi kaydedip filtreleyerek, yavaşlatarak ya da tersine çevirerek manipüle ediyorum. Böylesi ilgimi daha çok çekiyor.

Favori bir ekipman seçmek zor iş. (gülüyor) Bir tanesini özellikle belirtmek isterim ama: İlk günlerimden beri kullandığım overdrive pedalım. Neredeyse 20 yıldır sayısız kulvarda müzik yaptım, bir tanesi bile bu pedal olmadan yapılmadı. Başından beri yanımdaydı. Karakteristik bir sesi de var kesinlikle.

Eski bir dost gibi.

Yıllar boyu çok farklı şekillerde kullandım. İlk başta tüm ayarları maksimuma getirip en bozuk sesi elde etmeye çalışıyordum. Bas üstünde deniyor, basın sesini bozuk bir gitara dönüştürüyordum. Artık ona bas demeye bin şahit istiyordu. Şimdi ise overdrive’ı minimum ayara getiriyorum. Bu sayede mikrofonlarda ya da diğer seslerde çılgın bir hacim artışı oluyor. Bu yöntemi performanslarımda da çok kullanıyorum. Ses üzerine bir büyüteç tutmaya benziyor. Küçük vokal dokunuşları patlıyor, feedback vermeye başlıyor ve iş inanılmaz çılgınlaşıyor. Bu pedalı mutlaka anmam gerekiyordu.

Yakın zamanda bir arkadaşımın verdiği ilhamla bir looper pedalı aldım. Almamın sebebi kendi kulvarı içinde enstrüman gibi oynanmaya en müsait looper olmasıydı. Üzerinde küçük bir mikser ve tempo kaydırıcısı var. Şu anda çıkardığım sesin büyük bir kısmı mikrofonlar, synthesizerlar veya sample’lardan alınan sesleri bu pedala kaydedip farklı kanallara yerleştirmekten, onları stereo hâline getirip bulundukları alanın içinde hareket ettirmekten geliyor. Bir sesi alıp neredeyse sadece o sesten bütün bir parça yaratmak için bu kadar fazla seçenek sunması beni oldukça zorluyor ve aynı zamanda motive ediyor. Anlayacağın bu pedalın bana sunduğu imkânlar, ekipmanıma minimal sesler koyup bunlardan maksimum sonuç elde etmek arzumla oldukça örtüşüyor.

Fotoğraf: Vogonlaundromat

Sesin sonsuz olasılıklar barındırması büyüleyici değil mi?

Kesinlikle. Ama bazen bu sonsuz olasılıklar bir risk de oluşturabiliyor, zira sürekli yeni bir ekipmanla yeni bir şeyler deneme dürtüsü seni sonsuz bir kısır döngüye sürükleyebiliyor. Son birkaç yıldır kullandığım ekipmanların sayısını kısmaya, böylece elimdekilerin tam potansiyelini keşfetmeye çalışıyorum. Ses üretme sürecini basit tutuyor, bilgisayarı ise sadece aldığım kayıtları düzenlemek için bilgisayar kullanıyorum. Üretim sürecini basit tutunca o sürecin içindeki tüm olasılıkları keşfetmeye daha yakın oluyorum. Bu looper pedal örneğinde de durum aynı: Canlı bir performansta tek bir cihazla olabildiğince çok şey yapmak için beni gerçekten yaratıcı olmaya zorluyor, çünkü buna mecburum. Bunu yapmazsam performans sönük kalacak. Alalı çok olmadı ve daha yeni üst üste üç konser verdim: İki gece Amsterdam’da; bir gece burada, Karga Kadıköy’de. Bu kısıtlı zaman diliminde bile her gün yeni bir şeyler keşfettim. Daha fazla ekipmanla çalışsaydım seçeneklerin bolluğu içinde kaybolarak bu yaratıcı anları kaçırabilirdim. Kendimi sınırlamak ve az sayıda nesneyle çalışmak bana daha çok şey öğretiyor, ben de bunu başarmaya çalışıyorum.

Performanslarında sık sık ağzına kontakt mikrofon yerleştiriyorsun. Bunu yaparken hiç kazalar yaşanıyor mu?

Evet, öyle şeyler birkaç kez başıma geldi. Sahnedeyken ağzımdan tükürük ya da salya gibi şeylerin çıkması kaçınılmaz oluyor zaten, vücudun verdiği bir tepki bu sonuçta. Kaldı ki çok saf bir ses elde etmek isteğiyle yola çıkıyor, bunun için de bazen bedenime çok yükleniyorum. Uzun lafın kısası performanslar sırasında yemeğimi ağzımdan çıkardığım oldu. Bu da yaşanabilir, sorun değil. Kendimi biraz daha denetleyerek bu riskleri azaltmam mümkün, ama bana kalırsa bu riskin varlığı ortamda bir tür gerilim yaratıyor ve seyirci de bu gerilimi hissediyor. Her şeyin çok gerçek olduğunu görüyorlar. Ne olacaksa olsun. Ve evet, ağzımdan gelen sesler, tükürük ya da kusma gibi şeyler insanlarda kesinlikle güçlü bir fiziksel tepki doğuruyor. Bu gerilimin varlığıyla oynamak ilgimi çok çekiyor.

