Angus Andrew’un uzun süredir devam eden kült projesi Liars onuncu stüdyo albümleri The Apple Drop ile döndü. Biraz da oldu bu dönüş gerçekleşeli aslında. Maksat geç olsun güç olmasın. Andrew’la sohbet edip hem çok sayıda konudan bahis açtık, hem de hayli eğlenceli ve ilginç yeni bilgiler edindik. Keyifli okumalar!
Benimle bu röportajı yaptığın için teşekkür ederim Angus, bilhassa The Apple Drop yayınlanalı neredeyse 2 ay olmuşken…
Doğru dedin, evet. Röportaj yapmak için garip bir zaman aslında…
Geç olsun güç olmasın diyelim…
Kesinlikle! (gülüyor)
Albüme gelen tepkileri takip ediyor musun, yoksa vakti kaybetmeden yeni projelere odaklanmayı mı tercih ettin?
Tepkileri gözlemlemiyorum, hayır. Geçmiş albümlerde edindiğim deneyimler, bana direkt önüne bakmanın en iyisi olduğunu öğretti. Normalde bu aşamada turnede olurduk, ama bildiğin gibi konser vermek de şu aralar epey güçleşti. Ben de başka projeler üstünde çalışmaya başladım. Öte yandan The Apple Drop‘tan yayınlayacağımız materyaller de hala var. Albümü yayınladığımız iyi oldu tabi.
B-side şarkılarını mı kastediyorsun?
Evet. Bir süredir onların üstünde uğraşıyoruz. Bir de önümüzdeki günlerde ilk Liars albümünün (They Threw Us All in a Trench and Stuck a Monument on Top) 20. yıl özel baskısını yayınlayacağız. Ondan da demoları ve b-side‘ları topluyoruz.
Süpermiş. The Apple Drop‘a dönelim. Sanırım albümü tekrar eden temaları, odaklı seyreden sound’u ve işçiliği sebebiyle bir konsept albüm olarak tanımlayabiliriz. Arka planını ve anlattığı hikayeyi bir de okuyucularımız için aktarabilir misin?
Öncelikle konsept albüm fikrini tanımlamayı bazı açılardan güç buluyorum. “Konsept” dediğimiz kavram, herhangi bir albümü yazarken zaten üstüne odaklandığım şey oluyor. Nihai ürünün hayal ettiğim biçimde işleyeceğinden ancak böyle emin olabiliyorum. Bir dinleyici için üstünde çalıştığım konsepti anlamak ne kadar önem taşıyordur, ondan da pek emin değilim açıkçası.
Neyse, sadede gelecek olursam: Albüm bir yolculuk fikrini ele alıyor. Fiziksel olduğu ölçüde psikolojik de seyreden bir yolculuk bu. Başlangıç noktasından uzaklaşarak yine, yeniden en başa dönme hadisesini bir deneyim olarak yansıtmayı amaçlıyor. Şahsi psikolojimle yakından ilişkisi var tüm bunların, ama kendimle yetinmeyip içeriği bilimkurguya, uzayı keşfetme fikrine de uyarlamaya çalıştım.
The Apple Drop‘ta Laurence Pike ile Cameron Deyell gibi çok yetenekli sanatçılarla çalıştın. Senenin başlarında Xiu Xiu’dan Jamie Stewart ile söyleşmiştim, o da OH NO albümünde çok sayıda konuk sanatçıyla çalıştı, sen dahil… Pandemi çağını deneyimlediğimiz şu günlerde giderek daha fazla sanatçının benzer şekillerde güçlerini birleştirdiğini gözlemliyorum. Hepimizin biraz yalnız hissettiği bir çağda anlamlı bir durum bence. İnsanlarla iletişime geçip kolektif yaratıcılıkta bulunmayı bir kaçış ve tazelenme metodu olarak görüyor musun?
Evet, bence çok makul bir gözlemde bulundun. Şahsen benim için bu ihtiyacı yaratan şey doğrudan pandemi olmadı, ama bir katkısının olduğu da kesin. Hayatımda bu tarz işbirliklerine açık olduğum bir noktaya gelmeye ihtiyacım da vardı diye düşünüyorum. Başka insanların yaptıklarına dahil olmasına gönül rahatlığıyla izin vermen için belli bir özgüven biriktirmen gerekir sonuçta.
Katılıyorum dediğine, bilhassa benim dahil olup gözlemleyebildiğim müzik çeperinde eskisinden fazla işbirliği yaşanıyor. Bu da olsa olsa olumlu bir şey olabilir.
Sanatçılar için iyileştirici bir yanı da olsa gerek.
