New York edebiyatta ve sanatta sıklıkla deşifre edilecek bir şehir olarak sunulur. Yalnız olduğu ölçüde sosyal, güzel ama dikenli, kültürel heyhat devamlı evrim içindedir. Şehre tutulan nice insan biliyoruz: F. Scott Fitzgerald kendisine başyapıtı The Great Gatsby‘de şapka çıkarmış, David Bowie hayatının ikinci baharını bir New Yorklu olarak yaşamıştır. Kimileri de tersini düşünür: Bob Dylan otobiyografisi Chronicles: Volume One‘da “bu şehrin yoğun bir sokağında donup kalsanız kimsenin ruhu duymaz” der. Bestekar George Gershwin ise meşhur New York’lular arasında yer almasından mütevellit şehri canı gönülden sevenler arasında yer alır kuşkusuz.
Rhapsody in Blue, Gershwin’in en meşhur bestelerinden olduğu gibi galasını çok isabetli biçimde New York’ta yapmıştır. Zarafeti ve göz alıcılığıyla yoğun bir New York gününü Gershwin’in gözlerinden başarıyla tasvir edebilir bu eser. Peki o halde bu besteyi bir sinema eserine nasıl yerleştirebiliriz? Herhangi bir film sahnesine ideal düşecek müziği seçmek, hassas ve incelikli bir mesele. Bir film kadrajına bakarken edinebileceğimiz duygu spektrumunda da büyük söz sahibidir müzikler.
O halde gelin Rhapsody in Blue‘ya soundtrack’inde yer veren iki filme, Fantasia 2000 ile Manhattan‘a bir göz atarak bünyemizde nasıl duyguların uyanacağına bir bakalım.
Woody Allen filmi Manhattan‘ın açılış sahnesinin, Gershwin’in eserini yazarkenki ruh halini daha isabetli yansıtıyor olması mümkün. Sonuçta iki şahsın benzer geçmişleri var: İkisi de Yahudi kökenli Amerikalılar ve ikisi de New York’ta doğup büyümüşler. Gershwin durmaksızın Broadway müzikalleri üstünde çalışmış, Allen ise kariyeri boyunca şehrin yaşam tarzını işlemiş filmlerinde. Öte yandan, Allen’ın altı üstü Gershwin’le aralarındaki benzerlik yoluyla aklımızı çeliyor olması da pekala mümkün. Rhapsody in Blue sayesinde işte üstümüzde böyle bir tesir bırakıyor Manhattan. Allen, Gershwin’i sahnedeki repliğinde bile doğrudan anarak, ona selam durarak romantize ediyor New York’u. Ona göre New York, “nabzı Gershwin’in ezgileri eşliğinde atan” bir şehir. Gershwin’den alenen bahsetmek film için enteresan bir hareket, konuşan karakterin o esnada Gershwin’i dinlediği ve dolayısıyla diegetic (sahnede gerçekli zamanlı çalan) müzik kullanıldığına ilişkin ipucu sunuyor bize. Beste burada lounge jazz tarzında icra edilmiş, rahatlatıyor, huzur veriyor. Ekranda gördüğümüz ve ağır ağır geçen kadrajlar, bu sayede şehrin kaosunu ve kalabalığını vurgulayacağına insanı gevşetiyor. Dünya üstündeki her şehrin çoğu sakini gibi Allen’ın da memleketiyle uzlaşamadığı noktalar var elbette: Uyuşturucular, gürültülü müzik, suç oranı… Heyhat neticede “New York onun muhiti, hep de öyle kalacak.” Bu repliğin hemen ardından müziğin bir anda yükselip özgüven kazandığını fark etmemek elde değil. Allen, işte Gershwin’in müziğiyle bu şekilde sevgisinin altını çiziyor. Ayrıca Gershwin’in hayatta olsa söylediklerini onaylayacağı izlenimi yaratıyor.
Disney animasyonu Fantasia‘nın yeniden yapımı Fantasia 2000, besteyi daha farklı ele alıyor: Manhattan‘ın yaklaşımı akıllara rahatlatıcı bir caz kulübünü getiriyorsa, burada madalyonun öteki yüzünü görüyoruz: Animasyon sekansı boyunca New York gürültülü, karmaşık, senkronize edilmiş otomatik bir oyuncağa dönüşüyor. Başlarda gördüğümüz inşaat işçisi ekmeğinin peşinde, işe geç kalma korkusuyla fırlıyor yatağından. Zira gazetede belirtiliği üzere “işler kesat gidiyor”. Görünen o ki hikaye, Wall Street borsasının 1929’daki çöküşünün ertesini yansıtıyor, kasvetli Büyük Buhran zamanları… Şık giyimli ama üzgün, muhtemelen kısa süre evvel işinden olmuş bir adam, bıkkın biçimde gazeteyi eline alıp kahvesini içiyor. Az ötesinde insanlar metroya koştururken sessizce oturuyor. Bestenin daha tempolu kısımlarına bir yerden bir yere koşturan insan görüntüleri eşlik ediyor. Her şey bir hayat memat meselesine benziyor bu noktada. Yetenekli olduğu bir hobi arayışındaki küçük bir kız çocuğu Gershwin’in bestesini piyanoda çalmayı denediği vakit, bestekarın kendisini animasyon olarak, piyanoda icra halinde görüyoruz. Gershwin’e harikulade bir saygı duruşu bu, böyle anlarda şehrin zarif yüzü yeniden ön plana çıkıyor. Zarafetin tavan yaptığı sahne ise, kuşkusuz, bestenin son derece melankolik seyreden bir kısmı eşliğinde buzda paten yapan karakterler. Burada müzikle senkronize hareket eden görseller, karakterlere karşı duygu kapasitemizi yükseltiyor. Empati kuruyor, ortadaki umutsuzluğu da, geleceğe yönelik sönük seyreden hayalleri de hissedebiliyoruz. Ve tıpkı Manhattan‘ın açılış sahnesi gibi bu sekans da yüksek, özgüvenli notalarla final yapıyor, bu noktada her iki sahnenin de New York’un görkemine hayran bir bakış açısından doğduğu iyice anlaşılıyor. İki eser de Gershwin sevgisinden yola çıkarak inşa ediyor ağırlığını.
Son olarak, Rhapsody in Blue‘nun modern dünyanın öncesini anlatan bir filmde aynı tesiri yaratamayacağını belirtmeliyiz. Tıpkı bestekarı gibi o da günümüze dair bir şeyler anlatıyor. Telaşı, görkemi ve acısıyla modern dünya düzeninin içindeki canavarı uyandırıyor.