Hazırlayan: Gökay Sarı
George Gordon Byron, 22 Ocak 1788’de, İskoçya, Aberdeen’da doğdu. Henüz on yaşındayken, soylu ailesinin unvanını alarak Rochdale Lordu Byron olarak anılmaya başladı, fakat babası ile arasındaki ilişki hiç bir zaman iyi veya dengeli olmamıştı. Zira erken yaşta babası tarafından terk edilen Lord Byron, aynı zamanda annesi ile sorunlu bir ilişki yaşıyordu. Deforme olmuş bir ayakla doğmuş olması yüzünden annesini sorumlu tutuyordu. Nitekim, içine kapanık, izole ve mutsuz bir çocukluk geçirdi. Gençlik yıllarında, kadınlara olduğu kadar erkeklere de manevi olarak ilgi duyduğunu fark eden Lord Byron, bu sebeple kendini daha da izole etmek zorunda kalmıştı, çevresinde konuşacak ve paylaşacak çok fazla insan olsa da, onlara ne anlatabilirdi ki? Babası tarafından terk edilmiş, tek ayağı sakat olan bir eşcinsel olduğunu mu? Hayır, dönemin Avrupa’sında rahatça paylaşılabilecek şeyler değildi bunlar, üstelik soylu bir aile bireyi için çok daha fazla sıkıntılıydı bu durum.
Aberdeen Gramer Okulu’nun ardından, Cambridge’deki Trinity College’da eğitimine devam etti ve bu dönemde ilk defa şiirlerini yayınladı. “Kaçak Eserler” başlığıyla yayınlanan ilk satirik eserleri, bazı şiirleri ile birlikte ‘anonim’ olarak 1806 yılında basılmıştı. Bunlardan bazıları Lord Byron’ın on dört yaşındayken yazdığı şiirleri dahi kapsıyordu. “Kaçak Eserler”, bir bütün halinde ele alındığında, müstehcen bir koleksiyon olarak görüldü ve eleştirildi. Kısmen eğitim hayatını geçirdiği ve geçirmekte olduğu okullardaki öğretmenlerin adını sakınmayarak alay ettiği, kısmen de açık, erotik öğeler içerdiği ve dini olgular ile de alay ettiği için. Arkadaşlarının talebi üzerine, Byron bu kitapların dört kopyası hariç geri kalanını yaktı. Sonra tekrar düzenledi ve daha hafif bir dil ile hazırladı, ancak revize edilmiş hali ömrü boyunca hiç basılmadı. Satirik eserlerinin dili ve sivri ve son derece keskindi. Bir yıl kadar sonra, Byron ikinci koleksiyonu olan “Tembellik Saatleri” adlı ikinci koleksiyonunu yayınladı, bu koleksiyon daha çok şiirlerden oluşuyordu. Bahsi geçen koleksiyon hem olumlu hem olumsuz eleştiriler alıyor, ancak olumsuz olan eleştiriler çok sert oluyordu. 20. yaşına girdiğinde, bireysel Akdeniz-Ege turu için İngiltere’den ayrıldı. Ülkesine geri döndüğünde, Yunanistan’da kaldığı dönemlerde yazmış olduğu “Childe Harold’s Pigrimage” adındaki, genç bir adamın dünyanın ve yaşamın anlamını sorgulamasını konu edinen şiirini 1811 yılında tamamladı. 1812’nin Mart ayında, bu şiirin tüm kopyaları satılmıştı. Bunun ardından, Byron, “Bir sabah uyandım ve kendimi ünlü biri olarak buldum.” demiş ve ek olarak, kardeşine, “Eğer ben bir şair isem, beni şair yapan Yunanistan ve Ege’nin havasıdır.” diye sonlandırdığı bir mektup göndermişti.
Edebiyatta Lord Byron’ı tanımayan kimseler bile, başka sanat eserlerine ve özellikle yakın geçmişte filmlere de konu olan Don Juan’ı duymuşlardır. Byron’ın bu en meşhur eseri, İngiliz edebiyatında John Milton’ın yazmış olduğu “Paradise Lost” epik şiirinin ardından, en ünlü ve en uzun şiir olarak tarihe geçmiştir. Don Juan satirik bir eser olarak, başrolündeki karakter de şehvet düşkünlüğü, tutkulu ve asi kişiliği ile “Byronik Kahraman” olarak edebiyat sözlüğünde yerini almıştır.
Bizim üzerinde duracağımız, ilk defa 1816’da yayınlanan kısa ve güzide Lord Byron şiiri ise, “When We Two Parted”. Şairin bu şiiri, son derece otobiyografik bir eser olarak çıkıyor karşımıza günümüzde. Edebiyat profesörlerinin araştırmalarıyla elbette, ancak yazıldığı dönemde, yalnızca Lord Byron’ın yakın çevresinin anlamlandırabileceği kadar ustalıkla gizlenmiş, karakterlerin gizemi muazzam bir seviyeye ulaşmış durumdaydı. Sessizlik ve gözyaşı, dünyadaki bütün ayrılıkların bir parçası elbette, ancak satirik ve asi bir kişi olan Byron’ın sessizliğinin ve gözyaşlarının sebebi biraz daha derin, sorumlusu da Lady Frances Webster… Lord Byron ile gizli ve tutkulu bir aşk yaşadığı dönemde hali hazırda bir başkasıyla evli olan Lady Frances’ın, Wellington Dükü ile de skandal bir aşk yaşadığının ortaya çıkması üzerine, Lord Byron’ın hissettiklerini anlatıyor “When We Two Parted”. Şair, bu olay karşısında sesini çıkaramıyor, Wellington Dükü’nden ya da Frances’ın ilişki yaşadığı “diğer” insanlardan olan korkusundan değil, Frances’a olan saygısı ve acı veren sevgisinden dolayı yalnızca. Zaten halka bir skandal ile mal olmuş olan Lady Frances’ın, kendi acısını da birileriyle paylaşarak başka bir skandala sebep etmek istemeyişinden. Her ayrılığın ardından yaşanan sessizlik ve gözyaşları var evet, ancak şair kendi sessizliğini ve gözyaşlarını da gizli tutmak zorunda, onları da bir başka sessizlik ve gözyaşı ile saklamak durumunda kalıyor. Birileri ona, Lady Frances’ın skandalını hatırlattığında, söyleyecek hiçbir şey bulamıyor bu satirik, alaycı kişilik, bu durum hakkında dalga geçemiyor, yorum yapamıyor…
“Yıllar sonra tekrar karşılaşırsak eğer,
nasıl selamlamalıyım seni?
Sessizlik ve gözyaşıyla belki. “
Yine geliyoruz konumuza, müziğe. Lord Byron’ın ünlü şiiri “When We Two Parted”ın sözlerinin tamamını kapsayan, son derece minimal bir şekilde, yalnızca vokaller ve keman eşliğinde gerçekleştirilen, Clara O’Connor’ın sade ve hüzünlü yorumuna. Sanatın her alanının güzelliği ile tanışıyoruz tekrar, bizim yüzyılımıza ait olmayan birilerinin aşk acısının hikayesini, sözlerini, bugünümüze ait olan ve ismini çok da duymadığımız bir müzisyenin sesiyle işitiyoruz tekrar. İnsanoğlu gerçekten de çok acayip, içgüdülerine ve dürtülerine yenilen, bencilleşen, savaşan, çalan, katleden, fakat aynı zamanda aşık olan, fedakar, barışan, şiir yazıp şarkı söyleyen bir varlık. Tuhaf.