Yirmi birinci yüzyıl alternatif müzik sahnesinde çalışkanlığıyla ve kalite konusundaki istikrarıyla şimdiye dek göz doldurmayı başarmış bir isim Steven Wilson. Bugün onu günümüz progresif rock’ının kralı olarak gören insanlar varsa bu duruma neden olan başlıca faktörler de bu iki özelliğidir. Son 30 yılda Porcupine Tree, Blackfield ve No-Man başta olmak üzere birçok grup kurup 50’den fazla albüm kaydetmiş; Pink Floyd, Yesve Genesis gibi grupların albümlerinin üstünden geçerek yeniden piyasaya sürmüş; Orphaned Land ve Opeth gibi müzisyenlerle işbirliği yapmış çalışkan ve titiz bir yürekten bahsediyoruz. Geçtiğimiz yıllarda çenesi giderek düşen Wilson, verdiği demeçlerden birinde bu durumu “Müziğim uğruna aile kurma ihtimalini feda ettim” diyerek açıklamıştı.
2008’den bu yana kurduğu gruplardan büyük ölçüde uzaklaşan Wilson, solo bir kariyer peşine düştü. Kendi ismiyle yayımladığı albümlerin hikayesi Insurgentes ile başladı, Grace For Drowning ile yükseldi, The Raven That Refused to Sing (and Other Stories) ile birçoğumuza göre yeni bir zirveye ulaştı. Sıradaki albüm: “Hand. Cannot. Erase.” elektronik altyapılı birkaç şarkısıyla herkesi şaşırtırken yeni bir şaheser olmayı da başardı. İnsanlar bu noktadan sonra ne geleceğini merakla beklerken yetkili merciden açıklama geldi: Sıradaki albüm progresif pop tarzı bir altyapıya sahip olacaktı. Herkes progresif pop denilen şeyin tam olarak ne olduğunu merak ederken şarkılar da sırayla önümüze sunulmaya başladı ve ortalık yer yer karıştı. Aslında Steven Wilson, farklı tarzlara açık olduğunu uzun zamandır hem şarkıları hem de demeçleriyle vurguluyordu. Kate Bush, Talk Talk, Peter Gabriel ve Tears For Fears gibi grupların müziğinden etkilenen son albümü To The Bone, bugüne kadarki en geniş müzik yelpazesine sahip işi olabilir ama bu durum albümü ne ölçüde progresif veya pop yapıyor, gelin biraz konuşalım.
Albümün taşıdığı konseptin“farklı perspektiflerden gerçeği arayış” düşüncesi üstüne kurulu olduğunu söyleyebiliriz. Siyasetçiler, mülteciler, teröristler gibi günümüz dünyasının kaosunu şekillendiren insan güruhlarının yaşamımız üzerinden etkisine dair bir şeyler söylemeyi ve yer yer de kaçışçı bir anlayışla insanı eğlendirmeyi amaçlayan ve 11 şarkıdan oluşan, müzik anlamında oldukça hareketli bir kayıt var bu kez karşımızda. Konsept önceki albümlere kıyasla bu kadar büyük bir skalada tutulunca şarkı sözlerinin daha komplike bir hal almasını bekleyebilirsiniz; lakin “Song of I” ve fazlasıyla kusurlu olan “Permanating” gibi şarkılar Wilson’ın şarkı sözü anlamında en basit işleri arasında bulunuyor. Bu yüzden albümün konseptinin karşıya geçebilmesi büyük ölçüde dinleyicinin mesajı yorumlama biçimine bağlı. Bu konsepte aşırı cilalı ve zaman zaman katmanlı bir prodüksiyon eşlik ediyor. Söz konusu bu prodüksiyon bazen samimiyeti azaltan bir unsur olsa da büyük ölçüde dinleyicinin ilgisini canlı tutmayı başarabiliyor. Müzik ise albümde fazlasıyla değişim halinde seyrediyor ve bu değişim esnasında albümdeki bütünlük hissi zarar görmüyor. Yer yer başka gruplara saygı duruşları, bazen de Wilson’ın müziğinden bekleyebileceğimiz melankolik sound bizlerle birlikte.