Bu güçlü fiziksel tepkilere bir örnek verebilir misin?

O kişiden kişiye çok değişiyor. İnsanlar genelde performanstan sonra yanıma gelip düşüncelerini benimle paylaşıyor. Mesela “Sahnede çalmaya başladığın an yere mıhlanmış gibi hissettim, performans boyunca kımıldayamadım,” diyenler oluyor. Bu da bana kalırsa çok güçlü bir tepki. Anında performansımın içine çekiliyor, baştan sona da orada kalıyorlar.

Bunu söyleyenler olumlu bir yerden mi söylüyor peki?

Bence yaptığım şeyin ilgi çekici yanı da bu: İnsanların içinde olumsuz duygular uyandırabiliyor, ama bu illaki yaşadıkları deneyimin olumsuz olduğu anlamına gelmiyor. Bence orada inşa edilen alan, böylesi tepkilerin yaşanmasını makul kılıyor. Belki ben de tüm varlığımla o performansın içine girdiğim için insanlar bunu yaşamayı sorun etmiyordur. Rahatsız olduklarını hissederlerse bu hissin deneyimin bir parçası olduğunu, o an bunu yaşamanın normal olduğunu kavrayabiliyorlardır diye düşünüyorum. Belki bunu gündelik yaşamda böyle bir ortamda yaşamak bilakis hoş bir şeydir de.  Bazı izleyicilere kendi içsel sorunlarını, yaşadıkları zorlukları düşünmek için kapılar açıyor olabilir. Bazılarıysa o kadar yoğun bir şekilde etkileniyor ki, performansın bir noktasında mekânı terk etmek zorunda kalıyorlar.

Bu aslında uçlarda gezinen birçok sanat performansında karşılaşılan bir durum. Sinema, sergiler…

Evet. Mesela bazı festival filmlerinde izleyicilerin çoğu 20 dakika içinde salonu terk ediyorsa bazı yönetmenlerin bunu bir övgü olarak algılayacağını biliyorum. İnsanları kaçıracak kadar yoğun bir şey yaratmak kesinlikle kötü, istenmeyen bir şeydir diyemeyiz. Bir de yaptığım şeyi günümüzde o kadar uzun süredir yapıyorum ki genelde beni izlemeye gelenler ne bekleyeceklerini az çok biliyorlar. Yaşanabileceklere dair belli ki farkındalıkları var, bu da makul bulduğum bir şey. İlk kez izleyenlerden ise bazen çok ilginç yorumlar alıyorum. Bu tarz müziklerden bihaber oluyorlar, tesadüfen yollarımız kesişmiş oluyor.

Ve daha fazlasını öğrenmek istiyorlar.

Aynen öyle, kafaları karışıyor ama olumlu bir şekilde meraklı oluyorlar. Onlar için yeni bir keşif alanı gibi. Bence böyle şeyleri ilk kez keşfeden herkesi kafası başta biraz karışıyor. İlk kez karşılaştığımda ben de aynısını yaşamıştım.

Baktığında hepimiz aşırı müzikle ilk karşılaştığımızda aynı şeyi yaşamıyor muyuz?

Evet. Bence bu deneyimi hâlâ yaşayabilmek çok değerli bir şey. Özellikle de benzer bir şeyi yıllardır yaşamamışsan. Yıllar sonra ansızın sana bambaşka hisler veren bir şey bulmuşsan… Bu sayede hâlâ keşfedecek çok şey olduğunu hatırlıyor insan.

Performanslarının aşırılığı yüzünden sık sık organizatörlerle sorun yaşıyor musun?