Evet. Sanatçılar için, bilhassa da müzisyenler için çok garip bir süreç oldu. Bu kadar uzun süre canlı çalabilme imkanından mahrum kalmak… Bu sürecin üstümüzdeki etkilerini ikiye katladı aslında. Herkes pandemide albüm yapmaya karar verdi, ki bu kadar boş vaktin olunca hayli anlaşılır bir durum. Fakat şimdi yavaş yavaş süreci geride bırakmamıza rağmen hala turneye çıkmak kolay şey değil ve çevremdeki bazı sanatçılardan ikinci bir albüm kaydettiklerini işitiyorum. Daha bir önceki albümlerinin turnesine çıkamadan… Bence bu durumun müzisyenlerin üretimleri üstünde derin etkileri olacak, ama bu etkileri yıllar boyu tam olarak anlayamayacağız.
The Apple Drop‘un bilimkurgu türünden ilham aldığını belirttin. Bu türü okumayı çok seven biri olarak ilham kaynakların nedir çok merak ettim.
Yazar Neal Stephenson’ın işlerini çok seviyorum. Yakın zamanda Seveneves adlı bir kitap yayınladı, harika bir eser. Her zaman bilimkurgucu biri oldum, ama şunun da farkındayım: Bazen en iyi bilimkurgu eserleri aynı zamanda çok dandik olabiliyor. The Fifth Element filmini bilirsin. O çıktığında çok gençtim, heyecanla izledim. Oysa çok sayıda insanı da hayal kırıklığına uğrattı. (gülüyor) Bense hala çok seviyorum. William Gibson’ın işleri var bir de: Gençliğimde kendisinin internete çok benzeyen bir konsept düşlemesini, bunu da daktilosunun başında başarmasını çok etkileyici bulmuştum. Battlestar Galactica gibi çöp dizilerin bile anında içine girebiliyorum. Bu türde derin bir aktarım var. Bilimkurguyu bu kadar cezbedici kılan şeyin özde ne olduğunu düşündüğümde aklıma hep kaçış fikri geliyor. Bu gezegenden nasıl kaçılacağı falan… (gülüyor) Bir de sahip olduğun kaynakları gezegeni kurtarmak için mi, yoksa kaçıp gitmek için mi kullanmak gerektiği sorusu çok çekici geliyor. Çok ilginç ve kurcalamayı sevdiğim bir ikilem.
Röportajın başlarında albümün psikolojik bir yanı olduğundan bahsetmiştin, merak ediyorum, acaba bu şarkılarda bilinçli bir korku janrı etkisi de var mı? Sekwar, Big Appetite gibi tekliler ve bu şarkılara eşlik eden müzik videoları aynı anda klostrofobik, Lovecraft’vari ve John Carpenter esintili geldi bana.
Evet. Bilimkurgu korkuya meylettiğinde çok hoşuma gidiyor! (gülüyor) Uzayla ilgili en iyi şeylerden biri bu zaten. Kimsenin hiçbir şey duyamaması fikri çok cezbedici. Biri çığlık atıyor, ama sesi gitmiyor falan… Evet. Korkunun etkisi büyüktü. John Carpenter iyi bir örnek oldu.
Videolar için albüm kapak görselini de tasarlayan Clemens Habicht ile çalıştım. Görsel estetiği yönetme konusunda etkisi büyük oldu. İlk kez daha albümü yazmaya devam ediyorken bir yönetmenle çalıştım, sözleri ve şarkıları yazma kısmı videolarla eşzamanlı gitti. Görsel olarak sunduğu katkı şarkılarıma yaklaşırken sözleri de yeniden gözden geçirmemi sağladı. Onun vizyonu ve müziğin gittiği yön arasında bir diyalog şekillendi adeta. Müthiş bir şeydi bu. Daha önce hiç yapmamıştım.
Eğer senin seçeceğin büyük bir yönetmenle çalışma imkanın olsaydı kimi seçerdin peki?
Amanın! (gülüyor) Zor soru oldu. Birkaç sene önce bir soundtrack kaydettim. Doğrusu hem harika hem de zorlayıcı bir deneyim oldu. Film müziği kaydederken öncelikle üstünde çalıştığın şeyin kendi projen olmadığını anlaman gerek. Sadece yönetmenin vizyonunu desteklemek için oradasın. Meşakkatli bir konum. Korkutuyor beni. Zor iş. Bence Christopher Nolan’la çalışmak müthiş olurdu. Yarattığı dünyalar fazlasıyla bütünlüklü oluyor çünkü. Ama müziğim öyle bir şeyle uyuşur mu bilemiyorum. Kubrick’le çalışmak süper olurdu. Alex Garland da çok iyi yönetmen bence… Bilemiyorum! Birlikte çalışması ilginç olabilecek milyonlarca yönetmen var.
Nolan Liars’ın müziğinin değerini bilebilir mi emin değilim, ama umarım yanılırım! (gülüşmeler)
Ben de aşağı yukarı böyle düşünüyorum.
Halihazırda Liars adı altında 10 albüm yayınladın. İçlerinde hiç yeterince değer görmediğini hissettiğin, gözünde değeri bir tık öne çıkan var mı?
