Hazırlayan: Tuğçe Yapıcı
Yaklaşık bir ay önce “Bağımsız Yerli Müzik: Gözümüzün Tam Önünde” başlıklı yazımın yayımlanmasının hemen ardından Süha Zaimoğlu‘nun bana gönderdiği e-posta beni çok etkiledi. Yazıda bahsettiğim konular üzerine uzun zamandır derin sorgulamalar yürüten bir müzisyenle tanışıp tartışma şansı yakalamanın yanı sıra Suha‘nın mart ayında yayınladığından bihaber olduğum üç parçadan oluşan Moonkid EP‘si de benim için vurucu bir tanışma oldu. Öncesinde ne Süha’yı tanıyordum ne de çalışmalarını duymuştum. Oysa bana gönderdiği e-postanın ardından nisan ayı boyunca en sık dinlediğim albüm Moonkid oldu. Hem de Suha’nın EP’yi Soundcloud üzerinden yayınladıktan sonra tanıtım adına hiçbir eylemde bulunmayıp albümünü gözlerden uzak tutmasına rağmen. Neden mi? Çünkü bu, tanıtımın rolünü daha iyi kavramamıza yardımcı olacak “bir nevi deney”.
Yaklaşık on senelik profesyonel müzik geçmişin olmasına rağmen ilk defa kendi adınla bir kayıt yayımladın. Bugüne kadarki müzikal çalışmalarından bahsederek başlamak ister misin?
Evet, on sene evvel evde kendim yapıp kendi dinlediğim müzikler üretmeye başladım. Myspace üzerinden R&B/Rap türünde yayınladığım şeyler sayesinde tanıştığım müzisyenlerle çalıştım ve profesyonelliğe ilk adımı bu şekilde attım herhalde. Yıllar içinde film, reklam müzikleri, jingle’lar gibi ticari işlerle stüdyo nasıl bir yer, plak şirketi ne yapar, bunları anlama fırsatım oldu. Sahne arkasında farklı janrlardan tecrübeli müzisyenlerle çalışmak ise sanırım bana çok şey kattı.
Sahne, canlı müzik yapma fikri de çok ilgimi çekiyordu. Beyoğlu’ndaki bazı mekanlarda jam session’lara çıkmaya başladım. Sonrasında Avrupalı indie/elektronik gruplarla ortak projeler yaptım. Emprovize-cover sessionlar, blues, funk, gypsy jazz, Balkan, swing sahneler sayesinde sesimin ve yeteneğimin sınırlarını ölçme fırsatım oldu. Eğlenceli bir dönemdi.
Tabii tüm bunlar olurken bir yandan ev stüdyomda aldığım kayıtlar, kendi müziğim diyeceğim şeyin oluşma süreci hep devam etti. Singer-songwriter, ambient, trip-hop türlerinde projeler ürettim. Bu sayede elimde büyük bir sample arşivi oluştu ve Suha ismiyle Moonkid EP böyle ortaya çıktı.
Bugüne kadar müzik dışında neler yaptığından, daha doğrusu hayatta kendine neleri dert edindiğinden de bahsetsene biraz.
Sanırım müzik harici yaptığım diğer işler de müziği dert edinme sebebimle aynı. Tanık olmak, öğrenmek, kıymet verdiğin bir şeyleri yakalayıp onları yaşatmak istemek, paylaşmak vesaire. Bu yüzden sanat kendimi ifade etmek adına en iyi yoldu. Edebiyat benim için en önemlilerden, bir şeyler yazıp çiziyorum. Fanzin ve edebiyat dergilerinde yazılarım yayınlandı. İstanbul Üniversitesi’nde Fransız Dili ve Edebiyatı eğitimi aldım, şu an ise Amerikan Kültürü ve Edebiyatı bölümünde devam ediyorum.
