Alman romancı ve filozof Goethe, “Mimariyi donmuş bir müzik olarak tanımlarım” diyerek sanatın birbiriyle perçinleşmiş o iç içeliğini net biçimde yansıtmıştı. 90’lı yılların bize en güzel hediyelerinden biri olan post-rock’ı ifade eden o meşhur “şüphesiz ki, post-rock kalplere şifadır” söz dizimini, yine şüphesiz ki edebiyat ve müzik birleşiminde katmerleşmiş bir şekilde tasdik edebiliriz.
Kitapların yol göstericiliği ışığında, kelimelerin gücünün notalarla harmanlandığı o muazzam aromayı, senkronizasyonu düşünmemek elde değil. Nitekim, birçok yazarın bu yolda müzikten aldığı ilham yadsınamaz bir gerçeklik olarak kitaplarında karşımıza çıkıyor. Bu vesileyle, hem kelimelerin hem de notaların yarattığı o uygun senkronizasyonun içine çekilmek, sanatın kıyılarında dolaşmak için kitaplarda geçen şarkı listelerini, kitapta geçen olaylarla eşlenik olarak paylaşıyoruz.
Feyza Arguç
Seçtiğimiz ilk kitap Murat Menteş’in meşhur romanı “Korkma Ben Varım”.
Söze ilkin kitaptaki karakterimiz olan Müntekim Gıcırbey’in Şebnem Şibumi’ye yazdığı ve Tomaso Albinoni’nin Adagio’su eşliğinde yazdığı mektuptaki sözleriyle başlayalım;
– Notalar daima harflerden daha anlamlı, daha etkileyicidir. Melodiler, kelimelere beş çeker.
Ve bir diğer karakterimiz olan Hayati Tehlike ile devam edelim;
– Az önce aşk acısını anlatan melodiler, şimdi ölümden bahsediyordu.
Her şey, seçilen hükümetin “Gönül İşleri Bakanlığı” kurmasıyla ve bakanlıkta görevli yirmi iki şeyhin öldürülmesiyle başlıyor. Gönül İşleri Bakanlığı, adından da okunabileceği üzere, vatandaşın gönül işlerine bakıp ilgili prosedürlere göre aşkını “tasdikliyor”.
Şebnem Şibumi’ye aşık olan iki erkek karakter üzerinden ilerleyen olaylarda silahlar patlıyor, kanlar dökülüyor, insanlar ölüyor, intikam yeminleri ediliyor, büyüler yapılıyor, mucizevi olaylar gerçekleşiyor. Tüm bu vahşet ve acı içerisinde Fu’nun sözleri kulakları tırmalıyor;
– Ağıt ve matemde aşırıya kaçmak, ölüme müzikal bir defileyle karşılık vermek demekti.
Sahneyi ilkin Loituma’dan Ievan Polkka açıyor. Bu neşeli atmosferde evlenme teklifi edecek olan Hayati Tehlike ve Şebnem hayvanat bahçesinde dolaşırlarken, ağaçlara yerleştirilmiş hoparlörlerden çıkan bu şarkı eşlik ediyor bize. Hayati’nin heyecanı, hangi hayvan kafesinin önü bu iş için daha ideal olur çekincemesine sürüklendiği anda gülümsetiyor.
Değişen sahne bizi, Gönül İşleri Bakanlığı’nda çalışan ve lakabı Fu olan karaktere götürüyor. Şeyhler ölmüş, Fu intikam yemini etmiş, ortalık kan gölü… Bu sinir, öfke, yemin sekansları içerisinde geçen durumda sarı Vosvos’una binen Fu’ya radyoda elbette ki karanlıkların efendisi, boğuk sesli o kral eşlik edecekti; Tom Waits! Masadaki hiçbir herifin tipini unutturmamacasına haykırıyor şarkısını: Black Wings ile.
