Nick Cave’in teslim olduğu o an: Wild God

Bir gölün başında, yemyeşil çimlerdesiniz. Ilık, parçalı bulutlu bir hava. Çevrenizde kuşlar, tabiat, gökyüzü… Dışınızdaki dünya huzurlu, sizinse yüreğiniz buruk. Sanki yakın zamanda ailenizden biri ölmüş gibi. Daha geçen pazar sağanak yağmurun altında ilahi bir gücün canınızı almanızı ummuşsunuz. Kendi kasvetinizde tek başınıza sessiz sessiz süzülürken göle atlasanız şeker misali çözüneceğinizi, yerinizde otursanız buharlaşacağınızı hissediyorsunuz. Bu birkaç yıldır böyle. Derken -sebepsiz biçimde, küçük bir anlığına- dışınızda süregelen hayatın kısık sesli görkemi size de nüfuz etmeye başlıyor. Ağacın dalları hışırdıyor, kuşlar ötüyor, rüzgarın tonu sanki merhametli bir ninniye evriliyor. Ve her şeye rağmen gülümsemeye başlıyorsunuz. Sizi aşarak devam eden ve aşkınlığını sürdürecek yaşamın ışıltısı yüreğinizi aydınlatıyor. Hatta dans edesiniz geliyor. Bu dansı sadece siz yapabilirsiniz.

Wild God‘un çeşitli şarkı sözlerine dokundurmalar da içeren bu ilk paragraf, albümün haletiruhiyesini tasvir etmeye çalışırken çizebildiğim en kapsamlı tablo. Ve evet, tıpkı bir önceki The Bad Seeds albümü Ghosteen‘in kapağı gibi buradaki müziklerin de bir tabloya dökülmesi mümkün. Aralarındaki fark şu: O tablo soyut bir diyardaki uçsuz bucaksız bir nehirde akıyorken Wild God kendini topraklıyor; yüzünü dünyevi güzelliklere dönüp yani başımızda olup biten zarif şeyleri görerek iyileştiriyor kendini.

Albüme ilişkin “Wild God‘ın şakaya gelecek yanı yok. (…) Bilmiyorum, bu albümü dinlerken kulağa mutluymuşuz gibi geliyor.” sözlerini sarf eden Nick Cave’in geçtiğimiz on yılda iki oğlunu birden kaybedip çok uzun vadeli bir yas sürecinden geçtiğini tekrar tekrar konuşmamız şart değil. Belki de konuşmamız gereken; bir şekilde acılarının ötesini, hayatın çirkinliklerine inat güzelliklerini görmeye çabalayan fani bir insanın tüm engellere inat bir seviyede iyileşmesini kutlamaktır. Bu iyileşme mutlak mutluluk anlamına mı geliyor? Hayır. Mutlak mutluluk nedir ki zaten? Aslolan yaşam yolculuğunun sana getirdiklerinden bir şekilde güç almak ve belki bir isyan, belki -Cave özelinde- bir teslimiyet biçimi olarak tüm yaşamın güzelliklerini görebilmektir. Burada Cave’in teslim olduğu şey Tanrı da olabilir, sevgi de, içimizdeki sonsuz çukurların görkemi de. Orası önemsiz. Önemli olan tüm şarkıların -ve o şarkıları vaat edenlerin- olanca içtenliğiyle tam karşımızda olması.

Müzikal açıdan 2004 tarihli Abattoir Blues / The Lyre of Orpheus çifte albümü ile 2019 tarihli Ghosteen‘in aşk çocuğu gibi görünen Wild God, 44 dakika boyunca bildiğimiz The Bad Seeds’in farklı farklı şekil ve dönemlerini akla getirirken şapkasından tümüyle kendine ait birkaç numara çıkarmayı da ihmal etmiyor: “O Wow O Wow (How Wonderful She Is)“de grubun külliyatındaki ilk autotune kullanımı örneklerini işitiyoruz örneğin, şarkının geri kalan dokusu ise pastoral bir romantizm içererek “Breathless” ve “Opium Tea” gibi cıvıl cıvıl ve ender rastlanan The Bad Seeds duygularını 20 yıl sonra vizyon dolu bir biçimde güncelliyor. Başkasını bilemem, ama bu şarkıyı dinlediğimde içim harika bir huzurla doluyor. Albümün ortasında yer alan “Conversion” ise Ghosteen‘in buğulu synth’leriyle yola çıkıp tam orta noktada bir gospel destanına evrilmeye karar veriyor; ortaya grubun diskografisinin en enerji yükselten, tutkulu ve ucundan erotik şarkılarından biri çıkıyor. İsminin Türkçe anlamı ‘dönüşüm’ -ve ayrıca ‘dine dönme’- olan şarkı, tam anlamıyla albümün kırılma noktası. Cave’in sembolik olarak “Ama hâlâ hayattayım!” deyip üstündeki tozu toprağı attığı durak, seçkinin de en vurucu parçası. Şarkının progresyonunun bana Nick Cave ve Warren Ellis’in ortak albümü Carnage‘da yer alan “White Elephant“ı oldukça anımsattığını da eklemeden geçemeyeceğim.