Bunun haricinde Mamut Art Project ve Photo Istanbul gibi sergilerde yayınlanan fotoğraf ve ses peyzajı projelerim var. Avrupa’dan modern sanatçılarla ortak işler de yaptım. Bir yandan street art ile uğraşıyorum. Bir backpacker olarak Avrupa’nın büyük bir kısmını dolaşıp sokak sanatını ve kültürünü inceledim. Sokaklar bu isimsizliğin ve gözlemciliğin evi. Sokak kültüründen kopamam sanırım. İstanbul ise bizim evimiz, kendimi evimde hissettiğim inanılmaz bir şehir. Ben tarihi yarımada içinde büyüdüm. Müziği, edebiyatı, sanatı, o ruhu buradan alıyorum. Bu sebeple burada free-walking turları düzenledim, dünyanın her yerinden katılımcılarla bu hissi paylaşmak, rehberlik etmek beni iyi hissettiriyor.
Peki kendi isminle müziğini paylaşmak için neden bu kadar bekledin? Kendi ismini arka planda tutmanın ardında ne gibi düşünceler/çekinceler vardı?
Şimdi geriye bakıp “on sene oldu” deyince tuhaf geliyor ama bazı şeylerden emin olana dek kısmen bir gözlemci olarak kalmayı seçtiğim için oldu bu. “Evet, bu benim müziğim” derken zorlanmayacağım bir müziği yapmak için yeteri kadar şey görmem ve kendimi denemem gerektiğini düşündüm.
Bunun sebeplerinden biri benim de yıllar içinde müzikle olan ilişkimin ve bakış açımın değişmesi. “Neden müzik yapıyorum? Yapmaya devam edecek miyim?” gibi sorular zamanla kendiliğinden yanıtlandı. Bu benim için bu denli önemliyken bir de benim dışımdaki ortamın, müzisyenden dinleyiciye ulaşırken geçilen o yoldan aldığım hissiyatın tekinsiz olması var. Çekincelerim genellikle sektörün işleyen çarklarının arasında kendimi uyumsuz hissetmekle alakalıydı. Doğal olarak her yer güllük gülistanlık değil. Ağır şartlar, haksızlıklar, sanatçıya istemediği türde işler sunmak, bundan bahsedildiğinde ‘Ama her şirket böyle’ gibi yanıtlar alınması vesaire. Genellikle bu şekilde. Ben yaptığım şeyi yapıyorum ve bana kalırsa hep yapacağım, bunu sunma aşamasında ise doğru yöntemi ve anı beklemek en mantıklısı.
3 parçalık ilk EP’ni Mart ayında Soundcloud üzerinden yayımlamışsın ve nadiren paylaşımda bulunan bir Facebook sayfan var. Ortaya bir ürün koyup tanıtım adına hiçbir şey yapmamak bir nevi deney mi? “Beni ilgilendiren konu, müziğini paylaşma aşamasına gelindiğinde o müziğin bundan nasıl etkilendiği” diye bir şey yazmıştın bana. Paylaştığın halde adeta Soundcloud’ta saklar gibi hiç tanıtım yapmıyor olman da müziğini korumaya yönelik bir içgüdü mü acaba?
Bana kalırsa içimizdeki birtakım sesler, şeyler somutlaşma aşamasına gelecek kadar kuvvetliyse ve ortaya konduysa kendi yolunu çiziyor. Moonkid denen karakter ilk etapta benim desteğim olmadan ne kadar yürüyebilir, kaç adım atabilir onu görmek istedim. Uzun zamandır gözlemciyim ben, pek bir acelem yok. Dediğin gibi, bu bir nevi deney. Ama korumaktan ziyade ölçüp tartmaya dayalı. Elbette bu hep böyle gitmeyecek. Bir cevap aldığımdan emin olunca ben de içim rahat bir şekilde tanıtım vesaire yapabilirim. Çok seçenek var, ama neyi neden yapıp tanıttığımız konusunda daha çok düşünmemiz gerek bence.
Moonkid EP’sinin hazırlık süreci nasıl bir deneyimdi, kimlerle çalıştın?
