Öyleyse doğru yerdesiniz. Size birkaç yoldan bahsedeceğim.
Geçtiğimiz ayın öne çıkan konularından biri Vega’nın yeni albümünü dinleyicilerle paylaşmasıydı.12 yıl sonra bir albüm çıkartmaları gerçekten de hayranları için muazzam bir haber olmalı. Başlangıcı bu haberle yapmamın nedeniyse, sadece albümün piyasaya çıkması haberinin bile kolektif olarak gözden kaçmayacak bir duygulanım yarattığı durumu ya da sanrısı (şimdilik adını koymak biraz zor).
Açıkçası herhangi bir albümlerini baştan sonra dinlememiş biri olarak yeni albüm çıkarmaları benim de hoşuma gitti. Neden derseniz, Türkiye’de türünde alternatif bir çizgiyle ana akımda konumlanmış bir grubun hala üretken olması fikri hoş geldi. Bu kadar, evet. Kitlesel medya deyince akıllara sadece geleneksel medyanın geldiği bir zamanda parçalarına da topluca iyi kötü vakıf olduğumuz bu grubun albümünü dinleyince, şarkılar bende pek özlem ya da geçmişe dönüş hali yaratmadı haliyle. Hala üretiyor olmalarıyla geçmişteki üretkenliklerini aynı düzleme koyunca, bir parça geçmişteymişim gibi kendimi kandırabilirim ama ucundan, yalan yok. Bir Baba Indie kurucularından biri olarak bildiğim Anıl Sayan, albümün çıkışıyla beraber gelen Vega özlemini Twitter’da başka bir açıdan yorumladı. Genel olarak geçmişe duyulan özlemin özellikle “şu an 30’lu yaşlarda, eğitimli ve ‘beyaz yaka’ orta sınıf”ta görüldüğüne işaret eden bir yorumdu bu.
İster bireysel deyin, ister kolektif; nostalji belirli dozlarda hayat akışımıza uğruyor ya da bir şekilde yolunu düşürttürebiliyoruz. Belirsizlikle başa çıkmak, olumlu hissetmek ve/veya aidiyetlik duygusunu canlandırmak nostaljiye başvurmamız için akla gelebilen ilk nedenlerden. Her şeyde olduğu gibi nostaljinin de iyi ve kötü tarafları var, o kısma girmeyeceğim. Sebebi ne kadar çeşitli olursa olsun, ihtiyaç olabiliyor. Yoksa da olması için koşullar (yeterince) bonkör davranabiliyor.
Vega’nın albümü dışında geçmişe dönüş eğilimi kapsamında değerlendirilebilecek birkaç konu daha var. Biraz bunlardan bahsetmek istiyorum. Sırasıyla: Lin Pesto, Spotify Zaman Kapsülü, Singles ve ufak bir duyuru niyetine Gri Değil Siyah: Ankara Rocks!
[su_divider top=”no”]
Son 3–4 aydır, zamanında kolektif hafızamıza kazınmış ve ağırlıklı olarak fantezi pop türündeki parçaları bambaşka bir formda dinleme keyfine erişiyoruz. Bu konuda Lin Pesto’ya ne kadar teşekkür etsek az. Henüz keşfetmeyenler için diyeceğim; fakat bu ifadeyi ilk kez kendi blogumda yazarken kullanmıştım. Kıyı Müzik Lin Pesto’ya yer veren ilk bilinen müzik bloglarından biri olduğundan muhtemelen kendisini biliyorsunuz. Kendisine ulaşmak için elde iki mecra var: YouTube ve Twitter.
İlk olarak orijinalini hiç dinlemediğim “Dondurma Gibisin” cover’ını “Felaket olarak adlandırılanların (her neyse), yeri gelince, ne kadar büyük güzelliklere sebebiyet verebileceğini unutabiliyoruz. Öyleyse unutmayalım” notuyla paylaşmıştım (Muhtemelen bana hak verebileceğiniz cover’ı sayfanın en altında). Lin Pesto buna Ajda Pekkan, Bülent Ersoy, Ebru Gündeş, İzel, Sibel Can, Seda Sayan ve Yıldız Tilbe cover’larını ekledi. 10–20 yıl önce çıkmış ve muhtemelen hatırladığınızda sadece geyiğine 1–2 defa dinleyebileceğimiz ya da hiç dinleyemeyeceğimiz şarkıları synth pop/cold wave türüyle tamamen dönüşüme sokarak kozadan kelebek çıkartıyor bir nevi.
