Plague Chamber: “Öfke, Yalnızlık, Çaresizlik ve Yeniden Doğuş”

Kapak Fotoğrafı: Yiğit Tumri

Mert Uzbay, solo endüstriyel noise/techno projesi Plague Chamber’ın ilk EP’si Devour The Soul, Leave the Flesh‘i 13 Aralık’ta yayınladı. Dört şarkılık EP’nin arkasında yatan hikâyeyi direkt kendisinden dinledik.

Seni tanımayanlar için bir giriş sorusu: Mert Uzbay kimdir, Plague Chamber nedir?

Mert Uzbay, kitapların sayfalarında kaybolmayı, müzikte yeni sesler keşfetmeyi ve her fırsatta farklı bir sanat dalının içine dalmayı seven biri. Hem izler hem dinler, bazen de o gördüklerinden, okuduklarından ve duyduklarından kendi dünyasını kurar. Sürekli bir şeyler öğrenmeye çalışırken kendini keşfetmeye de devam eder. 

Plague Chamber ise elektronik müzikte sınırları keşfetmeye çalıştığım ve dinleyiciyi yalnızca bir dinleyici olmaktan çıkarıp, sesler aracılığıyla sorgulamaya davet ettiğim bir proje olarak doğdu. Bu projede endüstriyel techno’dan ilham alsam da, tek bir türe bağlı kalmadan farklı ses paletlerini bir araya getirerek modern yaşamın karanlık yüzlerini yansıtan bir atmosfer yaratmayı amaçladım. Dinleyiciyi rahatsız edici ama aynı zamanda düşündürücü bir evrene çekerken, bu deneyimin her birey için farklı bir anlam taşıyabileceğini düşünüyorum. Plague Chamber müzikte bilinen kalıpların dışında, bireysel keşfe ve derin bir dinleme deneyimine alan açan bir ifade biçimi olarak şekillendi.

İlk EP’n Devour the Soul, Leave the Fleshi’i oluşturan şarkılar nasıl bir süreçte, nasıl fikirlerle ortaya çıktı?

Devour the Soul, Leave the Flesh EP’sini yaratma süreci kişisel deneyimlerimden ve o dönem yaşadığım içsel karmaşadan beslendi. Her bir track bireysel ve toplumsal çatışmaların insan üzerindeki etkilerine odaklanıyor. Aynı zamanda tüm trackler belirli kompozisyonlar eşliğinde bireysel ve toplumsal çatışmaların insan üzerindeki etkilerinin soundtrack’i işlevini görüyor. EP’i dinleyen biri günümüz tabiriyle “anahtar kelimeler” sıralarsa  ‘öfke, yalnızlık, çaresizlik ve yeniden doğuş’ gibi seçenekler aklına gelecektir sanırım.

Sound olarak her bir parçada kullandığım endüstriyel techno elementleri yarattığım atmosferi güçlendiriyor. Drone ve ambient katmanlar ile  dinleyicinin duyusal bir deneyim yaşamasını ve parçaların duygusal derinliğini artırmayı hedefledim.  EP’yi dinlediğiniz süre içerisinde duyduğunuz her ses katmanını duygu yoğunluğunu maksimize edecek şekilde titizlikle işledim.

Devour the Soul, Leave the Flesh ile dinleyiciyi  karanlık ve derin bir içsel yolculuğa davet ediyorum. Her bir parça benim sanatsal vizyonumla ve dinleyicilerin ruhsal deneyimleriyle bütünleşerek unutulmaz bir müzikal anlatı sunmayı amaçlıyor. Netice olarak bunlar benim üretim sürecinde kendi içinde fark edebildiğim detaylar oldu. Fark edemediğim daha pek çok farklı duygu vardır. Dinleyenler de farklı şeyler hissedebilir ve anlamlar çıkarabilirler. Bunları da benimle paylaşmalarında herhangi bir sakınca yok. Hikâyelerini duymaktan mutlu olurum. 🙂

Bu süreçte fiziksel / dijital hangi ekipman ve araçlardan yararlandın? Ürettiğin seslerin yapım / bozum sürecinin mekaniği nasıl gelişti?