Tahmin ettiğimden daha yoğun ve etkili bir süreçti bu. Her şeyden evvel çalışmalarımın ilk kez ‘Suha’ ismiyle yayınlanması fikri beni daha idealist kıldı. Dediğim gibi, uzun zamandır elimde biriken bir sesler arşivi vardı. Bu süreçte pek çok enstrümanist var beraber çalıştığım. Kendimi bir ürün ortaya koyana dek kompozisyon, söz yazarlığı, vokal, enstrüman kayıtları, aranje, miks gibi prodüksiyon süreçlerinde pek çok sıfata bölmem gerekiyor. Yayından bir önceki durak olan mastering aşamasında Akın Sevgör ile çalıştım. Ayrıntıları Soundcloud ve Bandcamp’te track info’larda görebilirsiniz.
Hem genel anlamda hem de bu topraklarda elektronik müzik yapmanın ne gibi zorlukları var? Bir de iş konser vermeye gelince elektronik müzikten kaynaklanan farklar neler?
Elektronik müzik ve müzisyenler adına genel bir şey söyleyemem. Ama benim fikrimce elektronik müzik yapan birinin live session’larda biraz daha hakiki olması gerekiyor. Suha’yı sahneye taşırken multi-enstrumanist müzisyen Berk Artış ile çalışıyorum. Canlı sahnede elektronik düzenlemelerin üzerine kayıtlardan farklı olarak çello, elektrik gitar gibi yeni dokunuşlar ekliyoruz. Midi controller ile parçayı eş zamanlı olarak idare ettirip vokal yapıyorum, ortamın ve anın enerjisine göre mutlaka değişen emprovize bölümler oluyor. Bence sahnenin ve canlı performansın canlılığı böyle faktörlerle desteklenmeli. Öte yandan siz bu kadar uğraşırken sahne aldığınız mekanın ses ekipmanı, akustiği, tonmaister, sahne düzeni gibi etmenler hayati önem taşıyor. Eğer düzen belli bir kalitenin altındaysa o çok çalıştığınız performansınız maalesef hak ettiği etkiyi yaratamıyor.
Bandcamp’teki EP tanıtımında şöyle yazıyor:
‘Moonkid’ is an imaginary friend of Suha. Since this hybrid figure is imagined-looking at this world on the one hand and at the outer space on the other- he is in an effort to situate himself in the cosmos. (‘Moonkid’ Suha’nın hayali arkadaşı. Bu melez figür hayali olduğundan ötürü -bir yandan bu dünyaya öte yandan uzaya bakarak- kendisini kozmosta konumlandırmak için çaba sarf ediyor.)
Hem bu metnin hem de artwork’teki görselin etkisiyle Moonkid karakteri bana biraz Küçük Prens’i anımsattı, zihninde kitaba herhangi bir referansta bulundun mu?
Exupéry’nin Küçük Prens’i benim kendime rehber aldığım kitaplardan. Moonkid’in yaratım aşamasında bunu öyle bir farkındalıkla hiç düşünmemiştim. Ama şimdi görüyorum ki elbette etkilenmişim, bu tespitin benim için çok önemli bir işaret.
EP’den bir sene evvel, Moonkid fikri ‘’27,3’’ adıyla bir fotoğraf projesi olarak yayınlandı. İlk etapta görsel olarak kendisine bir beden bulması gerektiğini hissettim ve bir ay maketi yapıp kafama geçirdim, alt metnini yazdım; bu metin oradan alıntı.
Moonkid kendisini kozmosta tam olarak nerede konumlandırmak istiyor? Bir de Moonkid’in senin bir nevi alter-egon olduğunu düşünmek yanlış olur mu?
Moonkid’in kendini kozmosta tam olarak nerede konumlandıracağı tam bir muamma. Tıpkı Ay gibi yörüngesine oturacağı sürpriz faktörlere dayalı bu ilk aşamada. Bir süre sonra ise Ay gibi tastamam bir noktaya oturtulabilmesi için akıllı bir elin değmesi gerektiğini düşünüyorum. Alter-ego kavramı ise insanı ele aldığımızda bence çok tekil-diğer bir karakter. Psişemizde sayısız karakter var ve Moonkid de benim içimdeki sayısız karakterden bir tanesi. Çocuksu merakı, yabancılığı, gözlemlemeyi ve var olma isteğini ifade ediyor.