Bu sırada ne kadar ilgi gördü derseniz, öncelikle YouTube hesabına göz attığınızda dinleyenlerin kalbini tam anlamıyla fethettiğini anlayabiliyorsunuz. In The Void, Hürriyet, ve benim gibi bazı sevenleri de Medium hesaplarında kendisini överken bir taraftan da kimliğinin gizliliğine değiniyor. Parçalarını paylaşanlar ya da kimliğini sorgulayanlar arasında farklı kesimlere hitap eden tanınmış isimler de vardı: Salon direktörlerinden Deniz Kuzuoğlu, Gonca Vuslateri, Pucca ilk defa bir şekilde denk geldiklerim arasındakilerdi. Sonrasında Cem Yılmaz ve Kaan Sezyum’un da keşfettiğini gözlemledim. Benim en çok sevindiğim ise Jakuzi’den Taner Yücel’in 13 Eylül’de arkaoda’da dark wave, gothic, pop ve post punk türlerini içeren eski ve güncel arşivlerini çaldığı “Dans Eden Ölüler” gecesinde kendisine yer vermesiydi.
Lin Pesto gözlemlediğim kadarıyla şu ana kadar herhangi bir cover’ıyla ilgili herhangi bir sponsorlu paylaşımda bulunmadı. Tamamen organik bir şekilde şanı yürümekte. Cem Yılmaz’ın kendisiyle ilgili paylaşımını da sponsorlu içerik gibi düşünmüyorsunuzdur umarım, değil mi?
Peki insanlar ona neden bu kadar ilgi duyuyor? Kimliğini tamamen gizli tutması? (Olabilir, ama kendisi “hiçbir yer röportaj vermem” gibi katı kurallara sahip birine benzemiyor. Sırasıyla Akşam, Zero İstanbul ve Play Tuşu’na röportaj verdi. In The Void için hazırladığı playlist’e de Play Tuşu röportajından ulaşabilirsiniz) Geçmişte kolektif hafızaya kazınmış şarkıları defalarca dinlenebilecek şekilde dönüşüme uğratması? Dönüştürdüğü türün synth pop/cold wave olması? Bunların hepsine evet denilebilir.
Bana sorarsanız Lin Pesto’nun bu ilgi uyandırma nedenlerinin yanında azımsanmayacak bir başarısı daha var, o da YouTube algoritmalarıyla bize şahane bir müzik dinleme deneyimi sunması. Herhangi bir cover’ını dinlediğinizde, YouTube sağolsun, devamında orijinal parçayı dinleyebiliyor ve o geçiş sırasında dinlediğiniz müziğin sizi yansıtıp yansıtmaması konusuna verdiğiniz önem ya da sizi utandırıp utandırmaması konusunda güzel bir sınava tabi olabiliyorsunuz. Özellikle bunu odanız dışında bir ortamda deneyimliyorsanız. Sistemi güzelce “hack”leyerek bizi kendimizle yüzleştiren Lin Pesto, bu yola çıkarken çok yüksek ihtimalle bu algoritma yapısını aklının ucundan geçirmemiştir. Bu da her şeyi daha tatlı kılıyor.
Konu algoritmalara gelmişken, Spotify da yaklaşık bir ay önce Zaman Kapsülün (Your Time Capsule) adlı yeni bir liste hizmetine başladı. Amaç 16–85 yaş aralığındaki dinleyicileri çocukluk ve gençliklerine götürmek. Spotify nereden bilsin benim çocukluğumu da bana göre özel liste hazırlasın, diyorsanız platforma ilk defa üye olduğunuzda doğum tarihi bilginizi verdiğinizi hatırlamıyor olabilirsiniz. Zira çoğumuz bir yere üye olurken hangi bilgilerimizi verdiğimizi unutabiliyoruz.
Buradan edindiğiniz liste 55 parça içeriyor. Kendiminkine baktığımda karşıma Türkçe İngilizce karışık parçalar çıktı. İçeriği de hiç fena değil, geçmişte herhangi bir kavram hakkında yaptığı standart listelerin çoğunun o kavramla hiç bağdaşmadığı zamanları düşününce özellikle.
Yalnız algoritmaların bir yere kadar akıllı olabileceğini bir kez daha görebiliyoruz. Zira listede “çocukluğumun şarkıları” arasında gösterilenler arasında yakın zamanda keşfedip dinlediğim eski şarkılar da vardı. Bunun olmamasını algoritmadan beklemek de biraz zalimce olurdu.
[su_divider top=”no”]
Neyseki geçmişe dönmek için elimizdeki tek güçlü araç çeşitli algoritmalar değil. Geçtiğimiz Aralık ayında Singles adlı bir grup kurulmuştu Ankara’da. Singles deyince aklıma ilk olarak başrollerinde Matt Dillon’ın da olduğu Seattle’da yaşayan 20 küsur yaşlarındaki bir grup insanın yaşamlarındaki dertlerini anlatan kült film geliyor. Haliyle grunge türüne de güzelleme niteliği taşıyan bir soundtrack’e sahip filmle adaş bir grup heralde grunge odaklı bir cover grubu olmalı, diyorsunuz. Haksız da çıkmıyorsunuz.
Singles, yıl boyunca Ankara’da ara sıra konserler verdi. Ben de ilk defa 30 Eylül’deki, beşinci konserlerine denk geldim. Cover grubu denilince, özellikle şemsiye olarak rock türünü düşündüğümüzde, kaile alınan müzisyenler az çok bellidir. Pink Floyd, Metallica, Queen diye üçlüyü vereyim gerisini siz tamamlarsınız.