Mekânlar böylesi müziklere çok sık yer vermiyor elbette. Küçük bir kitlesi var, organizatörler için finansal anlamda ideal bir opsiyon olmuyor. Bir de çaldığım şeylerde yüksek ve düşük frekanslar üstünde çok yüksek bir volümle oynadığım gerçeği var, bu yüzden kendi ekipmanlarının güvenliği konusunda endişe ediyorlar. Bu yüzden arada bir sesçilerle konserin talep ettiği volümü elde etmek için tartışmalara girdiğim oluyor. Neyse ki böyle şeyler başlarda daha çok oluyordu. Yıllar içinde ses teknisyenlerine ne yaptığımı bildiğimi gösterebilmenin önemini öğrendim. Onları şaşırtmayacağını, ekipmanlarınla sorun yaşamayacağını kanıtladığın an çok daha ılımlı yaklaşıyorlar. İşin sırrı onlara bir ‘profesyonel’ olduğunu gösterebilmek. Bu şekilde ifade etmeyi istemezdim, ama cidden işini bildiğini görecekleri kadar güven vermen çok kritik bir nokta. Çoğu zaman sorun yaşamıyorum. Ama bazen hâlâ yaptıklarımdan hoşlanmayan teknisyenler çıkabiliyor. (gülüyor)

Öte yandan bunu 15 yıl yapıyorsun, sahiden de giderek profesyonelleşmişsindir.

Evet. Sesçilerle sık sık senden çıkaracağın en yüksek ses seviyesini duymak ister, böylelikle üst limitini anlayabilirler. Bunu onlara baştan gösterirsem ve bunun üzerine çıkmayacağımı anlarlarsa işler çok daha rahat ilerliyor. “Tamam, sınırını biliyormuşsun, güzel!” Performanslarıma ilk başladığım vakitler en yüksek sesi istediklerinde eminim konser boyu daha yükseğe çıkmışımdır ama. Yaşanabilecek şeylerden korkmalarını anlayabiliyorum; ama bazen de şansın yaver gidiyor, tanıştığın sesçi işlerini çok seven, seni anlayan biri çıkıyor. Aynı safta oluyorsun kendisiyle, birlikte en iyi sesi üretmeyi çalışıyorsunuz, işin boyutu bir ses savaşına varmıyor. Bazı zamanlar ne zaman sesi biraz açacak olsam karşı taraf anında kısıyor. (gülüyor) Aranızda bir sürtüşme olduğunu hissediyorsun. Bazen de konser bitince teknisyenler yanına gelip “Çok iyiydi!” diyor.

Ekstrem performanslar içinde bizzat izlediğin ve seni en çok etkileyen şey neydi?

Yıllar içinde çeşit çeşit şey izledim; ama Justice Yeldham adında bir noise sanatçısının performansı beni özellikle etkiledi. Ağzıyla cam levhalarını çalarak ses üretiyor. Mikrofonu cama yapıştırıyor, yüzünü cama sürtüp rezonans yoluyla sesler çıkarıyor. Bu da elbette çok tehlikeli, çünkü cam dediğimiz şey keskin bir nesne. Sık sık kazalar yaşanıyor. Yeldham’ı çok kez canlı izledim, ama özellikle erken dönem performanslarında kendini kesip duruyordu. Ortalık kan revan içinde kalıyordu. Ses düzeyinde çok yoğun şeyler yaşanıyordu, ama görsel olarak da oldukça çarpıcıydı. Olan biten her şeyi görüyorsun çünkü. Tehlikeye de, yaralanmalara da şahitlik ediyorsun. Yüzleşmelerle dolu bir sanat biçimi.

Bir ‘aşırı’ dediğimiz şeyler var, bir de ‘aşırının aşırısı’ şeyler.

Evet. Bir de performanslarını sık sık cam parçasını yere atarak bitirirdi. Kullandığı cam herkesin içinde bin parçaya ayrılıverirdi.

Seyircilerin yaralandığı olur muydu hiç?

Evet, bazen. Bazı şovlar vardır, çok fiziksel bir hâl alır. Performansçılar seyircilerin içinde gezinir, bir yüzleşme arzusu vardır. Bazen de -kazara olsun olmasın- yaptığın şeyin sonuçları olur. Şahsen hiç bundan kaynaklı bir sorun yaşamadım. Bana kalırsa böyle şeylerde belli ölçüde bir tehlikenin olması makul oluyor. Elbette aşırı uçlara gitmemeli, abartmamalısın. Ama herkes neyin içine atıldığını bildiği sürece sorun yok. Bir yanardağın içine adım atmaya kararlıysan sorunlar çıkabileceğini de bilirsin. Bulunduğun şartların bir parçasıdır bu.

A Place to Bury Strangers’tan Oliver’a hangi sanatçılarla iş birliği yapmak istediğini sormuştum. O da herkesi şaşırtmak için kimsenin beklemeyeceği Harry Styles gibi bir pop yıldızının ön grubu olarak çalmak istediğini belirtmişti. Senin aklında da iş birliği yapmak istediğin bu kulvarda biri var mı?

Biraz hile yapacak ve Scott Walker diyeceğim. Büyük hayranıyım kendisinin. 1960’larda The Walker Brothers ile pop müzik yaparak başladı kariyerine. Hit şarkıları vardı…

Müzikal yolculuğu kesinlikle aşırı ilginç seyretti.