Bana ilk gönderdiğin e-postada içinde bulunduğumuz çağda müziğin üretimi, paylaşımı, tanıtımı ve tüm bunları takip eden sürece dair sorgulamalarını paylaşmıştın. Sakıncası yoksa o soruları herkesin okumasını isterim.
“Yeniden üretilebilirlik çağında müzisyen kendini neredeyse yalnızca reklam ve PR ile var eden şekilsiz bir form gibi; markalaştıktan sonra mı kabul görüyor? Kişisel beğeni dediğimiz olayın dahi bu ön koşuldan sonra devreye girdiğini düşünmekle yanlış etmiş mi olurum? Bağımsız müzik kavramının içinin boşaltılması ve başkalaşması tam olarak bu sebepten ötürü olabilir mi? Müzikalite ve sanatsal kaygılar taşımak ‘piyasayı’ reddetmek mi demektir? Underground’dan overground’a çıkan müzisyenler neden eski dinleyicilerini üzerler? Toplumsal beğeni ve marketing birbiriyle ne kadar ilişkili? Aynı zamanda bir performans sanatı olan müzik çoğunlukla bir eğlence aracı mıdır? Şirketleşmeye yanaşmayanlar neden kendi bağımsız şirketlerini kurarlar?” gibi şeyler sormuştum.
Pazarlama çağında pazarlamanın toplumsal beğeniyi ve dolayısıyla da üretimi şekillendirmesinden kaçınmanın herhangi bir yolu olabilir mi sence?
Estetik algımızla ve neden sanat tükettiğimizle çok yakından ilişkili bu bence. Eğer samimi ve içsel etmenlere dayanıyorsa pazarlama yalnızca erişilebilirlik açısından büyük bir öneme sahip. Bunun haricinde ise marka ve isme olan zaafımız belli bir farkındalık seviyesine kadar çok belli formüllere bağlı ve rahatça programlanabiliyor. Kaçınmak zorunda mıyız bilmiyorum, sonuçta insan algısı şu an böyle ve eğer insanlara ulaşmak istiyorsak bunun yöntemleri belli. Bunu çok kötücül bir şey olarak görmüyorum. Fakat o vakte dek benim kontrollü deneyim pazarlama yapmamak oldu. Bu sayede daha hakiki verilere ulaşacağımı düşündüm.
Hem alternatif hem de ingilizce sözlü müzik yapan bazı müzisyen/oluşumların bu ülkede müziklerinin anlaşılacağına dair bütün ümitlerini kaybettiklerini gözlemliyorum. Sen ne düşünüyorsun bu konuda, “bazı” müziklerin gerçekten hiç mi “anlaşılma” ihtimali yok? Bir de tabii “müziğin belli bir coğrafyayı hedeflemesi” kavramına nasıl bakıyorsun?
Bugün müzik internette yaşıyor. Sahneler ise sonra geliyor. İnternet dünyayı saran bir ağ olduğundan coğrafi sınırlar büyük oranda aşıldı. Bundan sonrası internet kullanıcılarının kafalarındaki sınırlarla ve merak güdüleriyle alakalı. Anlaşılmama kaygısı gütmek bir yandan çok doğal öte yandan da çok gereği olmayan bir kaygı sanırım. Milyarlarca müzik, sayısız müzisyen var. Kim kimi anlayacak, sen neyi anlatmak istiyorsun, kim anlasın istiyorsun, bu soruları adamakıllı yanıtlayıp sabırla takip ettikten, yaptığın şeye inandıktan sonra kimse anlamasa dahi o işin kıymetli olduğuna inanıyorum. Ki bir süre sonra anlayan birileri de mutlaka çıkıyor, daha doğrusu anlamak zorunda kalıyor veya -mış gibi yapıyorlar.
