Tüm potansiyeline, yeteneğine rağmen bir türlü patlayıp gidememiş; hakkı fazlasıyla yenen bir müzik insanı göster deseler ilk aklıma gelen isimlerden biri olur Jonathan Wilson. Bu durumda biraz da kendi mütevazılığının -belki de başına buyrukluğunun- etkisi olduğunu belirtmek gerek. Müzik kariyerine Benji Hughes ile kurduğu Muscadine projesiyle, bundan 23 yıl önce önce atılmıştı. Tek albümün ardından bu sergüzeşti sona erdirdiler, Wilson da müziği hayatında biraz arka plana attı. Boş durmadı, bugün hala işlettiği, nice ünlü müşterisi olan kendi stüdyosunu kurdu bu esnada.
2007’de ilk solo albümü Frankie Ray‘i çıkardığında hayatında yeni bir sayfa açtığını ilan etmiş oldu. İkinci perde Gentle Spirit aracılığıyla bu satırların yazarı dahil olmak üzere kulak veren herkesi kendine hayran bıraktı. Sene 2011 idi. Baştan sona karanlık bir gökyüzünde uçarken önündeki takımyıldızlara aşk mektubu yazan bir hippinin bakış açısına yerleştiğimiz bu harika albümün ardından 2013’te de Fanfare‘i yayımladı Wilson. Önceki albümde gökyüzünden uzayı izleyen bu adam, sanki bu defa da uzayın içinde süzülüyordu usul usul. Caz, folk, funk, hatta space/prog rock tınıları iç içe geçiyordu. Wilson artık sesiyle ve tarzıyla yeraltında kendine has bir koltuğa oturmuştu.
Yeni stüdyo eseri Rare Birds‘le ilgili söylenebilecek ilk şey, Wilson‘ın en akılda kalıcı işi olmadığı. Müzikte takdir edilesi yeni atılımlar, açılımlar söz konusu olsa da eski hayranlar olarak bir kısmımız bu albümün içine tamamen çekilebilmiş değiliz henüz. Ancak bütünüyle ilk izlenimlere dayanmak veya Wilson‘ı yermek niyetinde değilim. Açıkça görüyoruz ki hippi imajından sıyrılıp daha geniş, daha farklı skalalara ulaşmak istiyor kendisi. Bunda son yıllarda edindiği müzisyen dostlar kontenjanının büyük payı var: Birlikte çalıştığı Father John Misty, Misty ile çalışan Lana Del Rey ve indie ekip Lucius gibileri hem fiilen hem de müzikal ilham olarak Rare Birds‘te yer alıyor. Sadece genç isimler de değil Wilson‘a ilham olanlar: Son albümü Is This The Life We Really Want?‘ta Roger Waters‘la çalmış ve turneye çıkmıştı, ki zaten açılış parçası “Trafalgar Square”de keskin bir Pink Floyd atmosferi yakalıyoruz. İşte bu ilhamlar ortaya biraz karışık yoğrulduğunda 80 dakikalık sürede -çoğunlukla etkilensek de- yer yer yorulduğumuz bir albüm çıkıyor karşımıza. Birkaç yıl önce Roy Harper, Tom Petty ve Crosby, Stills & Nash gibi birçok emektar ekibi kendine hayran bırakan bu adam; bu defa daha genç bir nesle hitap etmeyi seçmiş ve hayalleriyle hırsı onu hafifçe sendeletmiş sanki.
Ufak hayal kırıklıklarını bir kenara bırakırsak Rare Birds‘in her türlü kendi kulvarında taş gibi bir albüm olduğunu söyleyebiliriz. Doğru, orijinallik ve sürükleyicilik azalmış; ancak müzisyenliğin özünde bulunan macera ve deney-gözlem sevdası 13 şarkı boyunca mevcut. “Loving You”‘nun uzayda sürüklenen diskosu, “Over The Midnight”ın yeni-çağ hippiliği, “Hard To Get Over”ın iflah olmaz elektronik sound’u ve daha nice sürpriz bu albümde. Bir eleştirmenin belirttiği üzere, The War On Drugs albümlerini seviyorsanız Rare Birds‘ü sevmeniz mümkün; ancak bu öneri tüm albüme dair bir önyargı da oluşturmamalı. Herkese göre bir şeyler var bu albümde; biz gözü doymayan Wilson hayranları ise bir aşama ötesini bekliyoruz.