Paul Webb, Rustin Man mahlasını kullandığı bir önceki albümü Drift Code‘da kendine has bir gizem filmi atmosferi yaratmış, adeta satır aralarında kaybolunası bir yapboz meydana getirerek tüm dinleyicisini kendi melodiler labirentine adım atmaya davet etmişti. Clockdust ise bu gizemler bütününü çağları aşan bir külliyat haline getiriyor, geçmişle bugün arasında kestirme bir yol keşfederek zamandan bağımsız bir konum buluyor kendine. Öyle ki yeri geliyor, tüba ya da binzasara gibi günümüz müziğinde pek rastladığımız antik ya da ‘vintage’ enstrümanlara başvuruyor.
Selefinden bir tık daha geniş ufuk çizgilerinin peşine düşse de Clockdust‘ı Drift Code‘dan bağımsız olarak yorumlamak pek mümkün değil, zira iki albümde duyduğumuz müzikler de aynı vakitlerde kaydedilmiş. Drift Code‘u kaydederken 17 yıl boyunca stüdyosuyla inişli çıkışlı bir ilişki kuran Webb, Clockdust‘taki müzikleri de aynı provalarda yaratmış. İlk albüm ortaya çıktıktan sonra elinde kalan, Drift Code‘a bile fazla derin gelebilecek materyalleri daha sonra kurcalamaya karar vermiş. En sonunda ortaya hem nostaljik hem zamansız, hem dünyaya dair hem dünya ötesi Clockdust çıkmış. Daha ilk şarkı “Carousel Days”te yaratıcısını ele geçiren, sonra şarkıdan şarkıya kendini geliştiren bir büyüye tanıklık etmemiz de işte bu yüzden. Geçmişe özlemle başlıyor her şey, Webb “Ne harikulade günlerdi / Kaybetmemize nasıl göz yumup geçtik anlamıyorum,” derken bir anda kendini müziğin kollarına bırakıyor, o dakikadan sonra nerede ve hangi zamanda olduğumuza dair tüm fikirlerimiz uçup gidiyor.
İçinde harikulade hüzünler barındıran “Gold & Tinsel” ile “Jackie’s Room”‘un ardından albümü dinlemek biraz daha zorlayıcı bir boyut alıyor, işte bu noktada albümün sizi sarıp sarmalamasına izin verip vermemek belirliyor Clockdust‘tan alacağınız hazzın boyutunu. Huzursuzca dans edilesi bir anti-modern blues parçası olan “Love Turns Her On”dan itibaren enstrümanlar göklerdeki yıldızlar misali dört bir yanınızda parlayıp sönmeye başlıyor, “Rubicon Song”da bu huzursuzluk ayyuka çıkıyor, “Old Flamingo”nun film-noir folk anlayışını yerini “Kinky Living”in histerik balosuna devrediyor. Albümün en uzun ve özgün kısmı “Night In The Evening”de günümüze ait dub müzik tınısını olabildiğince günümüzden uzağa bir noktaya fırlatıyor Webb, bunu yaparken de iyice David Bowie‘yi hatırlatıyor. (Vokalde arada Bowie’yi, çoğunlukla Robert Wyatt‘ı akla getirmek huyudur zaten.) Rustin Man mirasının zirve noktalarından sayabileceğimiz “Man With A Remedy” ile albüm sona erse de müziklerin hikayesi aslında yeni başlıyor.
En saykodelik anlarında bile kulağa tamamıyla ayık gelen, en uhrevi tınılarında bile ayağı toprağa basan, en kontrolsüz gözüken anında bile ne yaptığını bilen birinin müzikleri bunlar. “Rustin Man hikayesinde her adım ileriye atılmış bir adımdır,” diyebiliriz şimdilik rahatlıkla. Her ne kadar tarihin uzayında ileri-geri kavramlarının işlerliği ziyadesiyle tartışmalı olsa da…