Burada anlaşılmayacağını düşünerek Avrupa/Amerika’yı hedeflemek de bir başka eğilim. Dünyaya, daha doğrusu batıya açılmayı hedeflemek bu ülkedeki dinleyiciyi hepten gözden çıkartmayı gerektiriyor mu sence, yoksa bir denge tutturmak mümkün mü?
Avrupa/Amerika’nın hedeflenmesi mevzusu biraz da zorunluluktan. Burada umursanmayan veya beğenilmeyen işlerin Avrupa’da saygı görüp yatırım yapıldığı durumlar oluyor. Bu çok klişe, “Pavarotti Türkiye’ye geldi konservatuvara giremedi.” mitiyle alakalı bir durum. Bizim insanımız illa başkası beğendiyse beğeniveriyor çoğu şeyi. Bu da genel olarak insanımızın beğeni algısının kişisel yönelimlerden ziyade imaj ve intiba takıntısıyla alakalı olduğunun basit bir göstergesi.
Doğu müziyle ilişkin ne seviyede? Sentezde özgünlük yakalayabildiğin için derinine indiğini düşünüyorum, doğu ezgilerini öğrenirken kimlerden beslendin?
Bu coğrafyanın, bu kültür mirasının üzerinde yaşıyor olmak pek çok açıdan pek yabana atılacak bir durum değil. Doğu müziği deyince aklımıza ilk olarak arabesk ve halk müzikleri geliyor. Fakat bana Doğu müziği Doğu Roma’dan başlayarak Hindistan’a kadar uzanan bir coğrafyayı çağrıştırır. Muazzam ve sınırsız bir birikim bu. Çocukken annelerimizin söylediği ninniler Hicaz makamında, sokakta oynarken söylediğimiz şarkılar doğu makamlarında, her gün duyduğumuz çoğu ses bu alandan bir şeyler taşıyor… İnkar edemeyeceğimiz bir şeyler kazındı bize. Türk Halk, Sanat Müziği köklerinin Bizans’a dayandığını öğrendiğimde bir kilise ayini dinliyordum. Çok şaşırmıştım. Sanırım bu yüzden, bir ruh taşıyan, ender bir yerlere dokunan sesler ve müzikler genellikle Doğu müziğini anımsatır bana.
Müziğindeki doğu motiflerinin müziğinin batılı kulaklar tarafından algılanışını nasıl etkileyeceğini düşünüyorsun?
Algılanışı ne yönde, ne kadar, olumlu mu olumsuz mu etkileyeceğini kestirmeye pek çalışmıyorum. Benim elimdeki materyal, birikim bu. Benim yaptığım müzik kendime yakın diyebildiğimde, şimdilik böyle şeyler oluşuyor. Reddedemeyeceğim bir durum bu. Kulak aşinalığı olmayan insanların dinleyemeyeceği kadar doğu yöntemleri de kullanmıyorum. Biraz ortada bir yerde, bizim gibi. Geri kalanı kişisel beğeniyle alakalı.
Dalai Lama Türkiye’ye geldiğinde bir laf etmişti, düşündürmüştü: “Asya’da iken Asyalı insanlar gördüm, Avrupa’da iken Avrupalı insanlar. Türkiye’ye geldiğimde ise Avrupai giyimli Asyalı insanlar görüyorum.” Bu söz bence bu konularla alakalı pek çok soruya başlı başına bir yanıt verebilir.
Benim sorularım bu kadar, senin eklemek istediğin herhangi bir şey var mı? Zaman ayırdığın için çok teşekkürler ve ‘deney’inde bol şans.
Ülkemizdeki müzik algısı, müzisyenler ve dinleyiciler üzerine akıl yürüten ve bunu insani etmenlere özen göstererek yazan birilerinin olması her zaman çok kıymetli benim için. Bu sebeple ben teşekkür ederim, çalışmalarını merakla takip edeceğim.