Hazırlayan: Gökay Sarı
New York. Hollywood etkisi olsun veya olmasın, eğrisiyle doğrusuyla hareketli bir şehir. Çeşitli etnik kökenlere ev sahipliği yapan bir Amerikan kenti. Manhattan, Bronx, Brooklyn, Queens ve Staten Island bölgeleriyle, sekiz milyondan fazla insanın yaşadığı bir şehir. Eyaletinden bağımsız olarak, sekiz milyondan fazla insanın bilinçli veya bilinçsizce gürültü yaptığı bir metropol. Birçok farklı ve vizyon sahibi birkaç insanın emeğiyle var edilen birçok park var bu kaosun içinde, ancak bir var ki; hepimiz şu veya bu şekilde biliyoruz: Central Park.
Julie Byrne, tüm ülkede oradan oraya dolaştıktan sonra, geçtiğimiz yılın sonlarına doğru New York’a taşınmış olan yirmi altı yaşındaki genç bir müzisyen. Birçok insanın, Amerikan Rüyası’nın başlangıcı olan New York’ta, sanat galerileri, büyük organizasyonlar veya kapitalizmin tatlı paylaşımları şöyle dursun, Julie’nin bu şehre dair sevdiği tek şey Central Park.
Bilenler bilir de, bilmeyenler için Central Park şöyle özetlenebilir; Bir metrobüs düşünün, tıklım tıklım dolu, pencerelerinden kollar, bacaklar çıkıyor, adım atacak yer yok, insanlar nefes alabilmek için yoğun bir efor sarf ediyor, işte bu metrobüsün tam da ortasında, boş bir koltuk var. O koltuk, Central Park oluyor.
İnsanoğlunun isteyerek ya da istemeden doğanın elinden aldığı ne varsa, tüm bunlara çölün ortasındaki bir vaha gibi ev sahipliği yapıyor Central Park. Bulutlarla yarışan gökdelenlerin tam ortasında, mümkün olduğunca geniş, sulak, yeşil bir doğal yaşam alanı. İnsanların yanı sıra konuk ettiği kuşlar, balıklar, müzeler… Julie Byrne, burada mevsimsel bir gözcü olarak çalışıyor. Gürültülü bir manzara resminin altın oranı olan bu yerde, yerlisinin, evsizinin, zengininin ve turistinin sürekli uğradığı o parkta kendine, gençliğine, yarınına ve özellikle de müziğine yatırım yapıyor.
New Yorkluların gülünç bir rakama delalet eden ufak metrekaredeki evlere bile değer verdiği bilinir, düzenli ve planlı da olsa, bu şehirde her şey sıkış tepiştir. İşte bu sıkışmanın, bu ses ve hareket kalabalığından yaptığı müzikle sıyrılmayı başarıyor Julie, 2014’te yayınlanan ilk albümü Rooms With Walls and Windows’ta olduğu gibi, 2017’nin ilk aylarında yayınlamış olduğu Not Even Happiness albümünde de huzurlu bir folk ezgisi yakalıyor.
Dokuz orijinal şarkıdan oluşan otuz iki dakika uzunluğundaki albüm, genç müzisyenin nazik gitar dokunuşları, naif vokaliyle renkleniyor. Dinleyicisini, tıpkı kendisine yaptığı gibi, kolundan yakalayıp, tüm yaşam karmaşasının, ambulans sirenlerinin, kamyon gürültülerinin, alt komşunun asla bitmeyen tadilatından kaynaklanan o matkap sesinin, kapı zillerinin, balkondan çırpılan halıların isyanından çok daha öteye götürüyor. Batıya özgün çalgılı çengili, türkülü bir sessizliğin ortasına, müziğin Central Park’ına götürüyor.
Şöyle bir göz atmaya niyetli olanlara tavsiyem, evinizin tüm pencerelerini ve balkonunuzun kapısını açın, bırakın şehrin tüm gürültüsü içeriye dalsın. Ardından da Julie’nin albümünü çalın, biraz ses verin, sesine kulak verin, soyutlanmanın keyfini çıkarın. Tıpkı albümün ilk şarkısı Follow My Voice’ta Julie’nin dediği gibi, onun sesini takip edin.