Çoğu insanın gideceği istikametin tam tersine gitti. Çoğu grup kariyerlerine vahşi ve aşırı müzikler üreterek atılır, sonra popülerleşip çok daha kulak dostu seslere yönelirler. Onun da ilk şarkıları son derece kulak dostu pop örnekleriydi. Yıllar sonra ise hayal edebileceğin en garip deneysel albümleri üretmeye başladı.

Öldü tabii ki, haliyle asla birlikte çalışamayacağız, ama bunu gerçek kılabilmeyi çok isterdim.

1960’lar Walker’ı için mi diyorsun bunu, son dönem Walker için mi?

İkisinin arasında bir dönemin Walker’ı diyeyim. Bence kariyerinin sonlarında, aşırı deneysel şeyler yaptığı döneme yetişsem ortaya çıkacak sonuç çok da ilgi çekici olmazdı. Poptan deneysele geçtiği, elektronik sesler kullanmaya başladığı o orta dönemde çalışmak ise çok daha enteresan olabilirdi. Oldukça kendine özgü, net, dramatik bir sesi var. Tam tiyatroya yakışacak türden. Gerçek bir performer. Benim soyut, efektlerden geçmiş, manipüle edilmiş seslerimle onun temiz ve ortama ağırlığını koyan sesi bir araya gelse çok ilginç bir kombinasyon doğabilirdi.

Keşke hâlâ aramızda olsaydı.

Keşke. Bir noktada canlı görebilmeyi çok isterdim. Sunn O))) ile ortak albüm yaptı, düşündükçe hâlâ inanılmaz geliyor. Böyle bir şey yaşandı diye belki Hollanda’daki Roadburn Festivali onu kadrosuna alır diyordum. Sonra kaybettik tabii. Canlı görmek istediğim sanatçılar listesinin başında geliyordu. Ne yazık ki bu artık mümkün olmayacak.

Kullandığın müzik platformunda dinlediğin son üç parçayı benimle paylaşır mısın?

Dijital platformları pek kullanmıyorum, bu yüzden berbat bir liste olacak.

Bunu dediğini yazıda belirteceğim.

Kendimi feci ifşa edeceğim şimdi. Ice Spice’ı bilir misin?

Evet.

En son yeni albümü Y2K’i dinledim. Böyle müziklere zaafım var.

Onunla iş birliği yapmalı, konserinin açılışında çalmalısın.

Evet. Yakın zamanda Hollanda’da çalacak. Gitmeyi düşünüyorum çünkü müziğini çok seviyorum, ama canlı performansının berbat olacağına da eminim. (gülüyor)

Özellikle seyahat ediyorken evde dinlediğimden tamamen farklı şeyler dinliyorum. Evimde koskoca bir plak ve kaset koleksiyonu var, deneysel ve noise müziklerden geçilmiyor; ama dijital formattan tüketiyor ya da dışarıda bulunuyorken hip hop, gabber, bazen de nu metal dinliyorum. Mesela yakınlarda dinlediğim başka bir isim de Deftones’muş.

Arada biraz kontrast lazım oluyor. Bugüne dek sık sık turnede, başkalarının sürdüğü karavanlarda bulundum. En sevmediğim turneler karavanda zaten yaptığım türde müzikler dinlediğimiz turneler oluyor. Bir hardcore punk grubuyla turnedeysen ve yolda da hardcore punk dinliyorsan demek ki günde 10 saatin bu türe gidiyor, yolda da konserde de aynı şeyleri duyuyorsun. O kadarı çok fazla, gerek yok! Hatırlıyorum, bir turnede Journey’den “Don’t Stop Believin”i loop’a alıp dinlemiştik. Karavandaki herkes şarkıya eşlik ediyordu. Sert müzik dinlemekten çok daha keyifliydi. Bilhassa bu kadar sert müzikler yapıyorsan arada bir molaya ihtiyacın oluyor. Bir sürü molaya hatta…

Sorularım bitti. Ekleyeceğin bir şey varsa buyur ekle.

Şu ana dek İstanbul’da geçirdiğim vakit çok güzel geçti. Şehir çok canlı, sokaklar insan dolu, tarih ve kültürün varlığı her yerde hissediliyor. Ülkenin başka yerlerini de görmek istiyorum. Mesela Ankara’da da bu tür müzikleri çalabileceğimi söylediler. Kesinlikle tekrar gelip daha fazla şey keşfetmek isterim.

Bu röportajdan memnun kaldın mı?

Evet. İyi ki buluştuk.

Svartvit’in Bandcamp profiline şuradan göz atabilirsiniz.