Müzik üretim sürecimde, ağırlıklı olarak dijital ekipmanlardan faydalanıyorum. DAW olarak Ableton Live’ı tercih ediyorum. Açık konuşmak gerekirse, Ableton’ın kendi bünyesinde sunduğu stock plug-in’ler, oluşturmak istediğim atmosferi sağlama konusunda genellikle fazlasıyla yeterli oluyor. Bu nedenle, dışarıdan bir plug-in kullanma ihtiyacı genellikle hissetmiyorum.

Bunun yanı sıra, fiziksel ve dijital ekipmanlar arasında pek ayrım yapmıyorum. Üretim sürecimde benim için öncelikli olan, mevcut imkanlarım ve o anki duygusal durumum doğrultusunda istediğim sesi en doğru şekilde yakalayabilmek. Yaratım sürecimin temelinde araçlardan çok yarattığım atmosferin ruhu ve o an hissettiklerimi müziğe nasıl aktardığım yer alıyor. Bu yaklaşım sayesinde kendi sınırlarımı zorlayabiliyorum ve bu beni yaratım sürecim sırasında özgür kılıyor. Ürettiğim müziklerdeki ses paletini belirlerken, teknik unsurların ötesinde tamamen yaratıcı içgüdülerime güveniyorum dolayısıyla da dijital mi fiziksel mi olduğu bir noktada önemini yitiriyor; önemli olan, ortaya çıkan sesin anlatmak istediğim hikâyeyi desteklemesi.

Yapım ve bozum sürecimde ise disiplinlerarası bir yaklaşım benimsiyorum. Böylelikle müzikal sınırların içerisinde sıkışıp kalmadan farklı sanat dallarından da ilham alarak yaratıcılığımı sürekli besliyorum. Örneğin, bir heykelin yapısal formunu melodilere uyarlamak benim için oldukça ilham verici bir süreç olabiliyor. Heykellerin dengesi, katmanları ve biçimsel kontrastları, müziğimde doku oluşturma ve belirgin zıtlıklar yaratma konularında yönlendirici bir rol üstleniyor. Bu tür bir fiziksel forma dayalı düşünce yapısı ses tasarımımı şekillendirirken bana yeni yollar açıyor. Bir mimari yapının hacimsel oyunları veya iç mekan kurgusundaki akışkanlık müziğimde ritim ve melodi arasındaki ilişkiyi şekillendirebiliyor. Bunu da bir örnekle desteklemem gerekirse; mesela bir yapının iç mekandaki geçiş alanları, ritimlerimde kesintiler veya geçiş efektleri olarak kendini gösterebiliyor. Bu, sadece bir ses düzeni değil aynı zamanda mekansal da bir deneyim sunan müzikal bir form yaratmama olanak tanıyor.

Aynı zamanda oldukça yoğun bir şekilde film ve oyun müziklerini dinliyorum. Soundtrack’lerin yapısal dinamiklerini incelemek, hem atmosfer yaratımında hem de hikaye anlatımı açısından oldukça besleyici bir kaynak sunuyor. Bir görsel sanat eserinin estetik kodlarını sese dönüştürmek, veya bir sinema sahnesindeki gerilimi müzikal bir karşılığa taşımak üretim sürecimi zenginleştiriyor. Kendimce benimsediğim bu perspektif, müziğin geleneksel sınırlarını aşarak dinleyicilerime hem soyut hem de somut bir hikaye anlatmama olanak tanıyor. 

Endüstriyel noise sularında gezinen ve meraklıların dinlemesini önerdiğin üç çalışma sayabilir misin?

Dødsmaskin’in Herremoral | Slavemoral ve Verdenssmerte albümlerini kendimce oldukça başarılı buluyorum. Hatta Herremoral | Slavemoral albümünde yer alan Trusselbilde’yi ilk duyduğumda “keşke bu track’i ben yapmış olsaydım” dedim. Bunun dışında Nordvargr’ın  Metempsychosis albümünü ve Treha Sektori’nin Rejet albümünü tavsiye edebilirim. 

Streaming platformunun geçmişine baktığında karşına çıkan son üç şey nedir?

Barış Manço, Spice Girls ve ABBA.

Eklemek istediğin bir şey var mı?

Hayır yok. Sana ve Kıyı Müzik ekibine projeye gösterdiğiniz ilgi ve alaka için çok teşekkür ederim.

Devour The Soul, Leave The Flesh Bandcamp sayfasına şuradan göz atabilirsiniz.