Singles gibi bir grubun varlığı iki nedenle hoşuma gitmişti: 1- Geçmişte ve hala ara sıra zevk alarak dinlediğim grunge türüne yönelik herhangi bir cover grubuna şimdiye kadar rastlamamam, 2- Grubun Ankara’da var olması
Grunge türü Seattle’da ne şartlarda ortaya çıkmış, insanların dertleri nelermiş; bu kısmı bir kenarda bırakarak türün getirdiği ruh ülkemizde bir ile yakışırsa o da Ankara olur gibi düşünmüşümdür hep. Singles konseriyle de bu düşüncemin sağlamasını yapmış oldum bir taraftan. Sonuçları bende; fakat şunu söylemeliyim ki böyle bir konserin tadı tam olarak ayakta eşlik ederek çıkıyor. Bir taraftan da oturarak dinleyen insanları ya da grup için oturma düzeni sağlayan mekanı da yadırgayamıyorsunuz. Zira geçmişte neler olup bitmiş, türün ruhu nasılmış; bu gibi detayları bilip bunlara saygı gösterilerek ortam sağlanması fazla lüks kaçabilir. Böyle bir konser aracılığıyla aslında ne istiyorsunuz; hiç bulunmadığınız bir Seattle ortamını deneyimlemek mi istiyorsunuz başka bir zaman ve mekanda, zamanında kayıt üzerinden defalarca dinleyerek aldığınız zevki evinize yakın bir ortamda da mı deneyimlemek istiyorsunuz ya da sadece aynı türe gönül vermiş arkadaşlarınızla bir araya gelip şarkıları beraber söylemek için bir ortam mı arıyorsunuz? Bu ve bunun gibi soruları şekillendiren beklentileriniz deneyiminizin kalitesini şekillendiriyor daha çok.
Benim gibi düşünüyorsanız en azından bir kez bir Singles konserine denk gelmeniz fena olmayabilir. Nostaljiyle aranızdaki ilişkiyi de gözden geçirmek için güzel bir fırsat edinmiş oluyorsunuz.
[su_divider top=”no”]
Üstte Seattle ile Ankara’yı neredeyse kardeş yapmışken, Ankara’da 80 sonları ve 90’larda nasıl bir müzik kültürünün egemen olduğunun cevabını veren bir belgesel filminin olduğunu da hatırlatmam gerek. Önceden Blue filmiyle beraber detaylarını burada söz ettiğim Gri Değil Siyah: Ankara Rocks’, Mayıs ayındaki galasının ardından Bilkent’te bir gösterim yapmıştı. 26 Ekim Çarşamba günü de ODTÜ gösterimi gerçekleşecek.
Gri Değil Siyah: Ankara Rocks! temelde Ankara’daki (çapı oldukça geniş tutarak yazmam gerekirse) rock kültürünün ne kadar zengin, buradaki kültürün simgelerinin neler olduğunu ortaya koyan bir belgesel. 80 ortalarından 2010’ların başlarına kadarki süre içinde üretim yapan müzisyenleri ve o kültürü yaşayanlarla yapılan röportajları kapsaması dışında belgeselde, aynı zamanda belgeselin yönetmeni olan Ufuk Önen’in solisti ve gitaristi olduğu ve döneminin ağır toplarından Hazy Hill adlı heavy metal grubuyla olan yolculuğuna da tanık oluyorsunuz. Rock kültürünün nasıl başlayıp yoluna devam ettiğini öğrenmek yeterince ilgi çekiciyken (ki aralarda İstanbul-Ankara kıyaslamasından da kaçınılmamış), bence Hazy Hill’in yolculuğu da izleyen herkes için dokunaklı gelmiştir ya da gelecektir. Konuları alakasız olsa da Searching for Sugar Man belgeseli kadar dokunaklı bulduğumu söyleyebilirim. Hatta söz konusu ülkemizle ilgili bir hikaye olunca, anlatılanlar daha da farklı etkileyebiliyor. Meraklısı için; belgesel kapsamında kendisiyle röportaj yapılan pek çok sanatçı arasında Süleyman Bağcıoğlu, Emrehan Halıcı, Tarkan Gürol (Witchtrap/Art Niyet), Cem Eren (Sokak Köpekleri), Artun Ertürk ve Diplomatik Rock Opera, Manga gibi isimler de var.
Belgesel İstanbul’a ve diğer illere ne zaman ulaşacak, orası merak konusu. Eğer Ankara’daysanız Çarşamba günü ODTÜ’deki gösterimi kaçırmayın derim. ODTÜ dışından geliyorsanız da 25 Ekim saat 10:00’a kadar buradaki formu doldurursanız kapıda sıkıntı yaşamazmışsınız.
Tüm bunlardan sonra da şimdi (buraya en moda ve herhangi bir nostaljik değer taşımayan müzisyen adı geliyor) dinleme zamanı!