Paul Haslinger 1986-1990 yılları arasında, hepi topu 5 yıllık bir sürede Alman elektronik müzik efsanesi Tangerine Dream ile tam 15 albüme imza attı. Uzun yıllardır film müziği bestecisi kimliğiyle ön plandaydı. Crank, Underworld: Awakening ve Fear The Walking Dead gibi yapımların müziğini hazırladı.
20 yılı aşkın bir sürenin ardından ilk kez bir solo albümle karşımıza çıktı Haslinger geçtiğimiz ay. Exit Ghost büyüleyici ve gizemli atmosferiyle bizi derinden etkiledi. Bunun üstüne Haslinger ile albümü ve daha ötesini konuşmak için sözleştik.
Exit Ghost‘tan rüyalara, edebiyattan Tangerine Dream’e çok çeşitli konulardan bahsettiğimiz söyleşi, umarız sizin için de keyifli bir okuma olur.
Öncelikle yeni albümün için seni kutlarım. Exit Ghost‘a bayıldım, bence bugüne kadarki en iyi çalışmalarından biri, belki de en iyisi.
Teşekkür ederim.
Exit Ghost‘u yaklaşık 8 yılda tamamladığını okudum. Doğru mu bu?
Evet, üstünde profesyonelce çalışmam 8 yılımı aldı. Ondan önce de yaklaşık 30 yıldır üstüne düşünüyordum.
Harbiden mi? 30 yıl ha?
(gülüyor) Oldum olası piyano odaklı bir albüm yapmak istemiştim de nasıl yapacağımı çözememiştim, haliyle biraz vaktimi aldı.
Bu süreçten bahsetmek ister misin? Üstüne düşünmelerin olsun, 8 yıllık kayıt süreci olsun nasıl gelişti?
Elbette. İlk öğrenmeye başladığım enstrüman piyanoydu. Çevremdeki birçok çocuk gibi ben de klasik müzik eğitimi alıp bundan nefret ettim. Bir noktada ise piyanonun başına oturup sahiden keyif aldığım bir şeyler denemeye başladım. Piyano çalışım böyle başladı aşağı yukarı. Müzikle ilk tanıştığım enstrümandı ve o gün bugündür de temel enstrümanım olageldi. Bildiğiniz gibi piyano çalması en kolay enstrümandır, tek yapmanız gereken oturup bir nota bulmaktır. Bunca piyano müziği var, bir de bunca müziğin içinden kendi sesinizi bulup çıkarmak var. Bu sizin vazifeniz, zira piyano çalmak başlı başına kolay bir şey zaten. Durup da “Bu piyano çalışımın hangi kısmı bir şekilde şahsi, tarzımın özgün bir yanı var mı acaba,” demek daha zor.
Daha fazla müzik ürettikçe -ki ben film müziklerimi de sayarsak çok fazla üretiyorum-, müzikteki kökeninizin ve merkezinin ne olduğu sorusu ehemmiyet kazanıyor. Kısacası, Exit Ghost bütün bunların çıkış noktasının hikayesini anlatıyor. Bu hikayeyi de bir süredir bu gezegende yaşamış bir insan ve besteci olarak şu anda içinde bulunduğum konumla birleştiriyor.
Exit Ghost açıkçası bana bir rüyayı ya da rüyaya yakın bir hali çağrıştırıyor. Sormadan edemeyeceğim: Sıklıkla rüya görür müsün? Ve bu rüyaların ne kadarı müzik yaratım sürecine müdahil olur?
