Bu sene “41 yıllık bir rüya” mottosuyla çıkan festivalde heyecanla filmleri inceledik, biletlerimizi aldık ve seanstan seansa koşarak filmlerimizi izledik. İstanbul Film Festivali İKSV’nin ilk olarak 1982 yılında başlattığı bir festival. İlk zamanında yalnız altı film gösterilen festivalde sonraki sene 1983’te bir ay boyunca 36 film gösterilmiş. Bugünse 8-19 Nisan tarihleri arasında 135 uzun ve 22 kısa filmle yapılıyor festival.
Festivalin ulusal kısalar yarışması bölümünde iki seansta toplam 12 kısa film izledik. Filmlerde ortak olarak göze çarpan tema bir çeşit sıkışmışlık ve kaçma hissiydi bana kalırsa. Bunu gösterimler sonrası film ekipleriyle yapılan tartışmalarda da net bir şekilde görebildik diyebilirim. Can Merdan Doğan’ın Stiletto filmi ki benim kısalar arasında en beğendiğim oldu. Atanmış cinsiyetli bedenlerimiz içinde isteklerimizin, arzularımızın sıkışmışlığını ve toplumsal cinsiyet kodlarına sıkışan zevklerimizi konu etmiş kendisine film, bunu yaparken hoş bir mizah tonu yakalayıp bir yandan da gerçekçi anlatısını küçük ayrıntılarla kırmayı başarmış. Galasını 65. BFI Londra Film Festivali’nde yapıp ardından Altın Portakal’da festival gezisine devam eden Stiletto’yu festivalde yakalayabildiğim için çok şanslı hissediyorum kendimi.
Galadan bahsetmişken cumartesi günü galalar kısmında galasını Atlas Sineması’nda yapan Cem Kaya’nın Aşk, Mark ve Ölüm belgeselinden bahsetmek isterim. Film bilgilendirici niteliği oldukça güçlü olan ve bunu da başarılı arşiv çalışmasına dayandıran bir belgesel. Bu belgesel sayesinde birçok sanatçı tanıma fırsatı buldum. O sanatçıların Almanya’da göç şartları altında yarattıkları yer yer protest yer yer isyankar şarkılarını tarihsel anlatıyla ve bireysel deneyimlerin harmanıyla dinlemek çok etkileyiciydi. Bir göçün eğlence kültürünü anlatmak o göçü anlamlandırmak ve o yaşamları taçlandırmak için ne kadar önemli bunu bir defa daha gördüm. Salonda kahkahalar ve alkışlar eşliğinde izlediğimiz film beni öyle bir yerden etkiledi ki birkaç defa boğazımın düğümlendi. Bunun sebebini film bittiğinde yapılan kısa söyleşide film ekibinin ağzından duymak da başka bir açıdan beni çok etkiledi. Almanya’nın 1960’lardan bugüne uzanan göç hikayesini dinlemek bugün Türkiye’de seyirci olan bizler için Türkiye’nin geleceğindeki Suriyeli göçmenleri hatırlattı elbette bana. Özellikle bugün ayyuka çıkan ırkçılık ve yabancı düşmanlığının kültürler arası bir köprü eksikliği ve tanış olmamakla çok büyük bir bağı olduğunu düşündürdü bana. Kim bilir, belki bundan 60 yıl sonra da biz Türkiye’de göçmenlere yaptıklarımızla bu şekilde yüzleşiriz.
Bugünün nabzını yakalama noktasında bu kadar derin sorgulamalara gittiğim filmlerle karşılaşmış olmak beni oldukça tatmin etti. Festivalin son birkaç günündeyiz ve eğer hala bir film izleme imkanı yakalayamadıysanız belki bugünü sanatla aydınlatan çağdaş filmleri görmek, bunlar hakkında düşünmek istersiniz. Elbette bu büyük seçkide gündelik hayatlarımızın da yoğunlukları eklendiğinde istediğim her filmi izleyemedim ama kalanları da önümüzdeki süreçte platformlarda ve vizyonda yakaladıkça ve imkan yarattıkça izlemeye gayret edeceğim.