Şimdilik Fu’nun ağzından dinlediğimiz olayların devamında, Gönül İşleri Bakanlığı’na başvuran ve mülakata çağrılan Gıcırbey, aşkını dile getirirken Pir Sultan Abdal’ın meşhur şiirinin divan sazlı türkü versiyonunu dile getiriyor; Dostun Bahçesine Bir Hoyrat Girmiş… Alıntı ile devam edersek: “Tuhaf olan şu ki, “Yarin bahçesine bir hoyrat” girecekti. Gıcırbey, Şebnem Şibumi “Hangi dinden ise ona” tapacaktı. Postu meydana serip, yari görmek için ecelle çekişecek ve kelleler yuvarlanacaktı…”
Fu’nun bir tren vagonunda karşılaştığı Mr. Spock lakaplı eski sinema sanatçısının hikayesi geçiyor. Hikayeye göre Mr. Spock Perihan Pirana isimli bir kadına meftun. Bir akşam, Beşiktaş sahilindeki bir birahanede çalan şarkı bizleri tam da o zamanlara, 1970’lere götürüyor: Behiye Aksoy’dan Yalan Dünya… “Ümitsiz sevginin kurbanıyım ben / Yalan dünya, her şey bomboş / Hancı sarhoş, yolcu sarhoş…”
İntikam düşüncesiyle Ankara’dan İstanbul’a yol alan Fu’nun, annesi ile karşılaşması sırasında çalan o şarkı selamlıyor bizi sonradan. Fu küçükken babasının ölümünden sonraki seneler boyunca annesinin yastığının altında tabancayla uyuduğu bilgisiyle harmanlanan hüzünlü duruma, o güzel şarkı eşlik ediyor: Shivaree’nin solisti olan Ambrosia Parsley’in Goodnight Moon’u… Bir kadının kırılganlığı bir annenin tükenmez dayanıklılığına bürünüyor. “And i always sleep with my guns / When you’re gone… / What should i do i’m just a little baby…”
Bu andan sonra sazı eline insanları öldürmeden onların istedikleri kişiden intikamlarını alan fakülte mezunu Müntekim Gıcırbey alıyor ve hikayeler onun etrafında geziniyor. Şebnem ve Müntekim tanışmış, Müntekim Şebnem’e sırılsıklam aşık olmuş… Denizin kıyısında, bir kafetaryada oturuyorlar. Fonda çalan şarkıya Şebnem dudaklarını kıpırdatarak eşlik ediyor ve Müntekim usulca onu izliyor: Ayten Alpman Ben Varım’ı söylüyor Şebnem ile birlikte… Kitaba ismini verdiğini düşünebileceğimiz bir durumda: “Ayrılmam istersen hiç yanından / Çağırsan gelirim çok uzaklardan / Eskiden korkardım yalnızlıktan / Korkmam artık sen varsın…”
Bu durumlardan önce hırsızlar tarafından soyulan Gıcırbey’in duş alırken dans ettiği ve her defasında bu şarkıyı söylemezse temizlenmeyeceğini hissettiği şarkı çıkıyor önümüze: George Baker’dan Little Gren Bag. Bingo! Reservoir Dogs’un soundtracki. Muazzam konformasyonel uyum!
Bunu takiben, babasının annesini aldattığı bilgisini alan Gıcırbey’in aklından tek şarkı geçiyor: Orhan Gencebay’dan Dertler Benim Olsun. Çok mu arabesk geldi? Hayır. Şüphesiz ki, patlayan her tabancanın arkasında arabesk bir şarkı vardır. “Bir zamanlar benim sevgilimdin / Yanımdayken bile hasretimdin / Şimdi başka bir aşk buldun / Mutluluk senin olsun…” Kitaptan önemli bir alıntı ile devam edersek: “Bildiğim bir şey varsa, Gencebay dinledikten sonra gelen sessizlik de Gencebay’dır”.
Bir süre görüşen Şebnem ve Müntekim’in arasında buzlu sular yüzüyor. Şebnem Müntekim’den mümkün mertebe uzaklaşırken, Müntekim’in hayatı beklenildiği üzere allak bullak oluyor. Şebnem telefonlara çıkmıyor, Müntekim Şebnem’in e-posta adresine yüzlerce mail atıyor, uyuyana kadar canı çıkıyor. “Mağlup olmuş bir aptaldım.” Bu hali anlatabilecek, ayrılığın, terk edilişin, varlığından dahi haberdar olamadığın bir insanın olup olmamasının fark etmezliği, çünkü zaten yok oluşunun en güzel anlatılışı. Hiçbir şarkı bu kadar iyi anlatamaz denilip genelleme yapmaya küstahça kalkışılacak olsa da, en yakını bu denilebilirdi herhalde: Nick Cave’in The Weeping Song’u…
Buradan itibaren tarih öğretmeni olan Şebnem Şibumi’den dinliyoruz olayları. Hayati Tehlike ile tanışmış ve onunla zaman geçirmeye başlamış. Hayati Tehlike Şebnem’e kör kütük aşık ve birazdan ona şu cümleleri söyleyecek: “Sen cennete gidince, cennet daha güzel bir yer olacak”. Arka planda ise Leonard Cohen’dan The Future çalacak… “I’ve seen the future, baby / It is murder / Things are going to slide”. Nitekim silahlar patlamaya başlayacak.