Rüyaları her daim tam anlamıyla kavrayamadığımız ve kavramaya da muhtaç olmadığımız bir bağlantı olarak düşünmüşümdür. Rüya görürken hiçbir şeyi sorgulamaz, rüyanın mantık dışı yönlerini kabul edersin. Bu açıdan rüyalarla müziğin güçlü bir bağlantısı var. Bence iyi müziğin de yeri gelince rasyonel düşünceden muaf olması, beklenmedik yerlere gitmesi gerekir. Rüyalarda mümkün olan her şey müzikte de mümkün olmalı. Yani bana göre rüyalar ile müzik arasında güçlü bir ittifak vardı. Zaten Tangerine Dream (Mandalina Rüyası) adlı bir grupta çaldım, o bile kendi içinde cinas yapıyordu…
Evet, elbette Tangerine Dream ile yaptığın çalışmalara bayılıyorum.
Teşekkür ederim. Yani evet, her şey bir noktada birbirine bağlanıyor.
Exit Ghost dediğim gibi bir rüyayı andırıyor, ama bana kalırsa epik bir rüya bu. Epik ölçeklerde geziniyor ve -yanlış tarif edersem mazur gör- sanki küçük ve büyük dokunuşlar bir potada eritilip tek bir organizma haline bürünmüş, bir odanın içinde serbestçe salınıyormuş gibi tınlıyor, veya ona yakın bir şey. İçine titiz bir çaba kattığın rahatlıkla görülüyor ve bu işe yıllarını verdiğini çoktan konuştuk, yani o konudaki cevabımı aldım. (gülüşmeler) Merak ettiğim şey şu, bu müziğin herhangi bir ölçekte içgüdü olarak ortaya çıktığı oluyor mu? Ne kadarını planlamıştın, ne kadarı içgüdüydü? Yaratım sürecinde denge içindelerdi diyebilir miyiz?
Müziğe yaklaşımım katmanlar, aşamalar halinde vuku buluyor. Oturup, bir beste yazıp asayiş berkemal demiyorum. Genellikle bir şeyi yakalamamla başlıyor, bir piyano performansı olur, başka bir ses olur… Sonrasında farklı katmanlarda gelişen uğraşlar geliyor. Zira kendi başına çalışmak ile bir grupla birlikte çalışmak arasında fark var: Bir grupta çalıyorsan sana daima ikinci bir fikir ya da bakış açısı sunacak birileri vardır. Bir başına çalışırken ise iş genelde senin tekelindedir, bu durum da müziğin biraz oturmasını beklemeni, sonra ona geri dönmeni gerektirir. Müziği bestelediğin an yargılayamazsın, en azından ben böyle yapmıyorum. O an yazdığın şey sana iyi bir fikir gibi görünebilir, bu fikre iki gün, iki ay ya da iki yıl sonra döndüğünde ise bakış açının değiştiğini görürsün. Müziği ele alış şeklim böyle.
Yeni bakış açılarıyla birlikte orijinal bir ses kaydıyla neler yapabileceğin, onu nasıl dönüştürebileceğin ya da aktarabileceğin konusunda yeni fikirler edinirsin sıklıkla. Bu durum aslında 20. yüzyılın sanat anlayışlarından (Robert Rauschenberg’ın da ürettiği) asamblaja benziyor. Bu anlayışta farklı malzemeler değişik şekillerde birleştirilir ve ortaya çıkan kombinasyonun etkisine kafa yorarsın. Belki 50 farklı fikrimiz vardır ve bunları tek bir kompozisyonun bağlamına katarsın. Bunu yapmayı çok seviyorum işte, her ne kadar bu sevda kimi zaman seni çok fazla fikrin ve seçeneğin olduğu bir yokuştan aşağı yuvarlasa da. Ancak her fikir kümesi bir noktada kendi kütle çekim noktasını keşfeder. Bu fikirler yığını sizi nereye sürüklese takip edersiniz. Eninde sonunda bütün bunların içinden tamamlanmış bir parça ortaya çıkar. Bunları gerçekleştirmenin verimli bir yolunu bulamadım ve belki öyle bir yolun olması da gerekmiyor.
Eğlenceli bir yolculuğa benziyor sahiden.
