Lisans hayatımın son ödevinde Darren Aronofsky’nin 2010 yapımı Black Swan’ını Mulvey’in feminist teorisi ile analiz ettim, demin de Instagram’da bir sinema profilinde Polanski ve Allen’in taciz vakaları ile sanatlarını bu olaylardan bağımsız mı düşünülmeliyiz tartışması gördüm.
Black Swan’le başlayacak olursak, film ana karakterimiz Nina’nın Kuğu Gölü balesindeki ana rolü alması üzerine geçirdiği süreçleri anlatıyor. Bir kadın karakterin hikayesi bu kadar erkek gözüyle anlatılabilir herhalde. İlk olarak belirtmek gerekiyor ki filmde Nina dışındaki kadın karakterler yalnızca hikayeye hizmet etmek için bulunuyor. Bu onların varlıklarının içini boşaltıp, birer bireyden ziyade birer araca dönüştürüyor. Bunun yanı sıra Nina’nın psikolojik yapısını anlatırken yönetmenin kullandığı teknikler ve filmdeki tek erkek karakter olarak Thomas’nın bakışları filmi yalnızca Nina’nın delirme hikayesini izleme düzlemine oturtup, başka dinamiklere karşı bizi kör ediyor. Teknik anlamdaki konumlandırmadan kastım kullanılan kamera açılarının, boyutlarının Nina’yı zaman zaman savunmasız, zaman zamansa “deli” konumuna terk etmesi. Nina’nın süreçleri hakkında verilen açık bir sebeplendirilmiyor ve dışarı dünya ile iletişiminde Nina’nın deneyimleri göz ardı ediliyor. Kamera her ne kadar Nina’yı takip ediyor gibi görünse de film boyunca yapılmaya çalışılanı filmin son kısmına yaklaştıkça değişen teknikle anlıyoruz. Normalde Nina’yı arkasından takip eden kamera birden onun önüne geçiyor ve şok içindeki yüzünü çekmeye başlıyor, böylece Nina’nın bakışlarının taşıdığı anlam onun psikolojik dinamiklerinin anlamlandırılmasından ziyade filmin gerilim unsurunu yükseltmekte bir araç olarak kalıyor. Bir yandan da Nina “delirdikçe” Thomas ona yol gösteren olarak tamamen suçsuzlaştırılıyor ve hatta sonunda da Nina’nın verdiği karara şaşırır bir pozisyonda kalıyor. Oysa film boyunca Thomas karakterinin yaptığı mobbingler, aşağılamalar, tacizler apaçık bir şekilde Nina’nın tatminsizliğini perçinleyen ve onu bu yola sürükleyen birer etmen; ama sonunda bize gösterilen Thomas portresi yüzünden öyle bir noktaya geliyoruz ki Thomas’ın yaptıklarının yalnızca iyi bir iş çıkarmak amacıyla olduğunu düşünüyoruz.
Diğer tartışmaya gelecek olursak onunla alakalı denecekler yıllardır dendi, geçtiğimiz sene bir ödül töreninde Polanski’ye verilen tepki de benim gibi düşünenlerin ortak tepkisi oldu diyebiliriz. Sürekli ortaya atılan sanatçı ve sanatını ayrı değerlendirmeliyiz argümanı bana sanatı ulvileştirmek gibi geliyor. Sanat ne kadar hayatlarımıza renk ve güzellik de katsa baktığımızda bu ulvileştirme yaptıkları tacizi tecavüzü küçücük birer hata gibi gösteriyor ve bunların tolere edilebilir oluşu birçok risk barındırıyor içerisinde. İlk olarak değil sanatın, hiçbir şeyin kafasına göre suç işlemesini meşrulaştıran bir sistem olamaz, bu tecavüzcü Zeus’a tapan eski uygarlıklarda kalmış bir yanılgı. Hele ki Zeus gibi gözümüzle görmediğimiz bir mefhumdan değil de baya baya kanlı canlı önümüzde duran, üretim yapıp bunu ticari bir faaliyet olarak endüstriye katıp bundan para kazanan insanların ulvileştirilmesi asla anlaşılabilir gelmiyor bana. İnsanların diline pelesenk ettiği sanatçı gider ama sanatı kalır romantizmini atlatalı çok zaman geçti, şu an içinde bulunduğumuz dönemde bir kültür endüstrisinden bahsediyoruz, bir iş alanı olmasından bahsediyoruz. Ayrıca hadi sanata çok yüksek bir saygımız var, o zaman neden herkes Woody Allen’i aklama yarışına giriyor da yerel sanatçıların sahneleri dolup taşmıyor, neden yan sokağınızdaki tiyatroya ayda bir kere gitme değerini göstermiyoruz. Hadi mahalle tiyatroları da olmasın mevzu, Türkiyeli yönetmenlerin filmleri neden yalnızca üç beş sinemada vizyona girebiliyor. Eğer burada yüceltilen tacizci değil de sanatsa benim bu sorularıma verilecek cevapları gerçekten duymak isterim. Tacizci her ne alanda olursa olsun tacizcidir ve adaletin tamamen bir elde toplandığı bizimki gibi dünyalarda ise tacizcilerin yaşayabileceği en iyi cezalardan birisi sosyal olarak izolasyondur, onlara Fransa’nın en önemli ödül törenlerinde ödüller vermek değil.