Şebnem’in Çanakkale Savaşı’na katılan büyük dedesinin bir günlüğünden bahsediliyor. Günlüğe ulaşmaya çalışsa da bunu başaramıyor Şebnem. Fakat Hayati bunu başarıyor. Günlüğü vermeden önce onu salıncakta sallarken şu şarkı çalıyor: Modest Mussorgsky’nin Night on the Bare Mountein’i. Bir gangster olan Hayati, gangsterlik zamanlarından kalma bir tecrübeyle, salıncağı o denli hızlı sallıyor ki notaların o gergin alt yapısı Şebnem’in yaşadığı adrenalininin içine çekiyor bizi. Nefes kesilmesi! Muazzam kulak uyuşması, baş dönmesi! Hafif tınıların yok oluşu, coşkulu öldürme-öfke izlenimi ve hafif ürpertici iniş notalar eşliğinde yumuşak toprağa basış…
Tüm bunların ardından süregelen hikayede Şebnem ve Hayati’nin paten kayma sahnesi… Arka fonda bilin ne var? Elbette ki; Johann Strauss’tan An der Schönen Blauen Donau… Zerafet bizi aşka ulaştırır mı? Kuğular buzlu göl üzerinde hala üşümedi mi?
Burada işin içine Şebnem’in emekli emniyet müdürü olan babası Şerif Şibumi devreye giriyor. Hayati ile tanıştıklarından “polis geni” aktifleşiyor ve Hayati’yi araştırmaya koyuluyor. Eh sonuçta o bir gangster! Hayati Tehlike’yi takip ederken radyosunda çalan şarkıyı alıntı yaparak ekleyelim: “ Radyonun düğmesini çevirdim: Duman adlı bir müzik grubu, Çile Bülbülüm’ü söyleyerek ruhuma gıda yardımı yapıyordu: Bizim zamanımızda –nur içinde yatsın- Hamiyet Yüceses terennüm ederdi”.
Şebnem’den sonra sıra Hayati Tehlike’de. Siyah Audi’sine binen Tehlike’nin CD çalarında Ümmü Gülsüm’ün Ente Ömrü şarkısı çalmaya başlıyor. “Beni bir derbederlik sardı. Şebnem’i bir bardağa doldurup içmek istiyordum” diyordu. Haklıydı. Ümmü Gülsüm’ün o hüzünbaz, kadife sesi hangi aşığı mahvetmezdi ki? Ve aşk acısını anlatan melodiler niçin bir anda ölümden bahsediyordu? Çünkü duvarda asılı bir silah oyunun sonunda mutlaka patlardı.
Şimdi başa dönüyoruz. Hayvanat bahçesinde evlenme teklifi etmeye çalışan Hayati Tehlike, tehlikeli bir oyunun içine düşüyor, bir gangster için çok da tehlikeli olmasa da. Müntekim Gıcırbey ve Fu tarafından gerçekleştirilen saldırıdan Şebnem ve Hayati kurtuluyorlar. Şebnem, evlenme teklifini kabul etmiş. Onu eve bırakırken Şebnem Müntekim ile arasında geçen olayları Hayati’ye anlatıyor. Şebnem ayrıldıktan sonra radyoda şu şarkı çalıyor: Bob Dylan’dan What Was It You Wanted… Sahi gerçekten istenilen neydi? Olabilecek olan neydi, değişebilecek olan neydi? Neyin güvensizliği ve belirsizliğiydi bu? Kabul edilmiş olsa bile teklifler, değişebilecek olanlar neydi?
“Anın tadını çıkarıyordum. Tıpkı paraşütü açılmamış bir paraşütçünün rüzgarın tadını çıkardığı gibi.”
Tüm bu olanlardan sonra, Hayati Tehlike, gerçekten de tehlike altındaydı. Polisler etrafını sarmış, peşinde Müntekim Gıcırbey ve Fu ve diğerleri… Aşkı uğruna hayatını tehlikeye atmış bir adamın ortaya koyduğu yaşam hevesinin yazarda ilham kaynağı oluşturan şarkı buydu: Moğollar / Yolum Seninle… Kan gölünün etrafında, boğazın sularında, aşkın etrafında, kurşunların gölgesinde ve bittabiii hayatın cilvesinde beliren o son notalar da bunlardı… “Beni çağıran uçurum / Uçurum oldu sevdan / Kaçmam / Yok saklanmam başından sonundan korur bizi / zaman/ Kim söylemiş son diye, olmaz diye / Kanar diye/ Anlatma / Anlamam / Gücün saklı içimde / Vursunlar / Ağlamam…”