Evet, bazen. Kimi zaman eğlendiriyor, kimi zaman ıstırabın kendisi oluyor. (gülüyor)
Doğrudur (gülüyor). Exit Ghost’un arka planında John Fowles romanı Büyücü‘ye ilişkin güçlü göndermeler mevcut. Bu bağlantıyı biraz daha açabilir misin? Kitabı okudun, albümün anlatısını ne şekilde yansıtıyor?
Kitabın anlatısının başlarında, ana karakter bir bekleme odasının bahsini işitiyor. Başta bu bekleme odasının aslında ne olduğu açıklanmıyor. Daha sonra -bu noktada romana ilişkin sürpriz bozan bilgiler vereceğim- bu oda, yaşama dair bir metafor olarak açıklanıyor: Çoğu insanın bütün hayatını bekleme odasında geçirdiği, asla kendi varoluşlarını gerçekleştiremediğine dair. Bu metafor çok hoşuma gidiyor. Uzun bir süre boyunca albümün taslak adı da The Waiting Room (Bekleme Odası) idi zaten. Kitap okumayı ve okuduklarımdan ilham almayı seviyorum. İlhamımın önemli bir parçası kitaplar. Romandaki olaylar Yunanistan’da geçiyor, ana karakter ise hayatından bir anlam çıkarmaya uğraşıyor. Bu uğraş temelde albümün de konusu. Hayattaki konumunu anlamlandırmak falan, artık nasıl ifade etmek istersen.
Az çok anladım sanırım. Aslında romanı okumaya bundan 5 sene evvel başlamış, ama bir süre sonra, “Bunun önce bir sindirilmesi lazım,” demiştim, asla da devam edemedim. Artık ederim herhalde.
Sana karşı dobra olayım: Yazar Chris Kraus’un After Kathy Acker isminde bir kitabı var. İki kadının ilişkisini konu ediniyor. Kraus bu kitapta bir yerde Kathy Acker ile konuşurlarken Büyücü‘nün bahsinin açıldığını anlatıyor. Kendisinin de anlayamadığı sebeplerden ötürü romandan çok etkilenmiş. Beni ilk kez kitabı okumaya iten şey de bu oldu. Yaşam sıklıkla buna benzer bir tesadüfler zincirinin eseridir. O kitabı okumasaydım Büyücü‘yü de okumayacaktım, haliyle albüm de şimdikinden çok farklı gelişecekti. Tamamen bir rastlantı zinciri.
Bu cevap sıradaki sorumu kısmen yanıtlıyor. Yine de kısaca sorayım: Edebiyat alanında sana ilham veren başka neler/kimler var? İlk sıraya koyacakların, ilk aklına gelenler…
Çok fazla edebiyat eseri okuduğumdan, böyle şeyleri sıralarken sıklıkla bir şeyleri unutuyorum. Şu anda Fransızca bir roman okuyorum. Vernon Subutex 1…
Duymamıştım.
…ama yazarının ismini telaffuz etmeye çalışırken katletmek istemiyorum. (Virginie Despentes -ed.) Bir eposta irtibatı edinebilirsek sana bazı isimleri yollayabilirim.
Sevinirim, teşekkür ederim.
Başka ne okumuştum son zamanlarda? O an okuduğum kitaba öyle yoğunlaşıyorum ki öncekileri unutuyorum. Zaman içinde bilhassa kimyamızın tuttuğunu hissettiğim yazarlar oldu. Haruki Murakami neredeyse bütün kitaplarını okuduğum bir isim, büyük bir ilham kaynağı olmayı da sürdürüyor. David Mitchell var sonra, en ünlü romanı Bulut Atlası‘dır. Bu yazarların birçoğu lineer bir anlatısı olmayan romanlar yazıyor, bu durumla müzik yaratmanın karmaşıklığı arasında bir benzerlik görüyorum. Bu hikayeler güncel bir his veriyor, yaşamı 100 yıl önceki gibi değil de tam şu an olduğu haliyle yansıtıyor gibiler. Yaşamı şu anki algılayış şeklimle paralellik içinde olan insanlar ve yazarlardan ilham alıyorum, ki bu da pek klasik bir anlayış değil. Farklı bir dönemdeyiz artık, günümüz hissi veren şeyleri okumak, duymak, görmek iyi geliyor.