Açılış parçası “To The Bone” oldukça Pink Floyd‘vari bir ses kaydı ve gitarla başlayıp, katmanlı bir progresif esere dönüşerek rüştünü ispatlıyor, “Nowhere Now” ise zaman zaman Blackfield’ı hatırlatırken, önceki şarkının epik dozunu devam ettiriyor. “Here above the clouds / I am free of all the crowds /And I float above the stars /And I feel the rush of love” şeklinde ilerleyen sözler, albümün kaçışçı üslubuna güzel bir örnek teşkil ediyor. Harikulade İsrailli şarkıcı Ninet Tayeb’in bir kez daha Wilson’a konuk vokaller sunduğu “Pariah” albümün duygusal zirvelerinden biri, her yönüyle kusursuza yakın bir iş, albümün genelinin aksine sözler bile son derece güçlü. “The Same Asylum As Before” albümdeki şahsi favorilerimden biri, tek büyük günahı gitarların bazen eski bir Porcupine Tree şarkısı olan “Prodigal”ı andırması. “Refuge” albümün belki de en vurucu parçası; Mark Feltham’ın sunduğu harmonika şarkıya eşsiz bir renk katıyor, Wilson’ın bütün eski toprak hayranları bu şarkı ile ihya olacaktır. “Permanating”i albümün en gereksiz noktası olarak görmekten kendimi alamıyorum. Nowhere Now’ın ufak bir kısmında bu şarkı “demo” ediliyor. Keşke her şey bu aşamada kalsaymış.
“Blank Tapes”, Ninet Tayeb ile Wilson‘ın aşık atışmasını içeren zarif ve kısacık bir güzellik. “Once I could hold you / And the world reflected back at me / We lost perspective / On the things that are in love that seems” gibi bir kıtanın duygulu romantizmi 2 dakikada sizi vurmayı başarıyor. “People Who Eat Darkness” enerjisi itibariyle albümün en “rock’nroll” parçası sayılabilir, ama öyle ayılıp bayıldığım olağanüstü bir yanı yok. Hatta herhangi bir sanatçı tarafından yazılabilirmiş gibi durması birazcık üzücü bile diyebilirim. “Song of I”ı dikkatli dinlerseniz birçok sanatçıya karşı bulunulan saygı duruşları yakalayabilirsiniz, Prince ve Depeche Mode ilk aklıma gelenler. Şarkının taşıdığı karanlığı büyük ihtimalle benim gibi çok seveceksiniz ama sözler birazcık zayıf sayılır. Cinsel takıntı gibi karanlık bir mevzuya eğilen bu durgun parçanın coştuğu yer ise çok ilginç bir şekilde sonu değil, ortası. Bu bile şarkıyı orijinal yapmaya yetiyor. “Detonation” albümün en uzun şarkısı ve en sert şarkısı; öte yandan elbette eski klasiklerden “Routine” veya “Drive Home”un vuruculuğuna sahip olmaktan uzak. “Song of Unborn” ise Wilson’dan beklenecek melankolik ve baladımsı bir kapanış sunuyor albüme. Hand. Cannot. Erase’in sonunda yer alan “Happy Returns” ile aynı damara sahip bir şarkı.
Steven Wilson kariyerinde rahatça hareket edebileceği bir nokta bulmuş durumda. Çok sayıda şaheser albümün ardından dinleyicileri ikiye bölecek bir albüm çıkarmak her sanatçının hakkı olsa gerek. Zaten kendisi de samimi müziğin, talebi değil de sanatçıdaki tutkuyu karşılaması gerektiğine inananlardan. Ortaya çıkan işe şaheser demek kanımca abartı olacaktır. Ancak nereden bakarsak bakalım, önümüzde arada sırada belli konularda tembellik etse de kulak kabartmaya değen, belli bir kalitenin altına neredeyse hiç düşmeyen bir iş var. Geçenlerde verdiği bir demeçte modern rap müziğe olan hayranlığını belirten Wilson’ın sıradaki hamlesini kestirmek güç. Merakla bekliyoruz.