Muhtemelen buna tek cevabım ilk albümümüz They Threw Us All in a Trench and Stuck a Monument on Top olabilir. Genelde post-punk/dance-punk sahnesinin ortalama bir üyesi olmaya indirgeniyor çünkü. Bir tık köşeye itilmiş, göz ardı edilmiş bir kayıt sanki. Ben bile bazen hakkında garip düşünceler besledim, ilk albümümüzdü sonuçta. Yıldönümü baskısı vesilesiyle albüme dönmek benim için aydınlatıcı bir deneyim oldu. Neler dönmüş diye düşündüm. O zamanlar çok daha saftım. İnsanların sahiden albümü dinleyeceğini düşünmemiştim. Sonra insanların “Aaa bak burada bunun, burada şunun ilhamı var” dediğini duyup şok oldum. “Oha,” dedim, “Tamam, bir daha bunu yapmam.” (gülüyor)
Bu diskografide farklı tarzlara dokundun. En sevdiğim Liars albümü olan Mess biraz daha tekno/elektronik sularda seyrediyor mesela. The Apple Drop içinse daha içine kapanık, Radiohead etkili bir post-punk diyebiliriz sanki. Henüz kurcalamadığın ama bir gün denemek istediğin bir müzik türü var mı?
Bence The Apple Drop‘ı Mess gibi albümlerle karşılaştırdığında dikkat çeken temel fark, çok daha geleneksel tarzda ve organik kaydedilmiş olması. Bütün enstrümanları stüdyoda çalmamızla ilgili biraz… Bu benim için büyük bir adımdı. Mess hakkında söylediğin de beni çok mutlu etti, çünkü garip bir albümdü, anlaması kolay değildi.
Yalıtılmış, akustik yapılı ortamlar her zaman ilgimi çekmiştir aslında. Haliyle denemek istediğim şey, muhtemelen daha geleneksel ve daha akustik bir şeyler olur. Yine de türlerin üstünde deneyler yaptığımı hissetmek isterim ama tabi. Ama bu alan, henüz kendime adım atma izni vermediğim çıplak bir boşluk gibi. Bir gün sadece bir enstrümanla çalıp söyleyebilecek cesareti bulsam ne güzel olurdu. Geri kalan herkes için ne kadar ilginç olurdu bilmiyorum, ama benim ilgimi çekiyor. (gülüyor)
Liars için başka nasıl planların, projelerin, fikirlerin var?
Eminim NFT dedikleri şu yeni moda zamazingoyu duymuşsundur. Bu konsept hem benim hem de plak şirketim Mute’un ilgisini çekti. NFT formatında yayınlanacak Liars müzikleri üstünde çalışıyoruz. Garip ve ilginç bir şey. Bunun haberini de ilk sen yapacaksın, daha resmen duyurmadık çünkü. (gülüyor) Bu yaklaşımın ne getireceği konusunda hayli düşük beklentilerim var, ama bu mecrada müzik yayınlamanın imkanlarını keşfetmek de istiyorum. Bireylere özel bir tüketim materyali olması ilgi çekici. Bu müzikler başka hiçbir platformda yayınlanmayacak. Çok garip ve merak uyandırıcı.
Müzik endüstrisi ne de hızlı değişiyor değil mi? İnanılmaz bir şey.
Sahiden öyle, dostum. Albümden albüme ve yeni platformlar belirdikçe hissediyorum bunu, ilk albümü düşünüyorum. O zamanlar her şey çok daha basitti! (gülüyor) Ama heyecan verici olan şey de bu, yolculuğunun nereye olduğunu bilmemek… Yaratıcı biri olarak bu konumda bulunmayı her zaman büyüleyici buldum.
Diyelim ki bugünden 100 yıl sonrasında, Müzik Efsaneleri temalı bir parktayız. Burada Liars’ın anısına da bir taş dikilmiş. Bu taşın üstünde yazacak şarkı sözünü sen seçebilseydin bu ne olurdu?
Ne komik soruymuş! (gülüyor) Aman yarabbi! Herhalde The Other Side of Mt. Heart Attack‘ten “I can always be found” (“Her zaman bulunabilirim”) olurdu. Niyeyse bir mezar taşına yazmak için en uygun şey gibi geliyor. Komik biçimde o albümde yer alan çokça imge de mezar taşlarıyla ilgili. Bence bunu seçerdim ama. Şimdilik en azından! Belki haftaya daha uygun bir şeyler karalarım, öngörmek zor.
Güzel olurdu, evet.
Mezar taşından bahsediyoruz sonuçta! (gülüyor) “Bakın, işte buradayız.”
Hayli dürüst bir kelam. (gülüyor)
Belki yedek opsiyonum da “Blood blood blood blood blood” (“Kan kan kan kan kan”) olurdu.
Liars’ın Bandcamp profiline şuradan göz atabilirsiniz.