Film müziklerinle de biliniyorsun. Bugüne kadar yaklaşık kaç soundtrack albümün yayınlandı? Oldukça fazla değil mi?
Evet, belki de gereksiz derecede fazla. (gülüyor)
Filmlere müzik hazırlamak insana nasıl hazlar verir? Exit Ghost kadar aydınlatıcı oluyor mu bu çalışmalar senin için?
Harika bir iş bu, çok seviyorum. Bir şeylerden çabucak sıkılan biriyim, bu iş ise beni daima yeni virajlara sokuyor. Filmlerde ve televizyonda normal bir müzik kariyerinde olduğu gibi bir sound‘a takılıp kalmıyorsun. Projenin peşinden istediğin yere gidebilirsin. Müzik hayatında daha fazla macera ve izge sahibi oluyorsun, bu da harika bir şey. Projeye hizmet etmek de harika bence. Egonu bir kenara koyup, “Bu bestekarla alakalı bir şey değil, filmi veya gösteriyi daha iyi kılmakla alakalı,” diyorsun. İşin bu yönlerine bayılıyorum.
Öte yandan şu da var ki -neredeyse 20 yıldır sadece film müziği hazırladığım için- daima hizmet halinde kalıyor, müzisyen benliğimden bir şeyler kaybetme riskiyle karşı karşıya kalıyorum. Exit Ghost‘u yaratan motivasyonlardan biri de bu riskti. Arada sırada bir dizi ya da filmi hedeflemeyen bir şeyler de ifade etmek, feneri başka bir yöne doğrultmak istiyorsun. Bence işin ne olursa olsun yeri gelince bu tarz sebep-sonuç ilişkilerinden muaf olmak önemli ve de gerekli. Biri sana “Sana para vereceğim, şimdi biraz müzik bestele,” dediği an özgürlüğünü yitirirsin. Bir projeye hizmet etmeye başlamışsındır. Kendi müziğini yaptığında ise seni kontrol eden ipler olmaz, müziğin seni götürdüğü yere gidebilirsin.
Birkaç sorum daha olacak. İlki diğer projenle ilgili. Güncel olarak bir de The Neuland Project’in içindesin. Adını doğru telaffuz ettim mi?
Evet, hiç fena değildi.
Projendeki ortağın Peter Baumann, ki bu ilginç bir durum. O da senin gibi eski bir Tangerine Dream üyesi. Bu proje nasıl gelişti? Zira ikiniz asla aynı anda grubun kadrosunda yer almadınız.
Aynı anda grubun kadrosunda değildik, ancak 80’li yıllarda Tangerine Dream’in anlaşmalı olduğu plak şirketi Private Music idi. Peter’la tanıştığımda patronumdu yani, Private Music’in başındaki isimdi. Halihazırda da eski bir Tangerine Dream üyesiydi. İlk kez bu vesileyle tanıştık. İkimiz de Batı Yakası’nda yaşıyoruz. O eskiden Los Angeles’taydı, şimdi San Frascisco’da yaşıyor. Bense hala Los Angeles’tayım. Yıllarca irtibat halinde kaldık, birbirimizin muhabbetini seviyoruz, ikimiz de müzisyeniz… Doğal gelişen bir şey yani. Arada sırada birlikte müzik yapasımız geliyor. Bir defa yaptık da: 90’lı yılların başında Blue Room adlı, (resmi olarak) hiç yayınlanmayan bir proje için birleştik. Birkaç yıl önce tekrar bir araya geldik. Birlikte müzik icra etmekten çok zevk alıyoruz. İkimizde birden Tangerine Dream’in farklı dönemlerinden gelen bir yaşanmışlık var. Exit Ghost‘a benziyor biraz, içinde hem geçmişin çehresi var hem de geleceğin. Bu projeyi nereye götürmek istediğimiz, elektronik müziğin nelere muktedir olduğu ve olması gerektiği soruları var. Tamamen doğal bir süreçti yani.
