”Bizler ki düşlerin mayasından yaratılmışız, şuncacık bir adadır hayatımız, ağır uykularla çevrili. ”-W.shakespeare
Bugün Norveç’te uyandı. Soğuktan biraz ürpererek kaldırdı başını yastıktan. Hiç alışık olmadığı taze çimen kokusu, hiç alışık olmadığı bir sessizlik. Her sabah uyandığında acaba bugün ne tarafa doğru bezsem bu hayattan diye düşünmeden açtı gözünü ilk defa. Korna sesi yok, yarın toplantıda giymek için akşamdan hazırladığı kıyafetleri yok, hatta on defa ertelediği saati yok. Zamansızlığın ve bilinmezliğin verdiği panikle kalktığı odanın yalınayak bastığı ahşap zemininden gıcırtılar yükseldi sakin ol dercesine.
O panikleyip hareket ettikçe sesler artıyor, yavaşladıkça uyumun huzurunu göstererek O’nu gittikçe yerlileştiriyorlardı. Kapının eşiğine yaklaşıp açmaya kalktığı an kulp elinde kül ufak oldu. Tüm kapı, ardından duvarlar ve sonra da pencereler. Tüm sahne kalkıp o bakir doğa ile başbaşa kaldığı an taşlar yerine oturdu ki, bu kadar büyülenerek uyandığı şu odanın dinginliği, ancak böyle bir manzaranın fragmanı olabilirdi. Hayatı boyunca iç huzuru ile aradığı o tüm yerlileşme hissinin bir anda aradığını bulma duygusuyla birleştiğini farketti. Önce söz değil, bayaa bayaa önce mutluluk varmış. Burası hariç kendi dahil tüm insanoğlunun sunulanı mahvetmekten ve sürekli şikayet etmekten ötürü mızıkçılık ve varyemezlik suçundan müebbet yemesi gerekiyordu.
Rüzgarın, dağın, yamacın, uçsuz bucaksız sarp kayalıkların, fırtına bulutlarının bir nesne olduğunu bilmesi imgelem dünyasında ancak bir avuç içi kadar rahatlatıcı olabiliyor. Gerçek hayatta her şey bittiği zaman, sadece avuçlarını doldurabilecek kadar sevdiği şeylerden alma hakkı oluyor insanın. Ne yer gök sığıyor, ne fiyortlar, ne de yanar dağlar. Koku mesela? Ya da sessizlik? Ama rüya öyle mi? Alelacele
avuçlayıp tıktı ceplerine kendini tamamlayan ne varsa. Thor ya da Odin bir kitap indirseydi bir
maddesinde topraklarını ziyaret eden tüm aidiyetsizlere bu torpili geçeceklerinden ise neredeyse
emindi.
Uyanmasa planı muazzam işliyordu. Ama uyanırsa eğer yine eksik kalacaktı.
Bir rüyada olduğunun farkına varmak ve o rüyadan uyanmak ancak ‘yaşanmamış yerler atlası’nda bir
yerdeyseniz oldukça hüzünlü olabiliyor. Kendimize biçtiğimiz düşlerin yalnızca düş olarak kaldığını
anladığımızdan mı, yoksa bambaşka coğrafyalarda bedenimizi, aklımızı, fikirlerimizi bu dinginlik ve
huzuru bulduğumuz her noktaya göre geliştirmişken, bastığımız yerle de tamamlama arzusundan mı
bilinmez, ama sanırım bazı şeylerin ziyareti sadece içinizdeki kuyunun mahiyetini gösterip gitmek maksatlı olabiliyor bazen. Tıpkı bu tür rüyalar gibi.
Tüm yarım kalmışlıklar ve bu tamamlanma arzusunu Rus bir psikolog Zeigarnik yine kendi ismi ile ortaya
koyduğu Zeigarnik Etkisi ile açıklar;
“Yarım kalmış, kesintiye uğramış işler, tamamlanmışlardan daha kolay ve net hatırlanır.”
Hayat içerisinde karakter yapılanmalarımızdan seçimlerimize kadar her şey bu yarımlıklarla alakalı. Hangi müzik türününden hoşlanıyor olduğumuz, hangi resmin duvarımızda durmasına dair tercihimiz, kıyafetlerimiz, fikirlerimiz..
Kendimize biçtiğimiz hayatla içerisinde var olduğumuz hayat arasında ne kadar fark varsa arayışa meyilimiz o kadar artıyor. Bu meyil bir süre sonra zaman mekan örüntüsünden bağımsız, sadece büyük hazlar getiren küçük dokunuşları bulup çıkarmamızla sonuçlanıyor. Her nerede kendimizi buluyorsak, boşluklarımızı doldurup, biz yaşadıkça asla sonlanamayacak olan bu açlığı da hayata sarılma şeklimiz haline getiriyoruz şüphesiz.
Doğadan asla vazgeçemeyen ve dönüp dolaşıp yine kendini doğada tamamlayan insanların bir çoğunun huzur denilince haritada başını yukarılara doğru kaldırdığını biliyoruz. Düşlerinin tamamını kuzeylerden alan ve ruhsal doyuma ulaşan büyükçe bir kitle var.
Onların adına bahsedeceğimiz en taze isimlerden biri de Otto A Totland. Norveç, Porsgrunn doğumlu Totland’ı dinlemeye başladığınız zaman kuzeyin soğuğu içimizi nasıl bu kadar ısıtabilir diye düşünürken fizik kurallarının çok da önemli olmadığını görmeye başlıyorsunuz. Kendisi sadece zor pasajları çalmıyor aynı zamanda parçaları analiz ediyor. Her parçasında görüyoruz ki, nasıl koskoca bir orkestra bizde tek bir vücutta anlam bulabiliyorsa bir müzisyen de bizi gayet kalabalıklaştırabiliyor.
Otto A Totland 2014 yılında ortaya koyduğu 18 parçalık albümü Pinô’nun ardından geçtiğimiz İki albümde de kışın dinginliği, endişesizliği ve rahatlığına dair bir çok metafor var. Kendisi ise parçalarında melankoli ve nostaljinin ezici bir hissinin var olduğundan bahsederek en eski kayıt tekniği ile yakalanan saf zamansızlık olarak tanımlıyor.
Ayrıca yine kendisi gibi Norveçli Erik K. Skodvin ile Type Records çatısı altında Deaf Center projesine imza atmışlar. Bu projede özellikle ‘Neon City’ ile soyut ama ulaşılabilir bir şey yarattıkları ortada. Sizi dünyanın en iyi yalıtım malzemeleriyle izole edip en derinde ve en yükseklerde tüm hayata bir bakış sunuyor. Yakıcı buz ve kızgın ateşlerin nordik etkileri sanırım The Lost’un 15 parçasında da var.
Berlin’de bir plak şirketi olan Sonic Pieces ile The Lost albümünü piyasaya sürdü.
Yer ve gök demişken, sevgili dalgıçlar ve astronotlar! Evrene dair iyi haberlerinizi bekliyoruz.