Hazırlayan: Deniz Ekim Tilif
1983 tarihli Pink Floyd albümü The Final Cut’ta savaş travması, Thatcher’lı yeni İngiltere, dünya düzeni ve insanoğlunun kaçınılmaz doğası üstüne güzel kelamlar ediliyordu. Animals albümü ile başlayan Floyd’un müziğinin protest damarlarının topyekun kabarması süreci, grubun kemik dörtlüsünün birlikte çıkardığı bu son albümde iyice zirveye ulaşmıştı. Gerçi elbette işin stüdyo kısmında da yoğun bir politika söz konusuydu. Roger Waters onun için esasında oldukça şahsi bir meseleyi ele alan The Wall’un bu devam filminde ipleri eline almıştı, tanıdık insanlarla desteklenmiş bir solo albümdü özünde The Final Cut. Tabi iş böyle olunca tanıdığımız Pink Floyd sound’u da biraz eksik kaldı; neticede bir çılgın elmastan ilham almış 4 büyük müzisyenin ve bunlar içinde 2 rakip deha olan David Gilmour ile Waters’ın birbiriyle çarpışmasından güç alan bir gruptu Pink Floyd. Güçler birliğinin doğurduğu kavgalar ise Waters’ın gruptan ayrılışıyla sonuçlandı.
Floyd üyelerinin hepsinin solo kariyerlerinde yer yer bu kimyanın bozulmasından kaynaklanan eksiklikler hissedilir. Bu konuda Floyd’dan bağımsız tarzda da işler yapan David Gilmour daha bir takdiri hak eder. Roger Waters ise ilk göz ağrısı olan bu projeyle vedalaşmak istememiştir asla, Pink Floyd onun çocuğu gibidir ne de olsa. 2005’te yayınladığı opera tarzındaki Ça Ira hariç bütün solo kariyeri Floyd ile yaptığı işlerden kalan esintiler üstünde uçmaktadır. Kötü bir şey de değildir bu. Ha keza bu ayın başında gün yüzü gören, 25 yıllık bir aradan sonra çıkardığı ilk rock albümü Is This The Life We Really Want? da aynı mirası sürdürmek için aramıza teşrif etmiştir.
Karşımızda gerek protestliğini ortaya koyan başlığı, gerekse şarkı sözlerinin sivriliğiyle The Final Cut dönemi Pink Floyd’unu anımsatan bir eser var. Lafı daha fazla açmak gerekirse Animals, The Wall ve The Final Cut albümlerinin etkisini yoğun biçimde ortaya koyduğunu söyleyebiliriz. Prodüktör koltuğuna Radiohead’in 6. Elemanı sıfatıyla da tanınan Nigel Godrich oturmuş ve haliyle usta işi, Pink Floyd’un mirasına saygılı bir sound çıkmış ortaya. Albümün kadrosunda sağlam gitar solosu atacak bir Gilmour’un yokluğu haricinde bir gedik bulunmadığını söyleyebiliriz. Çoğu gitar aranjmanını çağımızın yetenekli şahıslarından Jonathan Wilson üstlenmiş mesela. Bu prodüksiyon ve ekip sayesinde şarkılar birbirine doğru güzelce akmış ve bütünlük sağlanmış, keyifli bir musiki akışı sağlanmış.
Uvertürün ardından bizi selamlayan “Deja Vu” adlı şarkı albüm çıkmadan önce bizimle buluşmuştu. İlk dinleyişte “Mother” ve “Pigs on the Wing” gibi birkaç klasik Floyd şarkısını akla getiren bu ağırbaşlı balatta yumruğunu yukarı kaldırmaya başlıyor Waters: “If I were a drone / patrolling foreign skies / with my electronic eyes for guidance / and the element of surprise, / I would be afraid to find someone home.” ‘Her şey aynı, deja vu gibi hissettiriyor çevremde gördüklerim’ mesajlı bu şarkı albümün tonunu güzelce belirliyor. Günümüz dünyası ve sorunları albümün ana konsepti. “The Last Refugee” mülteci krizine yorum getiriyor, “And I dreamed I was saying goodbye to my child / She was taking a last look at the sea” diyen bir annenin sözlerini dinliyoruz. Açılıştaki insan seslerinin bize sunuluşu o kadar Waters’ın müziğine özgü bir hareket ki gülümsememek elde değil. “Good night everyone” sözüyle bize seslenen sunucu ‘Rahat uyuyabiliyor musunuz bari?’ diyerek bizi ve toplumu taşlıyor sanki. Tabii bu sahnedeki esas cani koyunlar değil, köpekler ve domuzlar. Domuzlar için de Waters’ın edeceği birkaç laf var. “Broken Bones” Amerikan rüyasını satanların, “Picture That” Afganistan’daki ABD ordusunun, albüme adını veren parça ise Donald Trump’ın ve diğer tüm para babalarının peşinde. Sönmüş hayatlara, yarım kalmış sevdalara, bütün bunların sorumlusu düzene ağıtlar ve öfke var burada. “Hepsinin özü paradır, güzelim” diyor Waters “Smell The Roses”da, “umutlar diyarında çığlıklardan başka bir şey yoktur”. Tüm albümde varolan sevgili imgesi, umudun ve hayallerin kendisidir belki de.
Roger Waters’ın doğasına ve müzik anlayışına aşina olanlar, Is This The Life We Really Want?’ı da sevecektir. Sıradışı ve görüp arttıran, şaşırtıcı bir müzik beklentiniz olmadığı sürece albümü seveceksiniz. Özlediğiniz Pink Floyd tadını da hemen hemen yakalamanız mümkün. Albüm bitince size yöneltilen soruya vereceğiniz cevabı biliyorsunuz. Müzik belki insanları ve çirkinliği düzeltmeyecek, ama kendimizle ve yaptıklarımızla yüzleşebilmek için daha iyi bir yol olabilir mi?