Projeyi harika yerlere götüreceğinize kuşkum yok. Son bir soru olarak şunu sorayım: Az önce dediğimiz gibi Peter ile sen hiç aynı anda Tangerine Dream’in kadrosunda bulunmadınız. Birbirinize o günlerden çılgınca anılar anlatıyor musunuz? Anlatıyorsanız bana da bir tane anlatabilir misin?
(Gülüyor) Bence bu mesele anekdotların ötesinde seyrediyor, zira onca anıya dönüp baktığında Tangerine Dream’in geniş bir hikayesi olduğunu görüyorsun. Nasıl oldu da Tangerine Dream ile bir avuç başka Alman grup böyle büyük bir başarıya kavuştu? Bence işin içinde hatırı sayılır miktarda tesadüf de vardı. Heyhat şu bir gerçek ki bu müzisyenler -Kraftwerk, Tangerine Dream, Can gibileri- çok fazla şeyin yolunu açtılar. (Alman müzisyen) Conny Plank’le ilgili bir belgesel film çekildi geçenlerde, izledin mi bilmiyorum. Adı Conny Plank: The Potential of Noise.
Hayır, ama izleyeceğim kesinlikle.
Conny öldüğünde oğlu henüz 13 yaşındaydı, o da babasının yaşam hikayesinin peşine düşmeye karar vermiş ve bundan bir belgesel ortaya çıkarmışlar. Babasını hiç tanımamış, ne ilginç. Ne de olsa Conny daima stüdyoda albümler üstünde uğraşıyordu. Peter ile ben Tangerine Dream üstüne konuştuğumuzda da böyle oluyor, zira o vakitler o kadar çok şey olup bitiyordu ki olayların hepsini kavrayamıyordun.
Hala işini görebilecek komik bir anı hatırlamaya çalışıyorum. (gülüşmeler) Buldum galiba. 1988 senesi olsa gerek, Tangerine Dream olarak Kuzey Amerika turnesindeydik, Quebec’te açık hava konserimiz vardı. Kuzey Kutbu’na yakın bir şehirde olduğumuzdan mevsimlerden yaz olsa bile geceleri buz gibi soğuktu. Konser de elbette akşamdı. Performansa başladık, ortalarda bir yerde Edgar (Froese) ile benim birlikte gitar çalacağımız bir parça vardı, öncesinde ise o zamanki grup üyesi Ralf Wadephul’un bir piyano solosu geliyordu. O soloyu icra edecekti, bizse gitarlarımızla hazır olacak ve soloyu bitirdiğinde sahneye dönecektik. Ne var ki o akşam inanılmaz soğuktu, piyano solosunun vakti geldiğinde Edgar ile ben ellerimizi hissedemiyorduk. Kulise koştuk ve buz tutmuş ellerimizi bulduğumuz ilk sıcak suyun içinde bekletmeye başladık. Elbette bunu Ralf ile konuşma imkanımız olmamıştı. Zavallı adam bir anda kendini 5,000 seyircinin önünde yapayalnız buldu. İkimiz sahneye dönene dek ne kadar süreceğini bilmediği bir solo çalmaya koyuldu, bizse bir türlü ortaya çıkmıyorduk. (gülüyor)
O da uzata uzata devam etti yani… (gülüyor)
Aynen öyle. Bazen turnede böyle şeyler olabiliyor işte.
Sanırım sana başka sorum kalmadı, Paul. Benimle bu röportajı yaptığın için teşekkür ederim.
Ne demek.