Grubun adıyla çıksa da yüzde doksan oranında Cave ile Ellis’in solo projesi olan Ghosteen‘in ardından burada yıllar sonra ilk kez The Bad Seeds’ten bir ‘grup performansı’ seyrettiğimizi de belirtmek gerek. Thomas Wydler, Martyn P. Casey, Jim Sclavunos ve George Vjestica kimilerinin fazlaca özlediği o kolektif dinamiği yeniden aktif biçimde kurmuş. Kendilerine birçok şarkının ‘ayin’ hissini perçinleyen bir koronun yanı sıra Luis Almau ve ismine birçoğumuzun çoktan aşina olduğu Colin Greenwood eklenmiş. Mevzubahis grup dinamiğini bilhassa 1990’lardan fırlamış görünen “Final Rescue Attempt“te; geçmişe, bugüne ve geleceğe kadeh kaldıran tutkulu aşk mektubu “Wild God“da ve merhumların da aramızda mutlulukla yürüyebileceğini ima eden “Frogs“ta yakalamak mümkün. “Long Dark Night” David Bowie melankolisine bulandırılmış bir The Boatman’s Call dönemi yapıtı imajıyla gönlümüzü fethederken “Joy” ve “Cinnamon Horses” The Bad Seeds’in son dönem işlerine yakın duruyor. Lirikal düzeyde tekrar tekrar dinledikçe yeni detayların ve olası bağlantıların göze çarpacağı da şimdiden besbelli. Kümülatif bir albüm Wild God, var olan tarihten bugüne ve geleceğe el uzatıyor. Söz bazında Cave’in olduğu kadar müzikal bazda da grubun yolculuğunun bir özeti ve evrimi. Farklı dönemlerin etkisini taşısa da şu an içinde yaşadığımızdan başka hiçbir dönemde çıkamayacağını önemle vurgulamak gerek.

Cave yakınlarda konuk olarak katıldığı Stephen Colbert’in talk show’unda oğlu Arthur’u kaybettikten kısa süre sonra yaşadığı bir olayı şöyle aktarıyor: “(Oğlumun kaybından sonra) yaşadığım kasabada halk içine karıştırdığım ilk sefer çok garip hissettim. Yakınlardaki bir vejetaryen paket servis restoranına gittim. Sık sık uğradığım bir yerdi, orada çalışan kadınlardan birini iyi tanıyordum. Harika biridir. Kasada o gün o çalışıyordu. Sıra bana geldi, karşılaştık ve hiçbir şey demedi. Çok şaşırdım. ‘Ne yaşadığımı bilmiyor musun?’ dedim içinden. Borcumu verdim. Para üstünü bana uzatırken elimi kavradı ve sıkı sıkı tuttu. Bu anı hiç unutamadım. Sessizdi, güzeldi, mesajı apaçık ortadaydı. Bir insanın başka bir insanın oradaki varoluşuna verdiği cevaptı. Dilin ve kelimelerin ötesinde bir şeydi. Bize derinden temas eden şeyler de hep böyle küçük kibarlıklar oluyor sanırım.” Bu anekdotla Wild God‘ın dinleyici üstünde bıraktığı etki arasında bir paralellik mevcut: Yaralarımıza, aldığımız hasarlara elimizi kavrayıp sıkı sıkı tutarak cevap veriyor Wild God. Hem yaratıcısını hem de bizi tam olarak bu şekilde iyileştiriyor.